bugün

-çocuklar için hazırlanmış,kumlarla kaplı,içinde salıncak,tahtırevalli,kayma,asılma aparatları,kum havuzları olan eğlence alanlarıdır.
-arada bir romantik çiftlerin gittikleri,bayanın salıncağa binip erkeğin salıncağı salladığı yerlerdir.
kontrol albümünün kapanış şarkısı. 110' u kurtaran güzel sözleri sayesinde sevilir.
(bkz: uludag sozluk cocuk parkı)*
Bir çocuk parkında
Salıncaklarda sallandım, mutluydum
Her şeyden herkesten uzak
Bulutlarda saklanmaktı tüm amacım

Dokunsalar ağlarım
Yorgun bir savaşçıyım
Hedeflerden çok uzak
Hayallere dalmışım

Tanıdık değil bu adam
Tanıdık değil bu hayat

Aynaya bak bu sen misin aslında
Kaybettin her dokunduğun savaşta
Binlerce yüz binlerce dost ardında
Maskeler kurtarmaz seni hayatta
* *
çocukların delice oyun oynadıkları, rahatladıkları yer.
(çocukların düşürdüğü) altın künye, küpe, bilezik vs. kaynağıdır...
onca emek ve masraflara rağmen kimileri bakımsızlıktan zararlı hale gelmekte olan bakıma muhtaç Eğlenme ve dinlenme yeri. bu yerlerin her zaman bakım ve korumaya ihtiyacı vardır.
belediyelerin seçimlerden sonra başkanlarına verilen bilgiyle ilk olarak o yapılmalı dedikleri oyun alanlarıdır, ihalelerde bazıları iyi vurgun yaparlar...
çocukken aşırı tombalaktım.

çocuk parkları diğer çocuklar için eğlence yeriyken, benim için işkence alanıydı bu yüzden.

dörtlü salıncak:
tek tek sallanılan salıncakların aksine 4 kişiyi birden sallayabilen salıncaklardı.
bir kişi bunları sallar, 4'lü grup ise otururdu. eğer sallayacak biri olmazsa 4'lüden biri ayağa kalkar, oturulan yerin üstündeki demire çıkardı. salıncağın bağlandığı demire ellerini atarak eğile kalka grubu sallardı.

çocuklar salıncağa bineceğinde aranan kişiydim. ben varken başkasına düşmezdi o iş çünkü. evden sırf bunun için çağırdıkları bile olmuştu hatta.

az eğilip kalkmadım.

çatalı açık gezmem ta o günlerden kalma alışkanlığımdır.

tahterevalli:
intikam makinesi.
o tahterevallide çok nadir en yükseğe yükselebildim. kendimi yukarı ittirdiğimde dahi en fazla çocukla aynı seviyeye kadar yükselip yere indim.

ama yine de en sevdiğim oyuncaktı.

çocukları en yükseğe çıkartıp 'inem mi şimdi tahterevalliden' sorusuyla yalvarışlarını izlemenin keyfini unutamam. bir binen bir daha binmezdi zaten.

tarzan merdiveni:
ah ahh. o kollar o bedeni nasıl kaldırsın. oldu ki kaldırdı. nasıl yürütsün.
küçüklük aşkım merveye rezil etmişti beni.
mahallenin hiperaktifi sercan, ben, yanımda da merve var. sercan da ben de merveyi seviyoruz.
sercan merveye 'merve baaak' deyip yürüdü o merdivende. merve de dönemin gerzek kızı ayrıca. 'sercan ne kadar güçlüsün' dedi.
altta kalır mıyım? kalmam. attım ben de kendimi merdivene. tutunamadan daha düştüm. rezillik diz boyu. dışladı beni merve.
sercanı sıkıştırıp dövmüştüm sonra 'sen misin güçlü?' diye. ezildi çocuk altımda. yazık.

kaydırak:
parkımızda iki tane kaydırak vardı. biri geniş biri dar. dar olanda kaymak içimde ukte olarak kalmıştır hep.
geniş olanında da kendi başıma kaymayı severdim. şöyle ki:
bunu siz de yapmışsınızdır. çocuklar aynı anda kaydırağa atlayıp yere değme noktasında birbirlerine çarpmayı sever.
hüseyin diye bir arkadaşım var yanımda. cılız. minnacık bişey. önce ben kayayım sen hemen arkamdan gel dedi. aşağıda çarpışacağız, gülüp eğleneceğiz sözde. kaydı bu. bende kaydım arkasından. aşağıda çarptım çocuğa. çocuk çarpmanın etkisiyle fırladı kaydıraktan. yüzü sürtündü kuma. kan içinde. annesi geldi bir de bunun. vır vır bağırıyor. lanet ettim o gün. kaymadım kimseyle bir daha.

kim çıkardı be bu parkları?
kendi yaşamıma doğru yürüdükçe alanımın gittikçe kısıtlandığını ve eskisi gibi çocuk kalamadığımı farkettim. bilinçle lanetlenmek dedikleri bu olmalıydı. eskiden televizyonlara bakar hiç bir olayı umursamaz kendi küçük dünyamda ve kendi küçük beynimde yarattığım hayal dünyasında mutlu şekilde yaşardım. aslında her şey farkındalık ve küçük sevgi kıvılcımlarıyla son derece masum bir şekilde başladı. insanoğlunu lanetleyip beyninin yüzde on civarı kısmını kullanmasını sağlayan görünmez el beni büyüdüğümde yalnız bırakmıştı. artık hayali kahramanlarım yada olmak istediğim süper kahramanlar yoktu hayatımda. herkes gibi sıradan yaşamına devam etmek zorunda olan sıradan bir insan olduğumu farkettim. karşıma çıkacak filmlerden umutlandım her defasında truman show izleyişimde acaba mı? diye düşündüm.

işte o anda bildiğim tüm terimler alt üst oldu ve gerçekçilik anlamını yitirdi. bilinmezlere doğru yalnız bir şekilde yol aldıkça aslında ne kadar bilinçli hareket etmem gerektiği kanısına vardım. uçsuz bucaksız kum taneleri misali gözlerime kara perde gibi inen zihnim yok oldu ama zincire vurulmuş şekilde kendi fırsatımı kendim yaratmam gerektiğini öğrendim. zaten bize dayatılanları öğrenmeme ve hep daha fazlasını araştırma isteği kendi çocukluğumdan kalan kötü anıların adeta dışavurumuydu.

filmlerdeki anlamların asla sonu gelmez ya anlam yüklersin ya anlamsız kılarsın. hayatı bu anlamda dengelemek mümkün bir durum çünkü çocuklar bunu başarabiliyor onlar mucizenin resme dökülmüş anlamıdır. onlara bakıp ne kadar şanslı olduklarını farkedersin sonra kendini evinde filmlere anlam yüklemekle bulursun. çünkü onlar aptal ve gereksiz çizgifimlere bile anlam yüklerler size basit gelen şeyler onların ilgisini çeker. hayatı basite almak sadece umursamamazlık anlamında değildir. her gün başarmaya çalıştıkça filmlerle cevabını verdiğini anlarsın farkedersin ki salak yada sakat olmak o kadar kötü bir şey değil çünkü o kısıtlı imkanların olursa bütün sorumluluğun üstünden kalkar ve eskisi gibi gülebildiğini anlarsın. aslında seninde bir zamanlar cable guy'daki zoraki arkadaş edinmeye çalışan kablo tamircisi olduğunu farkedersin. kendi masumiyetini öldürmeden önce hayatında zaten kimseyi sevmediğini ve kimseye ihtiyacın olmadığını anlarsın.

hatta böyle anılarımı çocuk parklarına gittikçe canlandırıp hep hayalini kurardım ayrıca kendi çocuk parkımı asla terkedemedim. çünkü o benim varoluşumu sembolize eden acıları bastırmama yarayan tek uyuşturucumdu. zamanı durdurma imkanım yoktu ama yavaşlatma imkanım vardı. umutlara sarılıp yaşamaya çalışmaktansa veya numara yapıp mutlu görünmeye uğraşmaktansa o parkta gördüğüm çocuğun yerinde olmak her zaman iyidir. yoksa bu maya takviminin sonu gelse bile etrafındaki zombilerin sonu asla gelmez.
elveda

leonardo da tahterevalli, tayyar amca, tarumar abi, demir nejla ve ben caner sallar. uzunca süredir arkadaşlık, meslektaşlık, kardeşlik bağı vardır aramızda. oyun oynayan, sallanan, kayan, tırmanan, koşuşturan çocuklar... mesaimizdir bizim. biraz da velinimetimiz.

zordu tepesinde oturulan, takla atılan, tırmanılan bir demir olmak. ve zordu üzerinden kayılan bir kaydırak olmak. yine zordu organları ordan oraya sürüklenen, bir kum havuzu olmak. ve yine zordu tahterevalli olup, bir türlü denk gelmeyen terazi gibi anlamsız şekilde inip çıkmak. ama en zoru da benim işimdi; onca çocuk yetmezmiş gibi kazık kadar insanları bile salıncak olup sallamak.

tahterevalli italyan kökenliydi mesela. gerçek ismiyle leonardo da tahterevalli'nin, rengi sarıydı. ailecek 21 kuşak bu işi yapmışlar. tahterevalli, tattırıverir gelene geçene. şaka şaka. yada doğru. bilmiyorum. ben sadece kelime oyunu yapıyorum. eeee ne de olsa oyun bizim işimiz. yada sallanmaktan beynim sulandı yine. neyse. ne diyorduk. ha tahterevalli. canı çıkardı kendisinin. ciyak ciyak öterdi bir aşağı, bir yukarı inerken.

kaydırak tayyar amca, kırmızı renkliydi. onlar da yıllardır ailecek, eğlence seköründe yer aldılar. torunları bodrum'da, herşey dahil otellerin havuzunda çalışırdı. yaşından dolayı zorlanırdı üzerinden kayılırken. kendisi çok namusluydu. bir o kadar da titiz. iki şeye tahammül edemezdi.

birincisi; öyle aynı anda iki kişi üzerinden kayılmasına. hele hele erkek erkeğe yapıldığında bu iş hepten küplere biner:
_"oğlum amacınız ne lan sizin? top musunuz lan?" derdi.

ikincisi; kayılan bölümden yukarıya doğru çıkılmasına. bir de bu faaliyet çamurlu ayaklarla yapılırsa... allaaaaahhhhh!!!

tırmanma demirimiz nejla vardı bir de. gözleri gibi masmavi... ah nejla ah! bir konuşabilseydim. bir açılabilseydim sana. çoluk çocuk, kadın erkek her gün çıkıp tepesine otururlardı. ama nejlam bakmazdı hiçbirine. beni beklerdi sanki.

bir de parkın tam ortasında, kum havuzumuz tarumar abi dururdu. söylenirdi ismini koyan anasına. ismi başka türlü olsa, daha güzel bir meslek yapabileceğine inanırdı. rüzgarla arası iyi değildi. çocuklar yetmezmiş gibi, rüzgar da onunla durmadan uğraşırdı. parkta oradan oraya sürükler, toza dumana katardı tarumar abi'yi.

ve huzurlarınızda parkımızın salıncağı ben. yani caner sallar. rengim yeşildi. parkın en çalışkanı bendim. bir de hava güzelse, gündüzleri bir an boş kaldığımı bilmem. herkesle iyi geçinmeye çalıştım. kimileri ayakta sallandı. eğleniyordur, dedim sesimi çıkarmadım. kimileri oturma yerlerimi kenarıma sıkıştırıp, beni kale yaptı. futbol oynadı. spor yapıyor çocuklar, dedim geçtim. kimi sallandıktan sonra inerken havada atladı. gençtir. kanı kaynıyor, dedim. görmezden geldim.

ama benimde tersim pisti hani. öyle pek neden aramazdım. bazen düşürürdüm, atardım üzerimden. çocuk falan bakmazdım. ne zaman sinirlensem, yardımıma rüzgar koşardı. ama öyle deli rüzgar değil. hafif. tatlı tatlı küçük açılarla sallardı beni. masaj yapar gibi. bütün yorgunluğumu alırdı. tarumar abi'nin aksine, en iyi arkadaşımdı rüzgar benim.

mahallenin bekçisiydik biz. en çok da demirbaşı. güneşe, sıcağa, soğuğa, kara, ayaza aldırmadan... hep şeref duyduk mahallemizin ve dünyamızın, gerçek sahipleri çocuklara hizmet etmekten. anlattıklarım gibi bir sürü yaşanmışlıklarımız, alışkanlıklarımız oldu: acısıyla, tatlısıyla. çok güzel günler geçirdik, çocuk parkında biz.

ve artık kaçınılmaz sona geldik. haber yolladı kuşlar. üst mahallenin çocuk parkındaki, meslektaşlarımızı değiştirmişler. sırada bizim parka gelmiş. bugün yarın bizim yerimize yenileri gelecekmiş. böyle daha cafcaflıymışlar... daha rengarenkmişler... daha güzelmişler diyorlar... yeni salıncaklar, kaydıraklar, tahterevalliler, tırmanma demirleri için.

bir elli sene daha iş görürdük biz ama... bugün yarın, seçim zamanı kömür taşıyan kamyonlara tepip, hurdaya götürecekler demirlerimizden faydalanmak için bizi. beni. leonardo da tahterevalli'yi. kaydırak tayyar amca'yı. ve tırmanma demiri nejla'yı. kum havuzu tarumar abi burada kalacak tabi. ama olsun. bakmayın böyle konuştuğuma siz. hiç üzülmüyorum ben.

hem belli mi olur? belki hurdadan sonra, yine karşılaşırız sizinle. belki yediğiniz muzun kabuğunu atarken, demirden çöp kutusunda. belki hergün bindiğiniz halk otobüsünde, düşmemek için tutunduğunuz demirde. belki de maç izlerken, doksandan dönen şut sonrası kale direğinde. hatta kim bilir. belki siz bunları yaparken kavuşmuş oluruz, karışmış oluruz, nejlam'la biz birbirimize...
izmaritten doğan güneş

deniz: seni çok seviyorum.

*******

evden dışarı çıkmaz oldun. yine depresif çizgine doğru yol alıyorsun. halbuki eskiden ne kadar da pozitif bir insandın. arkadaşlarının göz yaşlarını saniyesinde neşesine gömen, hayat dolu bir kızdın. paylaşırdın. hatta daha yedini doldurmamışken sokağa çıkardığın salçalı ekmeğini bir evsizle paylaşmıştın. sonra, sen kendinle barışıktın. gündüze gitar, geceye kemandın. aşka tutku, izmir'e kordon, yıldıza yıldız...

ne kadar çok kaybettin? kendinden ne de hızlı vazgeçtin? gözün temasına mümkün kılmayan bir hızda parçalandın. ruhunun her zerresini lokma lokma yere saçtın. kimselere fark ettirmeden, ölüm sessizliğiyle, telaşsızca eridin. kabullendin.

nefessizsin. içine çektiğin de ne böyle? hadi daha fazla oyalanma. odanın kapısını araladığında koridorun başındasın. balkona çıkmak için koridorun sonunda, solunda kalan mutfaktan geçmeli. baban tatlıları tırtıklamak için orada olmasa bari. ağzını açmadığın sürece açmaz ağzını ama biliyorsun: anlar. çok sevdiğin baban bir bakışınla öykünü önüne koyar. ama korkmanın lüzumu yok, ilerle.

hiç değilse bir tutam nefes çekiyorsun içine. balkon bu evin sana huzur veren tek alanı. üzülüyorsun, çünkü eve dahil olmasına rağmen evin dışında kalan tek yeri. ailenle dahi aynı sınırları paylaşamadığını, babanla karşılaşmaktan çekinmenin verdiği irdelemeyle bir kez daha algılıyorsun. istemsiz, yine ve yine iç çekiyorsun.

acıktın mı sen? yoo, hayır! raskolnikov'un (öğrense onun bile kabullenmeyeceği) gereksiz bir parçasısın sen. onun aksine işlemediğin bir suça kendini hapsederek cezalandırıyorsun. sana şu an için yemek yok. acıktın mı? yak bir sigara! daha büyük bir ceza ve keyif olabilir mi? balkonun parmaklık olarak algıladığın korkuluklarına daldın.

*******

esinti: seni çok seveceğim.

*******

gitmemesi için ne de çok şebeklik yapmıştın değil mi? nasıl da sarmıştın sözlerinle? gözlerinden akan pür sevgiden başka bir sel değildi. ruh ikizinden vazgeçemedin. aksi nasıl olabilirdi ki?

senin aksine, daha soğukkanlıydı. "bak canım"lı her cümlesi zehirli bir mızrak. eskiden olsa bayılırdın bu cümlelerine. ne güzel sarınırdın bu "bak canım"lara. şimdiyse umut duvarına vurulan her bir balyoz darbesi...

ne o? evet evet. yüreğinle kavgaya hazırlanıyorsun. o üç beş metrekarelik alana çıktığından beri neredeyse bir paketi devirdin. her bir izmaritle silahlanıyorsun. savaş hazırlıkları bunlar, sigaranın küllerinden ruhunun küllerine uzanan...

*******

duvarında iki çocuk ve parkı. on bir -hani bilemedin- on iki yaşlarında iki dünyalar tatlısı. ellerinde erdal bakkal'dan aldıkları gazoz şişeleri. ergenlik çağının sınırında gezinen deniz ve esinti, daha ana okulundayken tanıştıkları bu yerde, mahallenin çocuk parkında ilk kez iki arkadaş değillerdi. yaşamakta oldukları şeyi yalnızca abi ve ablalarından duyduklarıyla ilişkilendirmeye çalışır durumda, gözlerinde güneş, ve o güneşlerin bir gün batımında çarpışmasıydı yaşadıkları. çocuk parkının tanıştıkları gün elleriyle bile uzanamadıkları duvarının üzerine tırmanmaya çalışırkenki kalpleri, belki yine aynı hızda, bugün o duvarın üzerinde oturur vaziyette, birbirileri için çarpıyordu. aşk için ne de güzel bir ilkti? birbirilerine karşı ne kadar da dürüst, açık ve temiz yürekten söylemişlerdi? belki birkaç gün sonra parkın çocukları değil de abi ve ablaları olarak mahallenin rengine renk verecek olan deniz ve esinti, ruhları içinde kaybolmuşlardı. hafif bir imbat esinti'nin saçlarını deniz'in burnuna taşıdıkça taşıdı. en sevimli utangaçlığıyla deniz, esinti'nin eline kendinden bile saklarcasına yaklaştı ve tuttu. hayatında hiçbir zaman bu kadar kızarmayacaktı. ailesinden gizli saklı televizyon açtığı zamanlar ekranda gördüğü ölçüde öğrenmiş olduğu o bilinmezlikle esinti, gözlerini sonsuz bir gün batımına doğru kapatarak deniz'in dudaklarına...

*******

gündüzü geceye çevirdin bir kere daha. bu sefer tan vaktini bekliyorsun. eski savaşlardan ilham aldığın şüphe götürmez. hayalini kurduğun çocuğun güneşle birlikte doğmasını ister bir hâl. ilk kez gittiği şehirlerde görmek istediği ilk yer çocuk parkı olan kadın, sen, yazmaya karar verdin. yaşayamadığını yaşatabilmenin verdiği umutla, çocuk parkını çevrelediğin duvarıyla...

not: öykü, butun tursular aynidir nickli arkadaşımızın (#13016826) ve (#12472642) girilerinden esinlenilerek yazılmıştır. gerçeklerle uzaktan ya da yakından ilişkisi olup olmadığı hakkında herhangi bir tahmin yürütülmemektedir. üslup ise mehmed uzun'un sen isimli kitabından etkilenilerek yazıya geçirilmiştir.
öykünün edebi anlamdaki yetersizliği için af dilenir.

edit: yazım yanlışı.
'gerçek' nedir?..
birçok anlamı var bu kelimenin..
benim sorduğum ise, nasıl desem;hani yaşanmış bir şeyin gerçekliği..
yani bir insanin 200 sene yaşamayacağı ya da dünyanın güneş etrafında döndüğü gerçeği gibi birşey değil sorumda vurgulamak istediğim..yada tarihsel bir gerçek de değil, o zamanki bütün insanların ve belki tarih yazarlarının şahit olup zamanın ilerisine aktardıkları olaylar da değil demek istediğm..
aslında; kabul edilme şekillerini ve şartlarını kıyaslarsak ve biraz da zorlama ile, benim sormak istediğim de aynı tür gerçeğe girebilir;ama benim kastettigim, yukaridaki gerçekler gibi makro düzeyde olmayan;doğruluğu için bir yada birkaç insanın onayına ihtiyaç duyulan gerçeklik..
dünyanin güneş etrafinda döndüğünü bizzat gözleriyle gormese de, belli bir eğitim almış her insan bu dogrulugu kabul eder..Tabii eğer bu kişi, tüm insanlığın işi gücü boşlayıp ağız birliği etmişcesine ona karşı büyük bir oyun içerisinde olduğuna inanacak kadar hastalık derecesinde paranoyak değilse. Kişi bu denli hastalıklıysa zaten, kendine dünyanın yuvarlak olup olmamasından çok daha köşeli dertler edineceğinden, bu durumdaki kişileri kendimize referans almazsak, biraz önce bahsettiğim öğrenilmiş gerçekler her insan için geçerlidir.
ama insanin sadece kendisinin dogrulayabilecegi birşey;hatta kendi gözleri ,bedeni ve ruhuyla yaşamış olsa da, diger milyarlarca insanın kabul edemeyecegi bir durum arzediyorsa, inanin 'gerceklik'kavramınız büyük bir darbe yiyebilir..siz ve geriye kalan bütün insanlık;sizin farkında olduğunuz ama insanlığın hiç haberi olmadığı ,daha önce hic girişilmemiş bir tartışmaya girersiniz kendi içinizde..
insanlığıin kabul edebileceği gerçeklik, almış olduğunuz kültür ve eğitim ve hatta öğrenim;sizi öyle bir kalıba sokmuştur ki;kendiniz gibi olan başkalarının inanmayacağından emin olduğunuz birşeyi kendinize de inandırmak istemezsiniz..
iste öyle bir hikaye benimkisi..
henüz 6 yaşımdaydım..doğrusu altı yaşımdan günler almıştım..
kış ayının yağmurlu, soğuk ve çocuklara sokağa çıkmayı yasak eden etkileri tükenip baharın kemikleri ısıtan güneşi parlamaya başladığında ,biz de sokağa atardık kendimizi..bu sabahtan aksama kadar süren sokak hayatı, sonbahar bitip de geldigini inkar ettigimiz kış mevsiminin ,bizi hasta edip yatağa düşürmesi ve bu konuda annelerimize itiraz hakkımızın kalmayacağı bir sonraki kış mevsimine kadar sürerdi.
bahar yeni gelmişti..sabah kahvaltısını yapmış, annemi kızdırmamak adına sıkıca giyinip sokağa çıkmıştım.
sokaga ilk çıkan ,diğerlerinin evine uğrar, teker teker oyun arkadaşlarını toplardı..önce iki kişi olunur, sonra o iki kişi ,bir üçüncünün evine gider ve bu ,sayımız en az beş olana kadar böylece devam ederdi..
olur da arkadaslarımızdan biri hasta ise, ayakkabılar çıkarılıp eve, onun yanına girilir, sırayla geçmis olsun denir, bu arada annesinin yaptığı limonata içilirdi..şansımız yaver giderse, limonatanın yaninda ikişer kurabiye ve bazi günler kek bile yerdik..ne yalan söyleyeyim; bazen arkadaşlarımızın hastalığı ,bizi bundan memnun edecek kadar ikramlara vesile olurdu..
ogün, kısa bir turdan sonra sayımız beş olmuştu..hasta ve cezalı yoktu..
ben, benden biraz küçük ismet;benimle yaşıt olan Mecit ve Hakan;bizden bir yaş büyük olan Özkan..
Her zamanki gibi site inşaatının olduğu alana gittik..
bizim mahallemizde çocuk parkı yoktu. çocuk parkı lükstü bizim için. o zamanlar devletin uyguladığı lüks tüketim vergisi henüz yokken hatta lüks kelimesi ve anlamı hayatlarımıza girmemiş bir kavramken bile bunu hissedebiliyorduk. çocuk parkı, senede bir yada iki kez anne babayla gidilen fuarda ziyaret edilen ve salıncağında beş dakika sallanmak için en az 15 dakika sıra beklenmesi gereken, kolay erişilemeyen bir parktı bizim için.
bu yoksunluk, o zamanlarda değil de ileriki dönemlerde anlayacağımız üzere, hayattan zevk almanın ve kendi parklarını kendi kendine yaratmanın zoraki iradesini ve hayal etmenin gücünü kazandırmıştı bizlere.
Örneğin; kabası bitmiş inşaatlar en büyük oyun alanımızdi o sıralar; bir nevi çocuk parkıydı bizim için..hele bir de ,herhangi bir inşaatın önünde yeni dökülmüş kum bulursak, demeyin keyfimize..hemen inşaatın birinci yada ikinci katına çıkar; tazecik kum bayatlayana kadar sırayla defalarca üzerine atlardık..
daha sonrasinda, sönmemiş kireç bulursak; hemen bu gibi durumlar için önceden kenarda köşede sakladığımız birkaç kahverengi ilaç şişesini zulamızdan çıkartır, kırıp ufaladığımız kireci şişenin içine boşaltıp ağzına kadar su ile doldururduk..kapağını kapatıp bir köşede siper alır, şişenin bomba gibi patlamasını izlerdik..mantığımızın kabul edemediği bu sihirli olayı hergün yaşamak, yaşadıkca şaşırmak bir alışkanlık olmuştu bizim için..abilerimizden ögrendiğimiz bu tehlikeli oyundaki patlamanın sebebini ,abim birkaç kez anlatmıştı..ama ne yalan soyleyeyim, ben o zamanlar anlamamıştım
dediğim gibi, etrafımız yeni yeni inşaaatlara gebeydi..
olur da yeni bir inşaatın temeli kazılmaya başlanırsa, ogün başka birsey yapmayıp
bu olayı izlerdik..greyderin toprağı kazışını, çıkardığı toprağı sırada bekleyen kamyonlara dolduruşunu, kepçenin estetik dolu o mekanik hareketlerini büyülü gözlerle nefes almadan izlerdik..
koca koca kamyonlar ,kolyelere dizilmiş inciler gibi peşi sıra gelir, inşaatin temelini kazan bu greyderin önünde, kraliçe arıya biat eden işçi arılar gibi sıraya dizilirlerdi. uslu uslu sıralarını bekleyen kamyonlar arasinda, ben en çok (kanım çekmis herhalde)selvi boylum al yazmalım filmindeki bmc turu olanlarını severdim..hayata isyan edercesine, her 30-40 saniyede bir""cıııızzzt cıııızzzzztt" diye ses cikarırdı bu modeller.. çocuklar arasında herkes kendi kamyonunu seçer, yükleme sirasının ona gelmesini beklerdi.. kamyonuna sıra gelen kişi, bir adım öne çıkar ,ellerini koltuk altında birleştirir , bu şekilde diğerlerinden bir adim önde dururdu ve hep beraber o an hayatlarımızdaki o en teknolojik o en mekanik o en bilim dolu şeyi izlerdik.. greyderin tırmıklı büyük kasesiyle kamyonu dolduruşu, en büyük duygu patlamasıydı. ahh hele o son dokunuş yok muydu! kasası dolan kamyona haznesindeki son toprağı boşaltan greyderin, yavrusunu seven bir ana gibi büyük kepçesinin altıyla ,kasada yığılmış toprağı ezmek amacıyla kamyona o son dokunuşu,,daha doğrusu kamyonun sırtını şefkatle okşaması..duygusuz makinaların duygu dolu vedalaşması gibiydi;merakla izlenen finalin mutlu sonla biten haliydi bizim icin..
bu yapımı süren inşaatlar haricinde, tek ilgimizi ceken bina; dış yüzeyine kaplanmış turkuaz, mavi ve kırmızının değişik tonlarındaki küçüş mozaikleri ve yerden tepeye kadar yekpare camdan giris kapısıyla, bir yapıdan çok;nazlı ,şirin bir gelinin utangac güzelliğini akla getiren, o süslü uzun boylu apartmandı..akşam güneşiyle parlayan yüzü, henüz hiçbir kıza ilgi duymamış bizlerin gelecekteki duygularına sanki cok önceden tercüman oluyordu..
her öğleden sonra yaptığımız gibi, bakkaldan aldığımız gazozları yudumlarken, karsı kaldırımına oturup, kendinden çok buüyük bir kıza bakan çapkin çocuklar gibi izlerdik bu binayı..
aramizda en büyük olan Özkan'dı..o sene okula başlayacaktı..bir nevi önderimizdi..
o yaşlarda önemli olan o bir yaş farkın, fiziki ve duygusal bütün avantajlarını cok iyi kullanıyordu. maç yapılacağı zaman, takımı o kurar, topun çizgiyi geçip geçmediğine o karar verirdi..
gazozlarımız yenice bitmişti..birden Özkan ayağa kalkıp''haydi girelim bu apartmana''dedi..
önce şaşırdık bu teklife..dışına aşık olduğumuz bu kız gibi güzel apartmanın icine girmeyi hiç düşünmemiştik daha once..
evet, inşaatı süren binalarda geçiyordu günümüz..ama tamamlanmış ve gözle görülür bilindik sahipleri olan bir apartmanın içine girmeyi hic düşünmemiştik o ana kadar.
kimse daha once söylememiş olsa da, yanliş birşey olduğunu biliyorduk belki de..
hepimiz;müstakil yada iki katlı evlerde yasiyorduk, bir sürü kapıya ev sahipligi yapan
apartmanlar belki bu yuzden ilgimizi çekiyordu..ama bu ilgi düzeyi, içine girmek soz konusu olduğunda, sadece inşaat anlamında kalıyordu..hepimiz yaramazdık ama sınırlarımızı bilen iyi aile cocuklarıydik, akıllı ve saygılıydık ayrıca..
tereddüt içinde birbirimize bakarken, Özkan çoktan ayaklanıp ,apartmanın kapısına yönelmişti bile..
daha fazla düşünmeden onu takip ettik..ardına kadar açık kapıdan içeri girdiğimizde, tertemiz bir koku kapladı ciğerlerimizi..bu sonradan anlayacağım ve öğreneceğim üzere, temizliğin kokusuydu..katları teker teker soluksuzca çıktık..
amacımız neydi şimdi hatırlayamıyorum ama en üst kata vardıktan sonra biraz dinlenip ,birşeyler bildiğini yada planladığını umdugumuz Özkan'ı takip ederek terasa ulaşan küçük kapıya vardık..kapıyı açıp terasa çıktık..
pürüzsüz zemini, etrafında çevrili korkulukları ile tam bir oyun sahasını andırıyordu..
ilk yaptığımız, korkulaklara koşturup bir müddet manzarayı izlemek oldu..yedi katlı apartmanın terasından gördüğümüz bu manzara, o ana kadar şahit olduğumuz en güzel manzaraydı..terasın bir köşesinden bakınca, uzaktaki irili ufaklı evlerin arasından deniz görünüyor;bir diğer köşesinden ise sokaktayken sadece zirvesini görmeye alışık olduğumuz dağın, bütün yamaçları ayırt edilebiliyordu..terasın bir diger yanından aşaği bakınca; hemen yanımızdaki ,kısa boylu yaşlı apartman, üzerinde olduğumuz binanın küçük kardeşi gibi boynunu bükmüs; incir ağaçlarıyla dolu kendi bahçesiyle dertlesiyordu sanki..bahçesi yoldan en az üc adam boyu kadar asagida, yasak gözlerle arasına incir yapraklarını sıkıştırmıs, kendi halinde yaşlı bir adam gibiydi..
böylece, terasın dört bir yanına koşturup her köşesinden asağı baktık..
beni en cok etkileyen ise, bu yandaki apartmanın incir ağaçlarıyla süslenmiş bahçesiyle gözlerimize sunduğu olgun kuşbakışı manzara olmuştu..güneş batana kadar terasta aklımıza gelen her oyunu sırasıyla oynadık; köşe kapmaca, elim sende, körebe ve en sonunda da buldugumuz bir çam kozalağıyla maç bile yaptık..
o günden sonra her fırsat bulduğumuzda, başı bağlı ,başkasına ait bu güzel binanın en tepesinde, çapkınca bu oyunlarımızı sürdürdük..
hikayenin çarpici noktası burdan sonra başlıyor işte..
takip eden yaz mevsiminin sıcak bir günüydü..
her zamanki gibi öğlene kadar oynamış, güneş yakıcı yüzünü gösterdiği sıralarda evlerimize dağılmıştık..
öğlen uykusuna hiç alışamamıştım..nadiren uyur ,uyuyamayacağımı anladığım zamanlarda kalkar evde vakit geçirirdim..o zamanlar gündüz televizyon yayını olmadığı için, bu vakit geçirmeler genelde evde kendi kendime uydurduğum oyunların bas kahramanı olarak yasanır;güneşin yakıcılığını yitirdiği ikindi vaktine kadar da sürerdi..sonrasında tekrar sokağa çıkar, arkadaşlarımla öğleden önce biten maceralarımıza devam ederdik..
o gün ,yaşıma ve bedenime göre cok büyük olan yatağımda ,kendimi ne kadar uyuşuk hissetsem de, bir türlü uyuyamamıştım..uyuyamayacağımı anlayıp kalktım, salona gittim..
altına girerek, kocaman tekerini direksiyon yapıp oynadığım dikiş makinaıi hiç çekici gelmedi bana..telleri kopmuş plastik gitarım zaten hayata küsmüştü..annemin arasıra hamur açtığı ,diğer zamanlarda ablam ve abimin ders calıştıkları kısa boylu tahta masa;her zamanki uzay mekiği görüntüsünden çok farklı göründü gözüme, masa sadece masa gibiydi. banyoya gidip kasıklarımı ağrıtan çişimi bosşalttığımda biraz kendime geldim..
sanki bir suç işlemenin farkındalığında sokağa çıkmaya karar verdim..
anahtarimin cebimde oldugunu kontrol edip kapıyı kapatıp çıktım..
dün gibi hatırlıyorum; iki katli evimizin baktığı sokak, başından sonuna kadar göz alabildiğince bomboştu..bu şaşırtmamıştı beni..çünkü; o zamanlar sokakların boş olmasından ziyade dolu olması şaşırtırdı insani..''beşte devre onda biter '' türü maçlarımızı ,yoldan geçen herhangi bir araba yüzünden bölmeden ve ara vermeden kesintisiz bir şekilde sonuna kadar oynayabilirdik mesela..benim gibi uyuyamamış bir arkadaş bulma ümidiyle dolaştım sokakta..buluştugumuz tenhalara baktım, sokağın arkasındaki bos arsayı kolacan ettim..ama kimseyi bulamadım, yapayalnızdım..sonrasında kendimi, ulu, süslü, güzel apartmanımızın önünde buldum birden..
ardına kadar açık dış kapısı bana ''gel'diyordu..duyuyordum, duyabiliyordum.
bilinen kokusu ve tenhalığına aldırmadan terasına çıktım..
terasın bilindik manzarasini farklı köşelerden izleyip çıktığı dağın zirvesine ulaşmış bir dağcının yaptığı gibi zaferimi kutladım; arkadaşlarımla yakalanmadan terasa ulastığımız her seferde yaptığımız gibi..
her köşesinden aşağıya baktım..yukarıda olmak bana mutluluk ve güç veriyordu belki..o binanin en tepesinde, kendimi bir atın üzerinde hissediyordum sanki. Kendimi üzerinde hissettiğim bu at, belki engin bir bozkırda koşturan, yeleleri gözlerini kapatacak kadar özgürlüğünü perçinleyen asi bir attı yada sadece atlı karıncaya bağlanmış hareket bölgesi santimi santimine belirlenmiş olduğu yerde dönüp duran tutsak ve cansız bir attı, bilemiyorum. Sadece bir attı işte. Önemli olan da atın üstünde hissetmekti kendini ve ben kendimi bunu yaparmış gibi hissediyordum.
Aşıktım ben bu terasa..herşeyiyle..
terasın, kısa boylu yaşlı apartmana bakan köşesine gittim..
sık incir yapraklarından görünmeyen bahçesi, kırmızı kiremitle kaplı üçgen kafasıyla ve
benim tepeden bakan üstünlüğümü kabul edercesine bir olgunlukla ayaklarımın altında yatarken bu yaşlı bina;aynı binanin bahçesinden , bana 'gel 'diyen bir ses duydum aniden..
korkuluğun ,dışarıya bakan kısmına geçtim sorgusuzca..ellerimle korkuluğa tutunmuş bir halde, önümde bu yüksekliğin üstünlüğü ile aramda hiçbirşey kalmamışken, en ufak bir korku hissetmedim..
bu arada belirtmem gereken birşey var..
ben o yaşlarda(şimdiki değerlendirme berraklığımla ulaştığım üzere),ölümsüzlüğe inanıyordum..sanki, ben istesem de ölemezdim..doğrusu;ölmek yada ölmeye sebep olacak herşey benden uzaktı..bu duyguyu, bir inşaatin üçüncü katından kuma atlarken de hissediyordum..aynı duyguyu; caddenin bir ucundan hızla yaklaşan bir arabanın iyice yaklaşmasını bekleyip kendimi umursamazca önüne atıp karşı kaldırıma sağ salim koşturarak geçtiğim anlarda da hissediyordum..ve hatta uzun süre beklediğimiz halde hala patlamamış olan kireç şişelerini elime alıp patlaması için uzakça bir köşeye attığım anlarda da..
hızla gelen arabanın çarpmayacağından emin olarak kendimi sokağın karşısına bıraktığım gibi bıraktım ellerimi..
inanın;havada aşaği doğru süzülürken de herhangi bir korku hissetmedim..hatta yanliş birşey yapmış gibi de hissetmedim..''o an, yanlış birşey yaptığımın farkında değildim''demiyorum, çünkü, sonrasında da, şahit olacağınız gibi asla böyle birşey düşünmeme sebep olacak birşey de yaşamadım..
ayaklarım, yüksek ağaçların üst dallarındaki incir yapraklarına değdiğinde, sırtımdan tutan bir elin beni yumuşakça yavaşlattığını hissettim..ayaklarım yere değmeden önce o kadar yavaşlamıştım ki, sanki sadece yüksekçe bir kaldırımdan aşağı hoplamış bir çocuk gibi bahşenin yumusak, kara toprağına kondum...
yaptığım şey o kadar normal gelmişti ki bana, bahçeye konar konmaz aklıma gelen ilk düşünce; bilmediğim, bana yabancı olan bu bahçeden bir an önce çşkmak olmustu..
binanin ön cephesine dolanıp bahce kapısından sokağa çıktığımda, şimdi betimleyebildiğim haliyle ;yaşlı bir adam gibi yorgun hissettim kendimi..
öyleki, o an tek düşüncem eve gidip yatağıma uzanmak olmuştu..
evimizin kapısını açarken, sıcak güneşin yakıcılığında başımın zonkladığını hatırlıyorum..
sonrasinda, üstümü çıkarıp pijamalarımı giydim, güneş görmeyen odamın gölgedeki serin yatağına uzanır uzanmaz uyudum..
uyandığımda hava kararmıştı..sırılsıklam terlemiıtim. yataktan kalkip ,havanın kararmış olmasından ötürü çoktan işten gelmiş olması gereken annemi aradım evde..
mutfakta buldum onu..
onu görür görmez ilk yaptığım şey ''anne, ben apartmandan atladım..ama birşey olmadı'demek oldu..annem ,elleri köpük içinde yikadığı tabaktan gözünü ayırmadan cevapladı;
--bak sen..hangi apartmanmış bu?
--köşedeki mozaikli apartman..
--başka ne gördün rüyanda
dedi annem..
o an, yasadıklarım bana o kadar gerçek gelirken, o ana kadar hiçbir rüyamı hatırlamayan ben, her sabah okuluna gitmeden ınce kahvaltida rüyasını anlatan ablama özenip anlatmaya devam ettim..
--incir yapraklari okşadı beni anne..kocaman apartmanin en tepesinden atladım ama birşey olmadı bana..
--hadi git yüzünü yıka bakalım dedi annem..
gittim yüzümü yıkadım..yasadiklarımı, akşam yemeğinde babama da anlattim..
kardeşlerim güldüler..babam güldükleri için onlara kızdı, ama ben kaçamak bir bakışla onlara göz kırptığını da gördüm..
ertesi gün arkadaşlarıma anlattığımda, hiçbiri inanmadı bana..
Arkadaşlarım, uyku ve rüyayla ilişkilendirmeden sadece yaşadıklarımın gerçekliğine güvenerek başımdan geçmiş bir olay gibi anlattığım bu olaya, belki de uykudan uyanmış çocuğunun anlattıklarını dinleyen aklı başında gerçekçi birer anne gözüyle bakamadıklarından olsa gerek, rüyadan ziyade bariz bir yalan gözüyle baktılar anlattıklarıma.
ve şimdi, yaşadıklarımı düşündüğümde; çocukluğumdan bu anıma değin bu kadar gerçekçi bir rüya yaşamamış olan ben;bana kesinlikle öyle gelmese de yaşadıklarımın bir rüya olma ihtimali olsa bile, o zaman şimdiki aklım olsa, yaşadıklarımın doğruluğunu ispatlamak için bildiğim bütün kutsal yeminleri ederdim herhalde..
ve sonra biraz daha büyüyüp;ölümsüzlük diye birşey olmadığını yavaş yavaş öğrendiğim sıralarda, bir insanın kendini yüksek bir binadan aşağı bırakıp bir kuş gibi yere konmasının imkansızlığını idrak ettiğim yaşlarda;yaşadığım şeyin gerçekliği ve öğrenilmiş gerceklik bilinci arasında bocalamaya başladım..hatta bunu kimseye anlatmaya cesaret de edemedim..
evet;benim yaşadığım bu gercek;gerçek diye adlandırılan medeniyet kavramına uymazken;ben çok küçükken yüzleştim bilimin acımasızlığıyla...
ben, şimdi;bu hikayeye en az sizin kadar yada her birinizden daha fazla inanırken;ister istemez düşünüyorum;koruyucu meleklerin varlığını...
Ve gazetede, yÜksekÇe bir binadan düşüp burnu bile kanamayan bir çocuk yada bebek haberine rastladığımda;satırı satırına okuyorum
belki benim tek eksiğim; ben atlarken buna şahit olan bir yetişkinin olmamasıydı.
nedense yüzde doksan dokuzumuz dünyanın yuvarlaklığını, kendi gözleriyle uzaydan görmemiş olduğu halde buna inanırken;bu medeniyet ,bu bilimsellik dürtüsü, insanı kendi gözleri ve ruhuna ve bedenine ihanet ettirebiliyor..
ayni benim yaptığım gibi..
Yakında yerine atm yapılacak parktır.. Bütün çocuklar tepkilidirler efendim..
dizilerde hamile olup bebegini aldirmak isteyen kadinlarin oynayan cocuklari gorup kararindan vazgectigi yerdir.
110'un bilinmeyen, az bilinen, değeri verilmeyen şarkısı. neydim ne oldum. neler kaybettim. ardımda neler bıraktım.
köpek gezdirilmemesi gereken bir yer olduğu yönünde tepkiler alıyorum çevreden. 25 kiloluk hayvanı kucağımda taşırım artık!
istanbul'da umuma açık alkol alma alanı olarak algılanır , Cemil nerde içelim bu akşam?? Nerde içecez amk parktan başka.
ilk kez çocuk parkında öğrendim hayatın aslında bir oyun olduğunu. her gözüme kum kaçtığında daha da büyüdüm. salıncaktan düştüğüm de oldu ama sallanmaya devam ettim. birisi gözümde yaş görürse hep: "kum kaçtı." dedim. gerçek sebepleri ve güçsüzlüğümü kendime sakladım tıpkı başkaları gibi. büyüdüğümdeyse oyuncak oldum...
dayımın çocuk bahçesi dediği oyun alanı.
ilkokulumuzun içinde okul arkasında park vardı. beden derslerinde hoca serbest bıraktıktan sonra ve boş derslerde giderdik. salıncağı kapabilmek için koşu yarışı yapardık.
size anlattim mi bilmiyorum.bir gun bir amca aniden cikip kaymisti oynamisti.
sonra elini kolunu cirparak cok mutlu sekilde atlaya ziplaya gitmisti.

park bostu ben de sigara iciyordum.
ya amca iyi iciciydi ya ben uykusuzluktan hayal gordum.

bu da boyle bir animdi.
Oğlumu parka götürmeye korkar oldum. Defalardır çocukların zorbalık yaptığına şahit oluyorum ve aileler sohbet etmeye gidiyor parka; çocuğuyla ilgilenen tek tük anne/baba var. 50 -100 kilo arası kocaman çocuklar parkta koşturarak oyun oynuyorlar ve önlerine bile bakmayıp minicik bebeklere bile çarpıyorlar. 10 yaş üstü kızlar yine aynı şekilde kaydırağın tepesinde saklambaç vs. Oynayıp küçük çocukları itip kakıp, kaymalarını engelleyip, onlara hakaret ediyorlar ; bir keresinde 4 yaşındaki oğlum kaydırağın içinden " sensin salak!" Diyerek çıktı. Meğersem kayarken kızın biri hakaretler etmiş.

Bu aileler nasıl çocuk yetiştiriyor çok merak ediyorum? Ne kadar duyarsızlar sizlere anlatamam hani nasıl olsa kendi çocukları eşek kadar olmuş, kendisini kurtarmış, kime ne yaptıkları önemsiz gözüyle bakıyorlar. Bu ülkede Pedagojik eğitim herkes için şart olmalı. Kazık kadar çocuklarda küçüklerin kaydıraklarından uzak tutulsun. Ayrıca her parka bir güvenlik görevlisi koyulsun. Bu nedir böyle?