bugün

Üç-dört gün önce TV, içinde Osmanlı belgelerinin saklı durduğu istanbul'daki Devlet Arşiv Dairesi ile ilgili bir röportaj-film yayımlandı.
Arşivin depolarında yüz milyon belge varmış. Şimdiye dek bunların ancak on milyonu düzene konabilmiş. Çuvallarda, sandıklarda karmakarışık duran doksan milyon belgenin nelerden söz edip etmediği henüz bilinmiyormuş.
* * *
Kestirme bir hesapla demek ki, daha en az iki yüz-üç yüz yıl gerek, tüm Osmanlı belgelerinin doğru dürüst sıralanıp kataloglara geçirilmesi için...
Bunların uzmanlarca değerlendirilerek kamuoyuna mal edilmesi ise, herhalde bin yılı alır.
* * *
Girdisi çıktısı, ayrıntıları, özü ve gerçeği ile ancak bin yıl sonra toplumla bütünleşebilecek bir tarih; yaşam üstündeki işlevini yitirir ve bugünkü Sümeroloji, yahut Hititoloji gibi belirli araştırıcıların ilgilendiği bir bilim dalı olur.
* * *
Bizler için Osmanlı tarihi, bazı belirli olaylarda yakıştırmalar ötesinde, kapalı bir kutu olarak kalmaya mahkûm... Özellikle bu tarihin kadınlarla ilgili bölümü hemen hemen tam bir sır.
Hangi padişahın kaç kızı oldu; bu kızlar kaç çocuk doğurdu; bunlardan hangileri öldürüldü; şimdilik kimsenin, içinden doğru dürüst çıkabileceği bir konu değil.
* * *
Hele şehzadelerin yaşamı, kimlerle evlendikleri, nasıl yaşadıkları ve nasıl öldükleri; yüzde elli oranında ya biliniyor, ya bilinmiyor.
Toplum da zaten üç-beş sözcüğü aşmayan iri bir övünme ötesinde, hiç mi hiç ilgilenmiyor Osmanlı tarihiyle...
* * *
Bu ilgisizliğin nedeni, belki de bir türlü bitmeyen göçler...
Anadolu'ya ilk gelen Türklerin sayısının yarım milyon bile olmadığı söyleniyor. Oysa son kırk yılda istanbul'a gelenlerin sayısı dört milyonu aşıyor. Yani yarım yüzyıldır, tarihteki en büyük göçlerden birini yaşıyor istanbul.
* * *
Göçler dönemi; durmuş oturmuşluğun getirdiği ekonomik şemalarla, tarihsel merak ve özeni hallaç pamuğuna çeviren dönemlerdir.
Örneğin Şehzadebaşı'ndaki türbelerle, kaç kişi ilgilenme gereğini duymuştur?
Oradaki Kanuni'nin oğlu Şehzade Mehmet'in türbesi ile cami için, üç yüz bin altın harcanmış, (yüz elli yük akçe)... Sinan'ın kalfalık dönemine rastlayan yapıtlar bunlar...
Oğlu Mustafa ile Beyazıt'ı öldürten Kanuni, Şehzade Mehmet'i pek severmiş. Ne yazık ki, yirmi iki yaşında eceliyle ölmüş Mehmet.
* * *
Ya Cihangir...
Bugün Cihangir'de oturanlardan kaç kişi, oturdukları semte adını vermiş olan Şehzade Cihangir'in de; Şehzadebaşı'nda, Mehmet'in türbesinde yattığını biliyor?
Bahtsız Cihangir, zaten sakat ve kambur doğmuş. Sanata, şiire meraklı bir çocukmuş. Babasının, ağabeyi Mustafa'yı boğdurmuş olmasına dayanamayıp ölmüş...
* * *
Yahya Kemal'in "Hayal Şehir" şiiri, "Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir'den bak" diye başlar.
Güneş batarken Cihangir'den istanbul'a bakmak güzeldir. Ama bunun derinliklerden gelen tadını, kişinin gönlüne sindirebilmesi için, biraz da gidip Cihangir'in türbesine bakması ve bir karanfil bırakması gerekmez mi?
* * *
Semt sevgisi kent sevgisiyle, kent sevgisi de tarih sevgisiyle sımsıkı bütünleşmeli ki; yurt sevgisinin görkemli ebem kuşağı, tüm renkleriyle sarmalasın geçmişleri, yaşayanları ve gelecekleri...
Göçler sürecinde varılabilecek bir ışıldama olamaz bu, ne yazık ki...
* * *
Gelelim Davut Paşa'ya...
Kimdir bu Davut Paşa?.. Bilip de ne olacak, diyebilirsiniz.
Ama Davut Paşa'yı bilmeye hiç gerek duymayınca; Sayın Demirel'in kuracağı kabineye, yemeden içmeden kesilircesine, deli divane olarak ilgi göstermenin; "yurt sorunlarıyla haşır neşir olma sorumluluğu" diye, değerlendirilmesi biraz yavan kalmaz mı?
* * *
Davut Paşa da, Sayın Demirel gibi bir hükümet başkanıydı. Politikada Fatih döneminde parlamış ve ikinci Beyazıt zamanında, ishak ve Gedik Ahmet paşalardan sonra 1483'te sadrazam olmuştu. 1497 yılına kadar 14 yıl kaldı sadrazamlıkta. Kendisi Osmanlı devletinin 12'nci sadrazamıydı.
* * *
Davut Paşa Rumeliliydi. Enderun ağalarındandı. Gençliğinde Edirne'deyken bir ara ortalığı birbirine katmıştı. Edirne kadısı, bu deli bozuk Enderun ağasını karşısına çağırıp kendisini azarlamaya kalkınca; Rumelili Davut, kadıyı bir güzel sopalamıştı.
* * *
Fatih, Edirne kadısının bir Enderun ağası tarafından sopalandığını duyunca, deliye dönmüş ve Davut'un hemen öldürülmesini ferman etmişti.
* * *
Divan vezirleri, yani bakanlar kurulu; Fatih'ten, Enderun ağası Davut'un affedilmesi için yalvar yakar olurlar. Ama Fatih, Nuh der, peygamber demez. Davut'un kellesi gitmek üzeredir.
* * *
Sonunda o dönemin saygın bilginlerinden Molla Baha Efendi girer araya ve şöyle bir yorum yapar:
- Edirne kadısı, Enderun ağası Davut'u azarlamak için yerinden kalkmış, bu nedenle de kadılık makamından öne doğru birkaç adım uzaklaşmıştır. O yüzden Davut, kadıyı makamında dövmüş sayılamaz. Bu cihetle şer-i şerif tahkir edilmiş değildir.
Fatih, bunun üstüne affeder Davut'u.
* * *
Bir zaman sonra Davut, istanbul'a gelmiş ve Fatih'in huzuruna çıkarak hem özür dilemek, hem de teşekkür etmek istemiştir.
Fatih, Davut'u kabul etmiş ve önceden hazırlayıp sakladığı bir sopayla da, "Kadı öyle dövülmez böyle dövülür" diye Davut'un kafasını gözünü yarıp şişirmiştir.
Davut, Fatih'in sopasını yedikten sonra dört ay hasta yatmış, yataktan çıkamamıştır. Söylentilere göre Sadrazam Davut Paşa, bu dayağı hiç unutmaz, Fatih'in ruhuna Fatihalar okuyarak:
- Sebeb-i feyzim bu dayaktır, dermiş.
* * *
Sadrazam Davut Paşa, az sadrazama nasip olmuş ölçüde çok sevilen bir kişiymiş.
istanbul'da adını taşıyan bir yığın yer var; Davutpaşa Mahallesi, Davutpaşa Camii, Davutpaşa Çeşmesi, Davutpaşa Türbesi...
* * *
Arada sırada türbesine gidip, bir buket çiçek koymak; iyiliğiyle ünlü sadrazamların, aradan beş yüz yıla yakın bir zaman bile geçmiş olsa, unutulmadıklarını göstermesi bakımından; günümüz başbakanlarına da, tarihsel sorumluluklarını daha çok anımsatmaz mı?
* * *
Mezarına her zaman çiçekler konulan siyasetçilerden olabilmek; başbakan olmak hırsını çok aşan ve ölümsüzlüğü içeren bir yücelmedir...
Kişileri, bu tür yüceliklere ise, toplumların tarih bilinciyle, değerbilirliği özendirebilir.
* * *
Osmanlı tarihini tam bilmek olanağı bulunmasa bile; hiç değilse oturduğumuz semtlere adlarını vermiş olanlardan, arada sırada bir buket çiçeği esirgememeliyiz.
Ve bugünkü siyasetçileri de, ölümsüzlük duvarını aşmaya imrendirmeliyiz.
Her türlü alkış ve eleştiriyle, düşme korkusundan bile daha itici bir güçtür bu... Çağlar sonra dahi sevilmek, anılmak ve anlatılmak...

1973 cetin altan