bugün

Şu bizim Tophane'ye yanaşan büyük yolcu gemileri; tüm ışıklarını yaktılar mı geceleri, eski zaman öykülerindeki peri padişahlarının saraylarına benziyorlar uzaktan.
Çekik gözlere benzeyen pencerelerinden göz göz sönük aydınlıklar dökülen mıncık mıncık kent evlerinin; dört duvarları içine yaşamlarını balyozla mıhlamış insanlara, edalı bir fettanlığın albenisiyle nispet veriyorlar sanki...

O gemilere bakarken, Müfettah Hanım'ın hünnapları geliyor aklıma...
Hünnaplar ki ne tatlı ne ekşidir. Hünnaplar ki susuz ve diri etlidir. Hünnaplar ki aysız bir gecede, dalından kopmamış yeşil zeytinle, olgunlaşmamış mürdüm eriğinin gizli aşkından doğmuşlar gibidir...

Yıllar ve yıllar önce, binmişliğim olmuştu öyle gemilere...
Limanlardan kalkar, limanlara girerken gemi süvarisi, kaptan köprüsünde cakalı komutlar verirdi yanındaki dördüncü kaptana...
ikinci kaptan burunda, üçüncü kaptan kıçta, demirlerle halatların alınış, yahut atılışını denetlerdi...
Bir seferinde Marsilya'dan ayrılırken, Müfettah Hanım’ın hünnapları gelmişti aklıma... Neden birden aklıma o hünnapların geldiğini bulamamış; kafamdaki çağrışımın hangi sustayla, hünnaplara kadar uzanan çengelleri, kıpırdatıverdiğini çözememiştim...
Belki kavuşmaya hazırlanan bir özlemin, birden ta Edirne’ye kadar fıskıyeleşen bir zaman ötesi sıçramasıydı.

Marsilya doklarından ayrılırken, Müfettah Hanım'ın hünnaplarını düşünmüş olmak da, ayrıca belleğimde keskin bir iz bıraktığından; ışıklarla donanmış büyük yolcu gemilerini gördükçe, aklıma hep o kör olmayacası hünnaplar geliyor.
Ünlü deli öyküsündeki "sapan yapma" takıntısı gibi, bir takılma...
Biri kazara bana:
"Işıklarla donanmış o büyük yolcu gemileri sana neyi düşündürüyor" diye sorsa, bende yanıt hazır:
"Müfettah Hanım'ın hünnaplarını..."
"Neden" dese...
Tam bir açıklaması yok.
"Çünkü ben öyle bir gemiyle vaktiyle Marsilya'dan ayrılırken, birden aklıma o hünnaplar gelmişti de..."

Ben yine basit bir "gizli çağrışım" olayını, büyütecin altına koyarak anlatmaya çalıştığım için, konu bir oranda bulanıklıktan kurtuluyor...
Bir de farkına varmadığımız için, nedenini kurcalamaya uğraşmadığımız takılmalar yok mu acaba?
Sorun burada önce psikolojinin, sonra da psikiyatrinin alanına doğru kaymaya başlıyor.

Yeni bitme bir oğlan çocuğu, bir kadınla olan ilk deneyiminde tutukluğa uğrasa da; kadın tarafından alaya alınsa; özel yaşamının ileriye dönük parçalarında, kimseye açamadığı birtakım bunalımlı dramlarla karşılaşmaz mı? En azından sinsi bir ürkeklik, pusuya yatmaz mı içinde?
Kız çocukları için de durum daha değişik değildir.
Bu tür takılmalarla tutuklular, dışa dönük yaşamlarda acaba hangi eğilim ve tavırlarla kendilerini rahatlatma çırpıntılarına düşerler?
Örneğin ille de başka arabaları geçme hırsında; o kişinin küçükken ezik yetişmişliğinin, yahut akranlarına göre boyunun daha geç uzamış olmasının etkisi yok mudur?

Üstünde yeni yeni durulan çok taze konular değildir bunlar; ama bizim gibi özellikle roman okumaya alışık olmayan toplumlar için, arada sırada gündeme getirilmesi gerekli ayrıntılardır.
Bizim Tophane'ye yanaşan büyük yolcu gemileri; bir de ışıklarını yaktılar mı, geceleyin gerçekten çok çekimli görünüyorlar uzaktan...

Ben o zaman sade Müfettah Hanım'ın hünnaplarını düşünmüyorum. Paetus'u da düşünüyorum...
Paetus da kim?
isa'nın doğduğu yıllarda yaşamış bir senatör. imparator Claude'a karşı hazırlanan bir komploya karışmış ve foyası ortaya çıkmış. intihar etmekten başka pek çaresi kalmamış ama, buna da gücü yetmemiş. Karısı Arria, bir hançer almış ve önce kendi göğsüne sokup çıkardıktan sonra, kocasına uzatmış hançeri:
- Pate, non dole, "acımıyor Paetus" demiş.

O gemilere bakarken, Paetus'un yaşamdan kopmak istemeyişi, daha bir başka türlü salıncaklanıyor kafamda... Sonra güvertelerle direklerin salkım salkım ışıklarında, genç Arria'nın gücü şavkıyor...

çetin altan