bugün

annesinin peynir, süt alması için yolladığı bakkaldan heyecanlı ve koşar adımlarla dönüyordu. oturdukları dar sokağın kenarına park edilen arabalar onun özgürce sağa sola zıplaya zıplaya koşmasına engel oluyordu. hatta çoğu zaman sokakta çeşitli oyunlar oynamak amacıyla gerilmiş iplerin üstünden atlamak zorunda kalıyordu, bir engelli 110 metre koşucusu gibi...

hızla ulaştığı apartman kapısının ziline var olan tüm gücüyle abanıyordu, her defasında annesinden yediği azarlara rağmen... apartmanın 3.katında dedesi ve babaannesi, 4.katında da kendi ve ailesi oturuyordu.. ikişer ikişer çıktığı merdivenlerden sonra 3.katta duraksadı ve kapının yanındaki bozuk olan zil yerine daha etkili bulduğu yöntem olan "kapıyı yumruklamayı" kullandı. babaanesi açtı kapıyı.. ayağındaki terlikleri dağınık bir şekilde çıkartıp kendisini içeriye attı. giriş kapısının hemen yanındaki odada oturan dedesinin yanına gidip önce elini öpüp harçlığını aldı, sonra da "ne zaman gidiyoruz maça?" sorusunu sordu.

öyle ya, tüm bu telaşı türkiye a milli futbol takımının bursa'ya maç yapmaya gelecek olmasındandı. rakipte boru değildi, taş gibi almanya geliyordu. üstelik avrupa şampiyonası'na katılabilmek için önemli bir maçtı, her ne kadar o, o an buna idrak edemese de.. onlarca bilet hazırdı; maça gidecek amca, dayı, yiğen, baba, abi de.. ancak "ne zaman gidiyoruz maça?" sorusunu sorduğu dedesi pek hazır görünmüyordu. zira dedesi yorgun olduğunu, hasta olduğunu, maça gelemeyeceğini söylüyordu. ufaktan da torununu kandırma çalışmalarına başlamıştı, evde yalnız kalmamak için! maç saati de git gide yaklaşıyordu. abisi okulundan, babası, amcası işinden gelmiş, herkes akşam yemeğini yemiş ve akşam 8'de başlayacak olan maça hazırdı. derken üst kattan bir ses duymuştu. annesinin sesi olduğunu hemen anlamış ve elindeki torbaları kapıp anında yukarı fırlayıvermişti.

maç saatine 1 saat hatta daha az bir süre kalmıştı. evleri, bursa atatürk stadyumu'nun birkaç kilometre uzağında olduğundan pek de acele etmiyorlardı ama çıkma vakti gelmişti artık. tabii, cümbür cemaat maça gidilirse kocaman bir minibüs de gerekliydi. dedesi, babası ve amcalarının ortak olduğu fabrikanın külüstür minibüsü yanaşmıştı apartmana. o sırada 3.katta oturan dedesi yanına çağırmıştı onu. dedik ya, başlamıştı dedesi torunuyla birlikte maç izleme operasyonlarına.. küçük boy max dondurmadan kapıyı açtı.. baktı torunun suratı asık, çıkardıkça çıkardı teklifi yukarı ve sonunda magnum'a kadar geldi. daha okula yeni başlamış, minicik çocuktu, magnum yemesine izin yoktu. futbol aşkı da yeni yeni başlamış tabii, tam da farkında değil bu maçın öneminin. magnum diyince gözleri parlayıvermişti ama o kadar kolay teslim olmayacaktı elbet. aşağıdan abisinin gelip "hadi gidiyoruz" demesi üzerine, bir an arada kalmış ama maçı tercih etmişti. ne olacak altı üstü bir dondurma, başka zaman yerim diyordu. ancak dedesi pes etmemişti.. tam minibüse binmek üzereyken teklifin üstüne 2 gofret, 1 de sakız eklenmişti. kayıtsız kalmayacaktı bu teklife elbette. 2 gofret, 1 magnum, 1 sakız az buz şey değildi yahu! üstelik maçı da koltuğa yayılıp rahatça izleyebilecekti. babasının tüm ısrarlarına rağmen, yukarı dedesinin yanına çıkıp pencereden el sallamakla yetinmişti onlara..

maç başlamıştı öte yandan. bir yandan maçı izlerken diğer yandan gofretlerini ve dondurmasını mideye indirmekle meşguldu. 30.dakikada gofretler ve dondurma bitmiş, ilk yarının sonunda da sakızın tadı kaçmıştı. 10 ekim 1998 tarihinde oynanan o hollanda maçına gitmeyerek yaptığı hatanın farkına, 2.yarıda hakan şükür'ün attığı golden sonra farkına varacaktı.. 90.dakikada tüm stadın ayağa kalkıp, var gücüyle, hollandalı futbolcuların topu ayaklarına aldıkları an çıkardığı ıslık seslerinden sonra farkına varacaktı. maçın bitiminde 20 bin kişinin "kırmızı-beyaz, en büyük-türkiye" haykırışlarından sonra, o atmosferi görüşünden sonra farkına varacaktı.. o kadar pişmandı gitmediğine...

zaten 7-8 yaşındaki o ufacık çocuğun o maça gitmemesinden sonra duyduğu pişmanlık ve hatta kendine kızıp ağlaması, onun çok kısa bir süre sonra futbol aşığı olacağının habercisi değil miydi?
benim için kubilay türkyılmaz'yın golleridir bu başlangıç.
bir de yabancı bir oyuncunun soyadının türkyılmaz olması çok garip gelirdi anlam veremezdim. belki de o gizemin getirdiği bir çekicilik de vardı.
ayaklanıp parka gitmek, arkadaşlar edinmek ve futbol oynamaya başlamaktır. önce masumane zaman geçirmek için oynanan futbol vardır, tek işiniz futbol oynamaktır. büyüdükçe takımlara ilgi duyarsınız; lig ile ilgilenirsiniz. biraz daha büyürsünüz, babanızdan harçlık alırsınız; işi profesyonelliğe dökmek ister, lastik ayakkabınızın yerine halısaha alırsınız. farklı liglere ilgi duyar, takip edersiniz. biraz daha büyüdüğünüzde "ben niye kazanmıyorum?" diyerekten iddaa olayına atılırsınız.

şu son olay futbol aşkının bitişi olur.