bugün

entry'ler (16)

watership down

sanırım bu kitabın kaderi bu; uzunca bir süre kitaplıkta sırasının gelmesini beklemesi. kitabı okumuş olan kiminle konuşsam hepsi bir kenara fırlatmışlar, belli bir süre sonra kitaplıkta karşılaştıklarında(orada olduğu bile unutulmuş) okumaya başlamışlar ve ellerinden düşmemiş. tabi "lost" dizisi sayesinde ülkemizde bu kadar popüler olan kitap bu sayede girmiştir bir çok kitaplığa. lost' u izlememiş birisi olarak bu kitabı iki yıl önce almamın sebebini bile hatırlamıyorum. muhtemelen bir makalede filan rastlamışımdır ismine, o şekilde çok kitap almışlığım vardır çünkü. birisi yazısında bir kitaba gönderme yaptığı an o kitabı alıp okuyasım geliyor, yoksa yazıyı okumamın bir anlamı kalmıyormuş gibi hissediyorum.

kısaca bir grup tavşanın yeni bir hayat kurma mücadelesi amacıyla çıktıkları yolculuğu anlatıyor kitap. tabi bu süreçte yıllarca içinde yaşadıkları toplum düzeninin sorgulamasını yapıp kendi doğruları ile yeni bir sosyal hayat kurma çabaları kitabın esas meselesi. neredeyse her tavşanın kendine has özellikleri/yetenekleri var. lider-savaşçı-zeki-cesur-asker-atletik vb. vasıfları olan tavşanlar içinde beni en çok etkileyen ise; fiziksel olarak tüm tavşanlardan zayıf olmasına rağmen olacakları önceden hissedebildiği için tüm koloniyi tek bir cümlesiyle hurra oradan oraya sürükleyebilen, bir nevi kahin diyebileceğimiz "fiver" karakteri. kitabın henüz ilk bölümünde karşımıza çıkan fiver' ın rüyası üzerinden şekillenmeye başlar hikaye. tabi beni bu karaktere henüz kitabın ilk sayfalarında bağlayan şey, donnie darko filminde, donnie darko' ya "bak ölecez" , "şu kadar vaktin kaldı oğlum" diye kehanetlerde bulunan "frank" isimli yetişkin bir insan boyutlarındaki tavşanı aklıma getirmesidir(frank tavşan kıyafetli bir insan olarak görülse de kendisinin tavşan kıyafeti giymediğini, bizlerin insan kıyafeti giydiğini söyler bir sahnede). fiver' ın konuştuğu kısımları okurken frank' in silueti canlandı hep zihnimde.

dışarıdan naif bir hikaye gibi görünse de o kadar acımasız savaşlar yaşanıyor ki, şöyle söyleyeyim o sevimli görünüşlü tavşanlara olan sempatiniz azalabilir. gerektiğinde ne kadar vahşi hayvanlar olabildiklerini şaşkınlıkla okudum ben. koloni halinde birlikte yaşayan tavşanların öleceklerini anladıkları zaman kimseye haber vermeden koloniden uzaklaşıp tek başına ölmeleri ise hayatımda gördüğüm en asil davranışlardan biri. "beraber yaşa, yalnız öl" diye bir felsefeye sahip bu hayvanlar.

komşu fırın

- merhaba hoşgeldiniz! nasıl yardımcı olabilir im?
- merhaba, bir ekmek alabilir miyim?
- köy ekmeğ i, yayla ekmeği, tam buğdaylı ekmek...
- normal ekmek
- beyaz ekmek mi?
- evet lütfen
- başka bir isteğiniz var mı?
- yok teşekkür ederim.
- dilimlememi ister misiniz?
- gerek yok.
- 85 kuruş, kasaya ödüyorsunuz. teşekkür ederiz, afiyet olsun
- sağolun.
- ne vardı?
- bir normal ekmek vardı.
- beyaz ekmek mi?
- evet.
- 85 kuruş.
- buyurun.
- başka bir şey var mıydı?
- hayır.
- üzümlü kurabiyemizinden tatmak ister misiniz?
- teşekkür ederim istemiyorum.
- 15 kuruş para üstünüz.
- teşekkür ederim,
- beyefendi fişinizi unuttunuz.
- teşekkür ederim.
- biz teşekkür ederiz, afiyet olsun.

evet sadece 1 ekmek aldım ve bu kadar diyaloğa girdim. olması gereken; ekmeği alırsın, parasını verirsin gider evine yersin. bu kadar soru niye? hem bakkaldaki özgürlüğün de yok burada.bakkalda ekmekleri ellersin, kıtır olanını seçer gazetenin arasına sıkıştırırsın. paranın üstüyle ne alacağına karar verirken gofretleri-kekleri karıştırırsın.ama bunlar senin düşünmene izin bile vermiyorlar, sanki senin yerine tüm olasılıkları düşünmüşler ve senin düşünerek zaman kaybetmeni istemiyorlar.biz sizin yerinize düşündük, seçenekleriniz şunlar, sadece karar verin. bir de önce kağıt ambalaja, ardından naylon torbaya koyuyorlar ekmeği sanki eve giderken açıp kenarlarını koparmayalım diye. yasak bir şey taşıyormuşsun hissi veriyor insana bu durum. bu nedenle buranın konsept fikri muhtemelen bir anneye ait olabilir. bir de senden sonra gelen kişiye de aynı cümleleri aynı ses tonuyla kuruyorlar ya, sıradan hissediyorsun kendini. devam eden sürecin bir parçası. halbuki bakkalın her gelen müşteriyi karşılama biçimi ve muhabbeti ayrıdır, kimini ismiyle karşılar, kimini tuttuğu takımın adını anarak, kimini ise takma adıyla veya argo bir kelimeyle.kendini özel hissettirir bu durum. ama artık ekmeği bu tarz yerlerden, mutfak alışverişlerini ise süpermarketlerden yapıyoruz mecburen,miktar olarak daha fazla diyolağa girmemize rağmen iletişimimiz daha da zayıflıyor.bakkal diye bir şey kalmadı çünkü, onların bıraktıkları köşe başlarını sadece küçük bir camdan alışveriş yapabildiğiniz, içine bile giremediğiniz büfeler kaptı.

üstteki yazarın hikayesini devam ettir

hızlıca giyinip koşarak bakkala doğru giderken onu gördü, ne kadar da değişmişti

yazarların şu an dinlediği şarkılar

https://www.youtube.com/watch?v=94j-QERy57w

yazarların en garip özellikleri

duş alırken dişlerimi firçalamak.

kedilerle oynanan oyunlar

üstten gir alttan çık oyunu: tv sehpasındaki üst çekmeceye pinpon topu göstere göstere konur ve çekmece kapatılır. yavaşça sehbaya yaklaşan kedi çekmecenin kulbunu kendine doğru çekerek açmaya çalışır. uzun uğraşlar sonucu açılan çekmece kedi tarafından iyice karıştırılır, kağıt varsa parçalanır. bu sırada siz içine girmesini beklersiniz heyecanla. pinpon topunu bulamayan kedi ağır çekim çekmeceye girer. o sırada çekmece kapağı kapatılır. kısa bir sessizlikten sonra çekmecenin sonuna giden kedi buradaki boşluktan aşağı iner, pinpon topunu bulur ve alt kapaktan dışarı pinpon topunu patiliye petiliye çıkar. deli gibi ordan oraya koştıurur, pinpon topunu elinize almanızla ayak ucunuza gelip oturur ve şaşkın şaşkın size bakar. tekrar pinpon topu üst çekmeceye konur, bu böyle dakikalarca devam eder.

sizce sizi neden işe almalıyız

kurumsal firmalarla yapılan iş görüşmelerinde sorulan fix sorudur ve soran da hep insan kaynakları ndan mülakata katılan bakımlı, sürekli samimiyetsiz gülümsemeyle size bakan ve rahatsız edici derecede tiz sese sahip bir kadındır. mülakata gitmekten başı dönen tecrübeli işsiz kişinin cevabı da fixtir tabi.

- hırsım. işim konusunda çok hırslı oluyorum ve bu bazen kendime zarar vermeme neden oluyor.

böyle gereksiz bir soruya verilebilecek aptalca cevaplar içinden en güzeli budur. ancak hayatında ilk defa iş görüşmesine giden kişinin bu soru karşısında bir an abandone olması da normaldir. misal bendiniz.

üniversiteyi bitirdiğim şehirden ayrılmak istemiyorum ve okul biter bitmez başvurulara başlıyorum. ilk iş görüşmem, finans müdürü ve insan kaynaklarından bir kadın. önce cv' mi okuyorlar sesli bir şekilde. bu arada bekar evimde kedi besliyorum, hobileriniz bölümüne de kedimle zaman geçirmek yazmışım. kadın kendisinin de kedisinin olduğunu söylüyor ve 2-3 dakika kedi muhabbeti yapıyoruz. ardından diyalog şöyle devam ediyor:

- evet, kendinizde beğenmediğiniz özelliğiniz nedir?

(iç ses - kesin tuzak soru bu, şikayet etmemi bekliyor herhalde. dur şöyle söyleyeyim)

- açıkçası benim değilde kız arkadaşımın beğenmediği bir özellik var. tüy dökmesinden pek memnun değil.

- affedersiniz anlayamadım

- kedimde diyorum beğenmediğim özellik yok, ben onu her haliyle seviyorum.

sonrasında hatırladığım sırılsıklam terlediğim ve bir an önce oradan uzaklaşmak istediğim. onların konuştukları şeyleri ve sonrasında verdiğim cevapları ise hatırlamıyorum. elimde kalan koca bir utanç ve umutsuzluk. şimdi aklıma geldikçe o kadar acıyor üzülüyorum ki o halime. şu anki halime bakıyorum ve sanki başka birisiymiş gibi o kişi, o kadar yabancı ki şimdiki bana. ne kadar safmışım, naifmişim, nasıl bir pencereden görüyormuşum hayatı. benim kapitalizmden anladığım bu aslında. tüketim çılgınlığı, zengin-fakir makasının açılması falan değil. siz farkında olmadan sizi bambaşka biri yapması. en acı verende; şu an o halimin iş görüşmesi için karşıma gelmesi halinde onu işe almayacağımı biliyor olmam. o yüzden bugün bana aynı soru sorulsa, içine girdiğim dünyanın beni olduğumdan farklı bir kişi yapmasına engel olacak gücü kendimde bulamamam derdim.

şimdi ise kurumsal bir firmada çalışıyorum ve tek kelimeyle nasıl bir şey olduğunu tanımlamam gerekirse "samimiyetsizlik" derim. mesela asansörden inen kişinin"iyi çalışmalar" demesi bir kurumsal firma ritüelidir. şahsen yapmıyorum ve yapana da karşılık vermiyorum. hayatımda gördüğüm en samimiyetsiz eylem çünkü. göz teması kurulmaz, yüzü kapıya kıçı size dönük kişiden iyi çalışmalar diye bir ses duyulur. kıçından konuşuyor zannedersiniz. bir de sabahları bunun günaydın versiyonu vardır. midenizi bulandıran bir yapaylıktır bu, sırf bu yüzden 6 katı merdivenle çıkıyorum. ayrıca her şey mail yoluyla halledilir bu yerlerde. iç yazışmalarla öğrenirsiniz alınan kararları. bir sabah mailinizi açarsınız ve yemekhaneye kartlı geçiş sistemi konulduğunu öğrenirsiniz. açıklaması ise verimliliği artırmak. verimlilik kilit kelimedir zaten. tüm yapılan değişiklikler ve kısıtlamaların kapısı bu kelimeye açılır. tabi bu verimliliği artırmak için neler yapılması gerektiği size sorulmaz kesinlikle. herkes tek tip olduğu için aynı kefeye konur ve tek bir kararla herkesin verimliliği artırılır. sonra koyun gibi sıraya girer kartınızı okutur ve yemeğinizi alırsınız.

bazen o kadar yabancılaştığımı hissediyorum ki kendime, aynaya bile bakamaz oluyorum. hele ki işteyken, nasıl bir hale geldim ben diye soruyorum kendime. şimdi bırakıp gitsem diyorum ama sonra ev kirası, faturalar, taksitler gibi hayatımın devamı için zorunlu gereksinimler sarıyor düşüncelerimi. tyler durden' ın dediği gibi; sahip olduğun her şey en sonunda sana sahip olur. ancak her şeyini kaybettikten sonra her şeyi yapmakta özgürsün. umudunu kaybetmen özgürlüğündür.

düğüne gitmek

yıllar oldu düğüne gitmeyeli. küçükken şişe kola+kuru pasta demekti benim için düğünler. koca salonda kovalamaca oynamaktı. ne zaman ki rock dinleyen cool ve sivilceli bir ergen oldum, mikrofonu kapıp "oturmaya mı geldik buraya" diyen amcalar/teyzeler kolumdan tutup herkesin önünde bir oryantal gibi kıvırmamı istediler benden. işte o zaman uzaklaştım o dünyadan. ta geçen seneye kadar. kız arkadaşımdan ayrılmamı fırsat bilen teyze-anne kombinasyonu, içinde bulunduğum depresif ruh halimden faydalanarak ikna ettiler beni. tabi anne tarafı trakyalı olduğundan düğünlerin dibine kadar tüm yoğunluğuyla yaşandığını bilmekteydim ve her şey için hazırladım kendimi kafa olarak. birden dumura uğrayıp beyni yakabilirdim lakin.

aslında ilişkilerde olduğu gibi düğünlerde de başta her şey güzel başlıyor. yıllardır görmediğin insanları görmek, "ulan ne zaman büyüdün sen bu kadar" diyen amcalar ile tokalaşmak, küçükken eteğini kaldırdığın kızların eşleriyle tanışmak filan. işte aynen böyle başlamıştı düğün, başlarda yine ilişkilerde olduğu gibi "iyi ki de gelmişim" diye bir salakça mutluluk halindeydim. ne zaman ki limonatalar içildi, işte o anda başladı kopmalar. ben kesinlikle düğünlerde dağıtılan limonataların içerisine bir şey katıldığını düşünüyorum, enerji içeceği ile karıştırılıyor olabilir. yoksa içildiği anda böyle bir reaksiyona sebep olması mümkün değil. neyse, yavaş yavaş dalgalanmaya başladı masalar, tabi bizim oturduğumuz masaya sıçraması da pek uzun sürmedi ve annemin değişimini izlemek zorunda kaldım.

a: anne
t: teyze
o: ben
b: babam
s: düğün sahiplerinden orta yaşlı bir kızımız

s- aa! birsen abla hadiyin ama, nursen abla
a- ay yok be yaşlandık biz, bırak oynasın gençler.
s- yok yok sizde kalkın hadi.
a- senin hatırın için ama bak, nursen kalk kız iki dakika oynayalım da ayıp olmasın.
(yarım saat geçmiştir)
a- obada obada, salla kız salla. ohh!
t- ay kız abla kim bu koca kalçalı kadın be, şuna bak aşık atıyo sanki biznen
o- ya baba git al şunları ya, kaç yaşına geldiler bu ne ya, oha anne! napıyo bunlar ya çoştular, baba!
b- ulan ben napıyım, transa geçti ikisi de. ulan manyak karı, birsen!
a- sus be! otur orda sesini çıkarma bakıyım.
t- gelsene be teyzecim, iki salla valla dağılır kafan
a- oğlum hadi gel utanma!

yapılmış en aptalca dalgınlık

minibüsten inmek için kapıya doğru yönelirken şoföre "mentollü marlboro alabilir miyim" diye bağırmak.

araf bar

taksim deki en eğlenceli yerlerden birisi. herkes kendi halinde, sadece müzik ile bütünleşmiş. istanbulda yaşayan yabancıların uğrak yeri. sigara içenler için terası olması en güzelidir

sözlük yazarlarının memleketleri

anne tarafından kırklareli, baba tarafından urfa, kendi tarafımdan değirmendere/kocaeli.

kynodontas

sinemanın ne kadar güçlü bir silah olduğunu gösteren film. 5 kişilik çekirdek bir aile üzerinden toplum ve sistem eleştirisi yapabilen, metaforla bezeli enfes film. hele ki şu günlerde izlendiği taktirde, daha bir anlamlı geliyor.

--- spoiler --

totaliter bir baba, ona itaat eden karısı ve 3 çocuğu ile birlikte etrafı dev çitlerle örülü bir evde yaşamaktadırlar. baba tarafından diğer aile bireylerinin bireysel özgürlüklerine izin verilmez ve yaşamları tamamen babanın kontrolündedir. babanın istediği görevler yapılır ve baba da onlara hediye olarak çıkartma verir. ve o hiçbir işe yaramayan çıkartmanın o kadar değerli bir anlamı olduğuna inandırır ki çocuklarını, çocuklar o çıkartmayı kazanabilmek için her türlü zorluğa katlanmak zorunda olduklarını kabul ederler. baba burada devletin ta kendisidir ve tabi ki erkektir. çıkartma ise devletin topluma vaad ettiği özgürlüktür ve aslında hiç bir şeydir, aldatmacadır.

baba çocuklarının dış dünya ile bağlantı kurmasını yasaklamış ve çitlerin dışına çıkmamaları için, insan yiyen canavar olarak tanımladığı kedi üzerinden korku imparatorluğunu inşa etmiştir. ben buradaki kedi metaforunu hukuk sistemi ile eşleştirdim. devletin, aslında bambaşka bir işlevi olan hukuku nasıl insan özgürlüklerini kısıtlayıcı bir canavar gibi gösterebldiğini anlatmak istiyor bence.

devlet tarafından kadının nasıl yok sayıldığı, babanın oğlu için eve fahişe getirirken kızları için aynı şeyi yapmaması; hatta fahişeyi eve getirmekten vazgeçtiğinde kızlarını oğluna sunması şeklinde anlatılmış.

özgürlüğün kazanılması ise, filme ismini de veren köpek dişinin düşmesine bağlanmış. yani yetişkin bir insanın normal koşullarda köpek dişinin kopması mümkün olmamasına rağmen, baba çocuklarına böyle bir umut veriyor. imkansız değil ama normal koşullarda olması mümkün de değil.

filmde aile fertlerinden sonra en fazla gördüğümüz şey mercedes marka araba. evden dışarıya sadece bu arabayla çıkılıyor ve sadece baba araba kullanmayı bildiği için sadece o çıkıyor(hatta çocuklarına araba kullanabilmeyi öğrenmeniz için köpek dişinizin düşmesi gerek diyor bir sahnede). bir anlamda araba gücün sembolü, sadece güç sahipleri özgür kalabiliyor ve o gücün sahibi de erkek. filmin sonunda da kızlardan biri köpek dişini kendi kırıyor ve evden kaçıyor. ama artık özgür olmasına rağmen yine de ona öğretilen yalan yanlış bilgilerden sıyıramıyor zihnini ve koşup gitmek varken arabanın bagajına saklanıyor. çünkü dışarıya sadece arabayla(güçle) çıkılabileceğini zannediyor. arabayla beraber dışarı çıkabilmesine rağmen bagajda kilitli kalması ise tek kelimeyle yönetmenin/senaristin dahiliği. aslında özgür olduğumuzu hissettiğimiz anda bile özgürlüğümüzü kısıtlayan faktörlerin varlığını ortaya koyuyor bu sahne ki filmin en anlamlı sahnesidir bana göre.

o kadar çok sembol var ki filmde hepsini birden bir araya getirip birleştirebilmek mümkün değil. hep bir şeyler havada kalıyor. mesela ben köpek meselesini çözemedim. köpeğin eğitime gönderilmesi, adam rex diye bağırmasına rağmen köpeğin tepki vermemesi, 5. evreye geldiğinde köpeğin geri alınması vs. çözebilen var ise beni aydınlatsın.

kedilerin gariplikleri

akşamları eve yorgun geldiğim için genelde dışardan yemek söylüyorum. kedim o kadar alıştı ki bu duruma zil çalar çalmaz koştur koştur kapıya gidiyor ve kapı koluna atlayıp açmaya çalıyor. hayır manyak yemek yerken bile yemeğini bırakıp deli gibi kapıya fırlıyor hemen. açgözlü, önce tabağındakini bitir.

çocukken babanın işyerine gitmek

mecburen tıraş olmak için giderdim çünkü dışarıdaki berberler pahalıydı.
bambaşka bir dünyaydı orası, her yer tel örgülerle yüksek aşılmaz duvarlarla örülüydü. askerlerin nöbet tuttuğu yerden geçerken babamın adını söylemem yetiyordu. garip bir şekilde gurur duyardım babamla çünkü herkes tanıyordu onu. o yüzden ona benzemediğimi söylemeleri hiç hoşuma gitmezdi.
yanına gittiğimde etrafımı sarardı üniformaları adamlar şakalar yaparlardı, kızlarla ilgili olurdu bu şakalar hep.
tıraş olmak için hiç sıra beklemezdim, içeri girdiğimiz an tıraş olan dahil herkes ayağa kalkardı. babam tek bir hareketiyle yerlerine oturmalarını sağlardı ve çıt çıkmazdı. yakışıklıydı sanki adım, herkesin bu şekilde seslenmesi içten içe güldürürdü beni.
sandalyeye konulan tahtayı hiç sevmezdim, büyümüştüm çünkü artık ona ne gerek vardı ki? üstelik bir de kucağına alıp oturturdu oraya beni babam. yüzüm bir anda asılırdı, bende o koltuğa yayılıp oturmak isterdim kıçımı ağrıtan o ser tahta yerine.
amerikan tıraşı her çocuğun favorisiydi. sanki tek bir saç şekli vardı hepimiz için. gözüm hep aynadan babamı izlerdi, hemen çıkmasını isterdim oradan çünkü asker abiler çok komiktiler, herşeyi biliyordular kızlarla ilgili ve babam oradayken bunları konuşamazdık. gazeteye hızlıca göz gezdiren babam yarım saat sonra döeceğini söyleyip çıktığı anda tüm o sessizlik gürültüyle gömülürdü. çok gülmemeye çalışırdım yoksa saçım yamuk kesilebilirdi. bambaşka bir dünyaydı burası. babamın herkesten güçlü olduğu, beni herkesin karşılık beklemeden sevdiği yapay bir dünyaydı ama keyifliydi. saçımın uzamasını heyecanla bekler, babamın yatmadan önce "yarın okuldan sonra gel de tıraş ol" demesiyle yatağımda gizlice sırıtırdım.

sözlük yazarlarının itirafları

ne güzel ağaç gibiydim, sorumluluğumun bilincinde şikayet etmeden aksamadan verirdim meyvemi. cömerttim, sessizdim, cevap alamayacağım soruların altında ezilmezdim. dışarıdan bir müdahale olmadıkça bu böyle sürüp gidecekti, bazen çiçek açacak bazen yaprak dökecektim zamanına göre. kesilince dengem bozuldu, devrildim sonra olduğum yere. kalakaldım öylece. köklerim başka yerde vücudumdan ayrı. yere uzanmış bekliyorum kim kesecek diye. artık kağıt olur da el yazınla mı sevişirim, telefon direği olur da sesinle mi dans ederim yoksa odun olur da ateşimde mi ısınırsın bilmiyorum.

ilkokulda 48 li pastel boyası olan çocuk

herkes başıma toplanirdi, kullanmak isterlerdi ama olmazdı. yoksa tüm o ilgi kaybolurdu. sadece benim yanıma gelip izleyebilirlerdi benimdi kimsede yoktu. kimse resim derslerinden önce bana bulasamazdi, birkaç ders saatliğine de olsa bir sürü arkadaşım olurdu. o sevgi, ilgi, kıskanç bakışlar, benim yerimde olmak istediklerini duymak en güzel şeydi. akşam eve gittiğimde anneme teslim ettiğim zaman o büyü duman gibi dağılır kaybolurdu. onlar gibi olurdum, sahip olanları kiskananlar ordusuna geri dönerdim. anneme yalvarirdim bir sonraki resim dersi için yine getirmesini, hem çok az kullanmistim işte, anlamazdaki sahibi. zaten bitse ne olacak zengin degilmiydi, özel okulda okuyordu yenisini alırdı. üstelik annem öğretmeniydi onun istedigi şeyi alabilirdi ondan. sonra tayin kelimesi düştü eve, çok ağırdı. bu sefer bir daha çıkmamak üzere süresiz katılmıştım kiskananlar ordusuna.