bugün

Bahar tüm ihtişamı ile yükselirken mevsimler arasından, artık sükuta yer bırakmayan canlılık kaplamıştır toprağı. Koyunlar ilk meyvelerini vermiştir, ağaçlar açtıkları çiçekler yanında yemişleriyle gülümsemeye başlamıştır.

Böyle fevkalade günlerin arasından bir gün, bir telgraf gelir londra'dan: - sayın marcus, çobanlığa terfi ettiniz. Terfiniz ile birlikte tayin de edildiniz; aziz Paul katedrali, Londra. Okuduğunuz bu kısa telgraf sizi öyle sevindirmiştir ki kant fotoğrafı basılmış dart tahtasına bir buse kondurursunuz. Hemen hazırlanıp yola çıkarsanız. Aradan geçen 3 yorucu gün akabinde yorgunluğun ayakkabı olduğu ayaklarınız nihayet o asil ve bulanık şehre ayak basmıştır. Etrafta "buralar benim" dercesine kokan kibre duyarsız kalamaz burnunuz. O kokuyu takip ederek ilerlersiniz şehrin merkezine doğru.

Yolun solunda kalan market ve lokantalara dalan gözleriniz, mideniz tarafından yoğun bir baskı altındadır. Ayaklarınız zaten bir şeyin hakimiyeti altına girmeye razıdır mevcut yorgunluğu ile. Siz de daha fazla dayanamaz ve fizyolojik halinize uyarak göz ucuyla bir lokanta seçersiniz. Tam 2 lokanta ortasına sıkışmış çok şirin bir kafeteryaya rastlar gözleriniz. Tabelasında "phonchik cafe" yazan bu sevimli yere girip oturursunuz.

Biraz sonra yanınıza gelen 60lık çıtır hanıma, ne istediğinizi sorması üzerine "tatlım, en az senin kadar çıtır kanat istiyorum." dersiniz. Çıtır kadın gülümser ve siparişinizi hazırlatmak üzere ayrılır. içerisine henüz girmiş olduğunuz bu şehir ve mekanı içinizdeki dürtü ile taramaya başlarsınız.

Masalar arasında narin bir balerin gibi dolanan gözlerinizin parmak uçları üzerinde duran ayakları, karşıdaki sandalyede oturan yalnız ve vakur bir kuğuyu andıran o kadına takılır ve bakışlarının o kadının üzerine devrilir. içinizden, "ah, tanrım gözlerim hayal sınırının çok ötesinde bir şeyle hemhal oluyor" dersiniz. O sırada kafenin kapısı açılır, açılan kapı yalnızca serin havayı değil beraberinde bir felaketi de sürükler içeri. içeri gelen bu felaket 28,5 yaşlarında bir adamdır. Felakettir, çünkü birazdan o kuğuyu asla ona yakışmayan dudakları ile sömürür. içinizden "sktr et, daha yeni geldik" derken çıtır garson çıtır kanatlarla baliğ olur masanıza. Aradan geçen 8 saat ardından yemeğinizi bitirmiş ve üstelik bu kısacık zamanda kahve bile içmişsinizdir. Masaya bir miktar para bırakıp çıkarsınız.

Londra'nın malum serin havası ve yiyip içtiklerinizin ağırlığı ile mesaneniz sizi stimule eder. Hemen olduğunuz yerde etrafı hızlıca kolaçan edip tuvalet ararsınız. Nihayet gözleriniz eski yapılı bir umumi tuvalete erişir. Hızlıca oraya yönelirsiniz fakat inanılmaz bir sıra vardır. Sıranın iki yanı da en az yedişer kişiden oluşmaktadır. Arka cebinizden heidegger'in "varlık ve zaman" adlı eserini çıkarıp okuyarak vakit geçirmeyi tasarlarken, bakışlarınız, asla tasarlanmış olamayacak kadar fevkalade bir tasarım harikasına çarpar. Gözleriniz o kadar sert çarpar ki tam olarak çarptığı yere yığılır. Yığılan bakışlarınız arasından tüten dumanda aşk vardır, tutku vardır. Kimileri buna ilk görüşte aşk der kimileri Yıldırım aşkı. Fakat buna ne denildiğinin bir önemi yoktur. Camus'nun da söylediği gibi bir kere isim vermek o şeyi yok saymaktır. Kümülatif bakışlarınıza farkındalığınız el uzatır ve ayaklarınız gözlerinizi düştüğü yerden kaldırmak için oraya gider. Gittiği yerde bulunan o çarpıcı ışık, öyle bir kadından tezahür etmektedir ki kendinizi alıkoyamayıp dilinize birkaç sözcük dökersiniz:

- merhaba, burada öylece durmuş sıra bekliyordum fakat milyonlarca yıl beklesem de asla bulamayacağım bir şeyle karşılaştım; sizinle... Bahşedin bana adınızı, adına tapınaklar yaptığım tanrıça?

+ shsjsjsjsjs. Amk, nereden çıktın sen, Sibop. Laflara bak, retorik mi kasıyorsun lan sen ahsjsjs. Ay hiç güleceğim yoktu. Neyse, benim adım Clare.

Clare'ın bu ağır tavrına aldırış edemeyeceğiniz kadar ağır bir güzelliği vardır. Hemen bir şeyler yapmanız gerekmektedir kızı tavlamak için. Centilmen görünmek adına tuvalet parasını siz ödersiniz. Kız o anda size tutulur. "yüce isa, ne kadar da centilmen ve cömertsiniz" der ve ilave eder, "tıpkı platoncu erdemli bir birey gibi" Aman tanrım o da ne... O da ne... Bu kadar asil ve güzel bir kadın platoncu mu? Ah, tüm metaforlar üzerinize devrilseydi de bu hayal kırıklığı yaşanmasaydı. Asık ve basık suratınızı Clare'dan ayırıp karşı caddeye doğru gider ve bir sokak kedisine sarılıp ağlarsınız. O sırada oradan geçen yaşlı bir adam, "evlat, neden bu kadar üzgünsün" diye sorar. Siz kafanızı o adama çevirirsiniz. Fakat çevirdiğinizde olan bir şey vardır. Ve bu şeyin bir adı. Bunun adı ilk görüşte aşktır. Ayağa kalkıp adamın dudaklarına yapışırsınız. Tecrübe kokan teninden kokuyu içinize çekersiniz. Orada adama evlenme teklifi eder ve adamın kabul etmesinin ardından mutlu mesut yaşarsınız. Ne demişler, londra'da aşk başkadır.