bugün

dil sürçmesi sonrası sorulan bir sorunun cevabı. "beni özlemedin mi?" sorusunun.

dilim sürçtü sevdiğim. bir anlığına tökezledi kelimelerim. bir anlığına, dizleri tutmaz oldu cümlelerimin. bir anlığına bencilce davrandı noktalama işaretlerim. bir anlığına, kutsal emanetim olduğunu anımsayamadı belki yüreğim. bir anlığına ellerimden kayar gibi oldu, o pırlanta ruhun...

yorgun-argın günlerin ardından dışarı çıkabildiğin şu günde, ben seni özlüyorum ama. kıyaslamadan hiçbir sevgiyle. denkleştirmeye çalışmadan, hiçbir yürekle. ben seni özlüyorum mucizem.
tüm çabam, mücadelem elimdekinin, yüreğimdekinin bir fazlasını sunmakken sana, ben seni çok özlüyorum. ve, soruyorum kendi kendime: "dünya neden bu kadar büyük?"

yorgun gecelerin sabahlarında seninle uyanmak varken, sana dokunmak, kokunu içime çekmek, tüm acılarını bir bakışla uzay boşluğuna göndermek varken, ben hala günlük işlerin gerkesiz hesaplarına yenilmemeye çalışıyorum. tüm benliğim, yüreğim, kalbim senin yüzünün siluetini aklında tutup, sensiz bir an geçmemesi için çabalarken, gündelik hayatın keşmekeşleri arasında sana geliyorum. ruhumla, yüreğimle, yazdıklarım ve düşündüklerimle... sana geliyorum...

güzelliğini anlatmak için, kelimelerin olduğu heybeme bakıyorum. üstadığın dediği gibi, "heybemde, sana benzeyecek kadar güzel kelime yok."
vazgçiyorum sonra. yazmaktan. iki kelimeyi peş peşe dizip bir anlam oluşturmaya çalışmaktan. seni betimleyememekten korkuyorum. seni anlatıp da son noktamı koymaktan korkuyorum. oysa, seni anlatırken üç noktalarımı seviyorum ben. cümlelerimin sonunu senin getirmeni seviyorum. cümlelerimi seviyorum.

ve seni...
özlenilmeyen an yaşanılan andır, sevgilinin yanında olunmayan andır, sevgiliden uzak gönülden birlikte ama gözden uzak andır, özleme o kadar zalim ki bilerek ölmek ölerek yaşamaktır.