bugün

Tanım; şüphesiz bunda kalp sahibi olanlar (kalp gözü) veya hazır bulunup kulak verenler için bir öğüt vardır.(kaf 50/37)
kalbin, çeşitli suretleri ve sıfatları kabul ederek halden hale geçmesi sebebiyledir.

(şuayb: ''şu'be'' sözcüğünden türemiş bir kelimedir. şu'be ise; dal bölüm gibi anlamlar içerir.

kalp isimlerin tecellilerinde görünme yeridir. böyle olunca kalp, suretler ve sıfatlar çoğalıp çeşitlenince değişir; bir halden başka bir hale girer. yani hakk, hangi surette belirirse kalp onu tanır ve kabul eder.
genişliği nedeniyle hakk'ı belirli bir suret ile kısıtlamaz.
bu nedenle allah ''akıl sahibi olanlar için'' dememiş; ''kalp sahibi olanlar için'' demiştir. çünkü akıl bağtır. (akla, kişiyi kayıtsızlık, hür olma ve serbestlikten alıkoyduğu için ''ayak bağı'' demişlerdir.)

oysaki hakikat, bağı ve kısıtlamayı yasaklar. (hakikat, kayıtlılık ile kayıtsızlıktan kurtulmuş, hür ve serbesttir.)
böyle olunca kuranı kerim, aklı olan kimseler için (yani alemin hakikatini akıl ile çözme isteyen kimseler için) öğüt ve nasihat değildir.

akıl sahipleri, her şeyi aklı ile anlayıp çözmek isteyen kimselerdir. ve birbirinin inançlarını beğenmezler. bu nedenle aralarında anlaşmazlıklar vardır. çünkü inandıkları, kendi akıllarına göre düşünüp, tasarladıkları sahte ilahlardır. doğal olarak birinin inanışı diğerinkine uymaz.

her inanç sahibi, inandığı ilaha birtakım vasıflar vererek onu yüceltir. oysaki o inanılan ilahın hiç bir hükmü yoktur. kendisine bir yardımı da dokunmaz. (yaratılmış bir şey, kendi yaratıcısına elbette yardım edemez.)

buna karşın arif kişi, hakk'ı bir inançta sınırlayıp kısıtlamaz. o hakk'ı her şeyde görüp tanıyandır. bu nedenle arif, bütün ilahları allah kavramında toplar ve hepsine inanır.(çünkü o bilir ki görüp tanıdığı her şey allah'ın bir yansıması, bir yüzü ve açığa çıkmış bir görüntüsüdür.)

bu durumda hakk, arif için inkar edilmesi mümkün olmayan bir gerçektir. onlar hakk'ı yaşadığımız alemdeki bütün suretlerde görüp seyrettikleri gibi ahirette de, bütün suretlerde görüp seyredeceklerdir. ve böyle ilahi bir bilginin yeri ise ancak, kalp dir. bundan dolayı allah ''kalp sahibi olanlar için...''(kaf 50/57) diye buyurdu.

araz; kendiliğinden var olmayan, var olabilmesi için bir cevhere ihtiyacı olan varlık/ eşya / nesne yada bunlarla ilgili özellik ve nitelikler demektir.
araz'ın madde ve mana şeklinde olması önemli değildir. örneğin; akıl, irade, kuvvet vs. gibi hissi kuvvetler araz olduğu gibi, yeryüzünde gözle görünen, elle tutulan her şey arazdır.

müslüman bilim adamları ise, bütün alemi her an sürekli değişim ve yaratılış içinde olduğunu sezdiler. buna karşın akılcılar yani diğer düşünürler, bu fikre katılmadılar. gerçeği kısmen kavrasalar bile, her iki grubunda yanıldığı noktalar vardır.

müslüman bilim adamlarının yanılgısı; bütün alemin her an sürekli değişim ve yaratılış halinde olduğunu anlamalarına karşın, varlıkla hakk'ın aynı cevher olduğunu bilmediler. suret ancak bir cevher ile var olur ve ancak onun sayesinde bilinir. işte bu gerçeği kabul etselerdi, bilgileri tam olurdu.
(çünkü bunlardan bir bölümü, eşyanın cevherden/ hakk'tan kaynaklandığına inanırken, bir bölümü inkar ederler. diğer bir bölümü ise, her ikisinden de şüphe ederler.)
eş' arilerin yanılgısı ise; onlar, bütün alemin arazların toplamı olduğunu anlayamadılar.
(dolayısıyla, alemin tümünün sürekli değişim ve yaratılış halinde olduğunu da bilmediler.
onlar alemin bir kısmının değişim içinde olduğuna inanmışlardır.)

''araz'' denilen alemin yapısı, bir an sonra aynı değildir. ancak cevherlerin yani onların meydana getiren ana madde değişmez. varlıkları tarif ederken, bunların tümünün araz olduğu açıkça anlaşılır. çünkü hiç bir varlık kendiliğinden var olmaz. var olabilmek bir öze/ cevhere ihtiyaç vardır ve varlığı ancak bir cevher ile gerçekleştirir.
böyle olunca, araz cevherin aynı olur. demek ki kendi kendine varlık bulamayan nesneler, varlık buldukları anda cevheri meydana getirirler.

''cevher'' i tarif etmek istediğimiz zaman, ''kendi kendiyle mevcud olan boşlukta bir yer işgal eden şeydir'' deriz.
ancak cevher de kendi hakikati yönüyle arazdır. o kendi kendine varlık bulamaz.

(örneğin, konuşmak bir arazdır. konuşmanın gerçekleşebilmesi için, insan denilen bir cevhere ihtiyaç vardır. ancak insanın kendisi de bir arazdır. oda kendi başına var olmaz.
bunun gibi çekiç, bir arazdır; ama onun var olabilmesi için demir madenine ihtiyacı vardır.
bu yönüyle bakarsanız, çekiç araz, demir cevherdir; ama demirde arazdır; çünkü oda kendi başına var olmaz.)

bu durumda, kendi kendine mevcud olmayan arazlar, toplanıp kendi kendine var olan şeyi meydana getirirler.
(tıpkı birtakım arazların/ özelik ve niteliklerin toplanıp insanın meydana getirmesi gibi.) nitekim kendisiyle var olan bir cevheri tarif ederken onun boşlukta bir kapladığını söyleriz. oysaki boşlukta yer kaplamak da bir arazdır. çünkü boşlukta yer tutma da varlığın kendisinden değildir. (onu tutan, kabul eden bir cevher vardır.)

(örneğin insanı cevher, aklını da araz olarak düşünürsek); cevherin arazlarını kabul etmesi, onun için zati bir zorunluluktur. (çünkü insan, aklı bir insandır.) ancak cevherin arazlarını kabul etmesi kendisi için gerekli olmasına karşın, bu defa insan da cevherlikten çıkar, bir tür araz olur.

fususu'l hikem: hikmetlerin özü. ''sayfa 173/174'' ''sayfa 178/179'' muhyiddin-ibn arabi
çeviri: hamza kılıç