bugün

(bkz: sistemin doğruluğunu tartışırken çözümü unutmak)
(bkz: gittim kustum geldim)
(bkz: su ölüm ölüm su su ölüm)
(bkz: cesaret sınavının en kazık sorusu)
(bkz: geldim gördüm güldüm)
(bkz: bir başlıkta iki konuyu birden açıklayabilmek)
(bkz: iradeye karşı konsantrasyonel duruş)
(bkz: kurt yesin beni)
(bkz: okuma anlamazsın)
(bkz: yalı ile dağ evinin takası)
(bkz: kardeşim facebook mağduru hakim bey)
(bkz: uzay çağında türklerin halleri)
(bkz: arkadaşlığın çok uzun yıllar sürmemesinin sırrı)
(bkz: içtiğim akşamların ertesinde daha üretken oluyorum)
(bkz: hayaller gerçek olsa lan)
(bkz: insanın ruh halleri değişime hazır)
(bkz: donsuz bile atlarım denize)
(bkz: idamlığım ama sikseler daha iyiydi)
"Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir güç olmasaydı dünya hâlâ bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı... Çar ve Kayzer ne taç giyerler, ne de tahttan inerlerdi. Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. işte bu yüzden Napoléon da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi."
*
işler iyi de gitse kötü de gitse her zaman yanımda olan biri var. Beraber büyüdük onunla. Aynı okullara gittik. Aynı teneffüsleri bekledik. El ele tutuştuk karşıdan karşıya geçerken. Hâlâ birbirimizi kollarız yaya geçitlerinde. Sabah kalkarım başımda bekler. Yüzünde sanki başka bir dünyadan gelmiş gibi duran acayip tebessümüyle. Bence hiç çıkma o yataktan der, dışarıda berbat bir hava var. Pazardan dönen sinirli teyzeler var. Havada uçuşan serseri kurşunlar var. Ayrıca bütün şoförler yerli yersiz kornaya basıyor.

Arkadaşlarla otururken gelir bazen. Bir parça uzakta durur. Benden başka seveni yok çünkü. Biz güldükçe kollarını kavuşturup küskün bakar. Büyük bir bilmişlikle de vardır o bakışlarında. Yine bana kalacaksın nasılsa der gibi başını sallar.

Kuyrukta beklerken muhabbet ederiz genellikle. Kuyrukta beklemekten zevk alan tek insan diyebilirim. En son Üsküdar’da iki kilometrelik bir iftar çadırı kuyruğunda gördüm onu. Oruç tutmamasına rağmen.

Kaleciye geri pasın serbest olduğu zamanlardan beri maça gidiyoruz beraber. Gelme, uğursuzsun diyorum, gene de geliyor. Kaç sefer yakaladım gol yediğimizde çaktırmadan sevindiğini. Takım tutmuyorum diyor ama biliyorum kimle oynasak onları tutuyor. Felaketlerden zevk alan bir mizacın mı var diye sormuştum bir seferinde. Gerçeklere tahammül edebilecek gücüm var demişti.

Onunla ortak bir şeyler yapmanın da imkânı yok. Ben film seyretmek istiyorum o eski fotoğraflara bakmak istiyor. Sürekli eski günlükleri karıştırıyor. Tam bir şimdiki zaman düşmanı. On beş dakika öncesini bile özlüyor.

Omzumun üstünden bakıyor yazarken. Dudak büküyor. Berbat bir yazarsın diyor. Neden diyorum. Maziye saygın yok diyor. istikbalden haberin yok. Ayrıca üslubun berbat. On beş yaşında bir kızın anlayabileceği kadar bayağısın. Hiç Proust okumadın mı Allah aşkına? Ya ciddi bir şeyler yaz artık ya da bırak bu işleri bir kuruyemişçi açalım.

Ne zaman berbat bir birahanenin önünden geçsek koluma giriyor, gel şurada oturalım diye ısrar ediyor. istemiyorum, işim gücüm var diyorum ama dinlemiyor, kolumdan çekiyor. Paldır küldür giriyoruz içeri, iki bira söylüyorum mecburen. Ben içmeyeyim sağ ol diyor. içmeyeceksen niye getirdin beni buraya diyorum. Lütfen garsonun önünde tartışmayalım diyor. Kafayı bulunca cep telefonumu elimden alıyor, kimseyi arama böyle güzel diyor. Nefret ediyorum yalnız ve sarhoş olmaktan. Hiç kimse yalnızken tam anlamıyla sarhoş olamaz, şahit gerekir sarhoşluk için. O zaman gel onu arayalım diyor. Benim hiç gururum yok mu, nasıl istersin böyle bir şeyi benden diyorum. Seni sevmeyen birini sarhoşken arayamazsın. Seni sevmeyen birini gece yarısından sonra arayamazsın. Seni sevmeyen birini öğleden sonra bile arayamazsın. Belki akşamüstü mesaj çekersin. Olsun yine de arayalım diye tutturuyor. Olmaz diyorum. Herkesin içinde çocuk gibi ağlamaya başlıyor. Ağzını kapatıyorum. Elimi ısırıyor. Şişeyle vuruyorum kafasına o zaman. Küsüp gidiyor. Birkaç gün gözükmüyor ortalıkta. Sonra ansızın çıkıp geliyor yine, hiçbir şey olmamış gibi sarılıyoruz.

Neredeydin diyorum nasılsın iyi misin? Seni özledim diyor. Kalbini kırdıysam özür dilerim kardeşim diyorum. Önemli değil diyor, zaten kalbini ikea’dan almış, söküp takabiliyormuş. Ayrıca yalanlara inanmaya ihtiyacı varmış. Bütün çaresiz insanlar gibi. Bütün hasta yakınları gibi. Dağılan bir okul gibi.

Hüzünlü piç diyorum ona ismini bilmediğimden. O da bana acemi piç diyor. Yok dünyadan haberin. Bir fabrika paydos ederken ortalığa çöken hüznü bilmiyorsun. Bilmiyorsun suya bırakılmış kâğıttan kayıkların gerçek anlamını. Rüzgârda uçuşan torbaları. Moloz dökülmüş arsaları. Bu hızla ölmeye devam edersek bütün dünya mezarlık olacak. Ama sen hâlâ ölümü kişisel bir şey olarak algılıyorsun. Herkes uzmanı olduğu konunun zalimi olmuş. Ben de mi diye soruyorum. Sen de diyor. Ama üzülme. Hiçbir şey bırakmayacağız arkamızda. Çekip giderken sırtımıza saplanacak bir çift göz olmayacak. Enkazımızı toplayıp öyle gideceğiz. Asgari centilmenlik toz olmayı bilmeyi gerektirir.

Acılarımız da birbirine benziyor artık. Birbirine benzeyen parmaklar gibi ama. Her birinin eşsiz bir izi var. Bazen gözlerim doluyor karanlıkta. Ama fısır fısır konuşmaya başlıyor yine kulağımın dibinde, hiç susmuyor, ağlamama asla müsaade etmiyor. Her şey affedildi diyor, hiç ayrılmayacağız diyor. Keşke kadın olsaydın diyorum öyle konuştuğunu duyunca. Bu kış çok kar yağar belki beraber kayboluruz diyor o da bana. Söylediği her şeye inanıyorum o zaman. Gözlerimi kapatıyorum her yer bembeyaz oluyor. Yine el ele tutuşuyoruz iki çocuk gibi. Sessizce söz veriyoruz birbirimize. Sessizce verilen sözlere kim inanmaz.

emrah serbes.
ömür hanımla güz konuşmaları- şükrü erbaş okunması gereken bir yazı. herkesin acısını anlatır biraz.
yoldan geçiyordu durdu.. bir bahçe vardı.. donuk adımlarla, adım- adım bahçenin duvarına yöneldi.. donuk gözlerle çiçeklere baktı, baktı.. çiçekler sıcaktı.. donmuş bir sesle bahçıvana sustu:
- bu çiçekler kesilecek mi? bu çiçekler gidecek mi?
bahçıvan dizlerine bahçeyi çöktü.. yüzüne çiçekleri döndü.. bir ışık yanmayordu, yandı, söndü.. elleri gözlerine baktı, gözleri ellerine aktı.. gözleri ellerini gördü.. elleri kördü.. sönen ışık yandı.. yanan ışık söndü.. dün yağmur yağacaktı, gün döndü, yarın yağdı, bugün dindi.. ağlayacaktı.. kim anlayacaktı.

( özdemir asaf)
Senle yaşadığım…

Kaybetmekten korktuklarına daha çok sarılırsında doyamazsın ya. sen sarıldıkça o nefes alamaz.sen sarıldıkça o gitmek ister ya işte öyle bir şey senle yaşadığım.
Ya da sen gitmek istersin ya. çamura saplanan araba misali. ne kadar çok istersin çıkmayı çukurdan.ama sen gitmek için gaza bastıkça, kaldığın yerden çıkamaz olursun,saplanır kalırsın ya ,işte öyle bir şey senle yaşadığım…
Hayat o kadar monoton ve sıkıcı geldiğinde,dünyalar kadar hediye alsan, eşya da alsan da bir türlü mutlu olamazsın da onun yüzünü gördüğünde sanki sana yeni bir ömür vermişler gibi için içine sığmaz ya işte öyle bir şey senle yaşadığım.
Bilirsin adı yok şanı yok çevrende. istesen de dokunamazsın, istesen de gelmez , istesen de bakamazsın gözlerine ve buna rağmen bilirsin ki; onda sana ait bir şeyler var bilirsin ya, işte öyle bir şey senle yaşadığım.
Bir yanın gelsin ister, diğer yanın gitsin der. Bir yanın özlem duyar, bir yanın azap. Hayatının bir tarafına koyasın orada kıpırdamadan durur, sen arkanı dönüp gitsen bile gidemez ya bıraktıkların; işte öyle bir şey senle yaşadığım.
Gel dersin, gelmesini istemek değildir amacın... git dersin ama sen bir türlü gidemezsin ya işte öyle bir şey senle yaşadığım…
Umutla bakan gözlerini kaybettiğinde, hayatın anlamını bir türlü bulamadığında, sevgiye, sevdaya inancını kaybedip, tüm aşkı için kendinden vazgeçenlere içten içe kızıp, sinirlendiğinde; kendini buz dağının tepesinde bulup da ‘hayatta sevmek gibi bir şey yok demektir’ senle yaşadığım…
Yaşayıp da unutmak istediğin her “anı” içinden defalarca kez yaşayıp yüreğinde derin bir iz bırakmak gibidir senle yaşadığım.
Şimdi soruyorum sana: sen nesin, hayatım da kimsin ki; beni sensiz adım atamaz hale getirdin. geçmişim de yoksun geleceğimde de şimdimde de yoksun. sen kimsin, nesin?
"Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp,
parmaklarımı kanatarak,
kırasıya,
çıldırasıya...

erkek kadına dedi ki:
-seni seviyorum ama nasıl, kilometrelerle derin,
kilometrelerle dümdüz,
yüzde yüz, yüzdebin beş yüz,
yüzde hudutsuz kere yüz.....
Kadın erkeğe dedi ki:
-Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana.
ve artık ben
biliyorum
Fakat neyleyeyim saçlarım dolanmış,
ölmekte olanın parmaklarına
başımı kurtarmam kabil değil.
Sen yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak...
Sen yürümelisin
beni bırakarak..."

kadın sustu.
SARILDILAR...
bir kitap düştü yere...
kapandı bir pencere...
AYRILDILAR............
Eskiden bizim evin karşısında armut bahçeleri vardı. Çocuklar armut çalardı. Şimdi açık otopark var. Çocuklar oto teybi çalıyor. Aslında pek fazla bir şey değişmedi. Ben de değişmedim. Fırsat olsa değişirdim. Kim istemez ki bir uçurtmayla yer değiştirmeyi.

On yedi yaşındayken yanıma bir fahişe geldi, “Sigaran var mı?” dedi. “Kullanmıyorum,” dedim. “O zaman sigaraya başla ve bana ikram et,” dedi. Sigaraya böyle başladım.

Pansiyoner kimliğimle bir kıyı kasabasında manasızca dolaşıyordum o eylül. Tek gözü kör bir kadın yolumu kesti. ilk başta falcı zannettim ama öyle değilmiş. Bir delilikölçer icat etmiş. Kaç metre delirdiklerini anlayabiliyormuş insanların. Kaç kilobayt delirdiklerini de. Benimkini de ölçebilirmiş. “Tamam,” dedim. Kadının her dediğine inanmaya hazırdım. Biraz umutsuz bir durum. Bir siktir git diyenim bile yoktu. Her neyse. Tansiyon aletine benzer bir şeyi koluma taktı. Alet kolumu iyice sıktıktan sonra gözlerimin içine baktı. “Üç metre sekiz kilobayt delirmişsin,” dedi.

“Peki,” dedim. “O zaman ne yapmalıyım?”

“Çok basit,” dedi. “Başparmağınla işaretparmağının tırnaklarını kesip bir peçeteye koy. Üstüne bir tutam tuz ve bir çay kaşığı şeker ekle. Üç gün üstünde taşı o karışımı. Ama kimse görmesin. Üç gün sonra başının üstünde döndürüp lavaboya at. Bir şeyin kalmaz.”

Kadının dediklerini yaptım. Üç gün sonra Ankara’ya geldim. “Tanrım,” dedim. “Bana Konfüçyüs’ün istediğinin tam tersini ver. Bana kitap dolu bir bahçeyle çiçek dolu bir ev ver. Sevgili istemez. Arkadaş istemez. Para istemez. Adalet istemez. Başka bir bok istemez. Sana söz bir roman yazacağım on yedi gecede. ismini de Tanrım Sen Daha iyi Bilirsin Tabii Ama Fincanı Arsenikten Oyarlar koyacağım.”

O gece kaldığım otelin bütün camları kırıldı. Ben yandaki birahanede gol oldu zannettim. Otelin sahibi PKK bomba attı zannetmiş. Oysaki sadece otelin önündeki elektrik trafosu patlamıştı. Otelin sahibi beni kovdu. Bu olay nedeniyle psikolojisi bozulmuş. Kısa Lark’a başlamış. O derece.

Ben gerçeğin peşindeyim. Pek çok insan gerçeğin peşinde. Ama onlardan bir farkım var. Onlar daha iyi yalan söylemek için gerçeğin peşindeler ben sadece gerçeğin peşinde olduğum için gerçeğin peşindeyim. Gerçekse nedir biliyor musunuz? Bartın Karabük yolunda satılan bir çilektir. Dünyanın en lezzetli çileği Bartın Karabük yolundaki Soğuksu Dinlenme Tesisleri’nde satılır.

Bir turizm acentesi kurdum otelden kovulduğum gece. Paket turla maziye götürdüm insanları. Üç kişi katıldı. Geri dönmediler. Onları bekliyorum hâlâ. Çünkü ücretini de ödemediler. Parayı peşin almalıydım.

Yağmurda iki sevgili gördüm bugün. Kurtuluş Parkı’nda. ileride diyecekler ki, “Ne fena ıslanmıştık o gün.” Ben bu konuda yorum yapmayacağım.

Benim de bir sevgilim var. Ona çaktırmadan, sessizce ve katilce yaklaşırım genelde ve birden öperim. Derim ki, “Sakın korkma. Katil balinalar denizlerde yaşar. Karaya gelip seni öldüremezler asla. Buna müsaade etmem doğal olarak.” O da bana der ki, “Tamam korkmuyorum ama öpüşürken gözlerini kapa.” Bir dergide okumuş öpüşürken gözlerini kapatması gerektiğini.

Ne diyorduk. Gerçekler. Evet. Benim sevgilim aslında beni daha beraber olmadan terk etti. Ben de ona telefon açıp sustum. Demedim ki, “Ah! Seni seven bu adamın yüreğini deldin zımbaladın dosyaladın raflara kaldırdın.” Demedim ki, “Sus önce bir dinle! Sen bu cılkı çıkmış filmleri, duygu yüklü ağa paşa dizilerini seyrede seyrede, bu boktan şarkıları dinleye dinleye, hatta beş yaşından itibaren annenin saç fırçasını araklayarak onları söylemeye çalışa çalışa, duygularının esiri ya da efendisi olmuşsun azizem. Artık seninle hiçbir yere kedilersiz gidilmez.”

“Hişt! Sen. Gel böyle. O elindeki ne?”

“Ses kayıt cihazı.”

“Ne yapıyorsun onla?”

“Söylediklerini kaydediyorum.”

“Niçin?”

“Enteresan geldi.”

“Adın ne?”

“Emrah.”

“Emrah ne?”

“Serbes. Sonunda t yok.”

“Memnun oldum. Ben de Saffet Semerci. Benim de sonumda hiçbir şey yok. Peki, sen ne iş yaparsın sonunda t olmayan Emrah Serbes?”

“Öğrenciyim.”

“Bugün ne öğrendin?”

“italyanca seni seviyorum demeyi.”

“italyan bir sevgilin mi var?”

“Hayır, ispanyol dilinde okuyan bir kız var.”

“Niye ispanyolcasını öğrenmedin o zaman?”

“Bütün dillerin temeli italyanca dediler.”

“O da seni seviyor mu?”

“Hayır, ne münasebet.”

“Bugünün tarihi ne?”

“30 Ekim 2004.”

“O zaman şunu da kaydet. Bugün Kurtuluş Parkı’nda, yağmur altında geziyordun. Bir bankın üstünde ‘Emrah Serbes Bu Bankta Delirdi’ yazdığını gördün. Kendine bir isim arıyordun ve ismini Emrah Serbes koydun. Bütün mirasınıysa ölü bir güvercine bıraktın. Öyle oldu değil mi?”

“Evet, öyle oldu.”

“Çok güzel, çünkü bana da öyle oldu.”*
Çocukken bir arkadaşım vardı sadece ön dişlerini fırçalardı. Arka taraftaki dişler nasılsa fazla gözükmüyor diye.
O zamanlar garip geliyordu bu davranışı ama neden öyle yaptığını şimdi anlıyorum. Çürümeyi kimsenin taktığı yok aslında, çürümekten zevk alıyoruz. Yeter ki o çürükler görünür bir yerde olmasın.
Bize bir şey öğretebilecek tek hoca var, utanç. Yirmi küsur yıl okuduk, yüzlerce hoca gördük, hangileri aklımızda kaldı, bizi en çok utandıranlar.
Bütün sınıfın önünde yüzün kızardığında aldığın dersi en süper okulları bitirdiğinde alamazsın. Sınıfın en tembeli bile olsan orada idrak edilmesi güç bir sırra vakıf oluyorsun çünkü.
Esaslı bir bok yediğinde, çürükler ortaya çıktığında yani, bütün toplumun sana karşı nasıl tek yumruk olduğunu orada öğreniyorsun. Toplum derken anne baba da dâhil buna. En sevilen haber ne, çocuğunu kolundan tutup polise teslim eden baba. Yahut çocuğunu polisin elinden alıp dövmeye devam eden anne.
Gazetecilerin kafası genelde az çalışır. Çok fazla bilgi akışı var çünkü; motor hararet yapıyor, sentez yeteneklerini kaybediyorlar. Ama bu mesleki deformasyona rağmen bütün basın mensuplarının çözdüğü bir sır var. En sahici hikâyenin en çürük hikâye olduğu sırrı. Çocuğunu polise teslim eden ana baba haberinin neden rağbet gördüğünü çok iyi biliyorlar. Karısını polise teslim eden koca haberi böyle rağbet görmez ama. Kocasını ele veren kadın haberi de. Hırsızın karısıdır artık o yahut katilin kocasıdır. Doğal suç ortağıdır. O ittifakı hiçbir ihanet bozamaz, hiçbir devlet bozamaz.
Çünkü evliliğin temel prensibi bu, yardım ve yataklık etmek. Belki de insanlar topluma karışmak için değil, topluma karşı iki kişilik bir savunma hattı kurmak için evleniyorlardır. Belki de çürümeyi paylaşmak için. Kim bilir.
Bir seferinde evlilik teklif etmiştim. Evet ya da hayır gibi rutin bir cevap bekliyordum ama başka bir soruyla karşılaşmıştım.
Neden? Beraber çürümek yalnız çürümekten iyidir. Bunun içindi. Bunu söyledikten sonra kabul ettirmesi zor tabii.*
“Apartmanın girişindeki lambayı sen mi kırdın Bülent?”
“Hangisini?”
“Otomatik yanan, sensörlü lamba.”
“Hayır.”
“Komşu görmüş, yalan söyleme. Süpürge sapıyla kırmışsın dün gece.”
Önüme baktım.
“Neden kırdın?”
Cevap yok.
“Hasta mısın evladım? söyle bana, neyin var, neden kırdın lambayı, yapma böyle…”

“Kırdımsa kırdım, ne olacak! çok mu değerliymiş?”
“Lamba senden değerli mi evladım, lambanın amına koyayım, lamba kim? yöneticiye de dedim. Lambanızı sikeyim, kaç paraysa veririz. Sen değerlisin benim için.”
“Beni görünce yanmıyordu baba.”
“Nasıl ya?”
“Görmezden geliyordu, yanmıyordu. Kaç sefer yok saydı beni.”
“E beni görünce de yanmıyordu bazen, böyle el sallayacaksın havaya doğru, o zaman yanıyor.”
“Hadi ya! sahiden mi?”
“Evet. ucuzundan takmışlar. Bizimle bir alakası yok.”

babama sarıldım, yıllar sonra.
bir yazar arkadaşınız yazdıysa çok daha anlamlıdır.

kurallar var dedik ve hiç bilmediğin hayatını hayatıma kattım. merak dahi etmedim kim olduğunu, sormadım bu yüzden. belki hiçbir şey beklemeden birini hayatıma katmak istememden kaynaklanıyordu bu, belki de duyacaklarımın beni üzeceğinden korkuyordum. ne sikimse işte bilmedim, bilmek istemedim o lanet olası boktan hayatını.

hep bir şeyler bekliyor olmakla suçlasan da beni, içinde yer almak istemedim benden sakladığın hiçbir şeyin. özel olayım istedim bu yüzden sadece sustum. gel dedin ikiletmedim, git dedin sen gözlerini kırpıncaya kadar kayboldum. sus sorma dedin, nasılsın diye dahi soramadığım zamanlar yaşadım.

ama korkuyorsun elindekileri kaybetmekten ve gidiyorsun öyle mi?

o içinde boğulduğun lanet hayatı sana ben verdim,
vazgeçemediğin o özgürlüğünü sana ben verdim.
bende tattın beklentisiz yaşamayı, bağlı kalmadan heyecan duymayı, hesap vermeden aşık olmayı...
aşk şarkılarında boğulurken tek kelime aşk sözcüğü kullanmamayı ben öğrettim sana.

gölgemde dertlerini unutmayı verdim sana,
yaşadığın hayatı zaten yaşıyordun, kaçıp sığındığın o gizli bahçeyi ben verdim,
hiç kimsenin yanında, hiçbir yerde, hayatın hiçbir anında yaşamadığın özgürlüğü ben verdim...

şimdi bunun için gittin öyle mi? özgürlüğün için...

umurumda bile değil, seni azad eden de bendim, o ucuz pansiyonun kapısını açıp ellerimle gönderen de.

tek üzüldüğüm şey ne biliyor musun?

kendim için istediğim her şeyden vazgeçerek, sana hayatını, kişiliğini, fikirlerini armağan ederken ben; bir gün birinin bütün bunları senin elinden alacak olması.

şaşırma bu bir gerçek. ama aşkla sarıldığın, ama yanında iyi hissettiğin bir sürtük sana verdiğim özgürlüğünü alacak hayatından. sana söz verdiğim için soramadığım bütün soruları tek tek cevaplayacaksın o sorduğu zaman.

bana cevap olarak dahi vermediğin hesaplar vereceksin.

senden bir gülümseyiş dahi beklemezken ben, "bana ek kart çıkarsana aşkooomm" diyen bir sürtüğe teslim edeceksin benden kaçırdığın özgürlüğünü.
Bir gün tanışacağız, arkadaşlığımızın arkadaşlık düzeyinde kalmayacağını bilerek arkadaş olacağız, sonra sevgili.
Bir ay, altı ay, üç yıl. Sonra ben, bir akşam ya da sabah ya da gece yarısı, henüz sen beni terk etmemişsen tabii, herhangi bir neden belirtmeden çekip gideceğim.
Çünkü veda konuşmalarını beceremem. Becerebilseydim altı sene önce evlenmiş olurdum. Nasıl ayrılacağımı tahayyül edemediğim için evlenemedim. Ama bu ayrı bir konu. (Ve sana –bir cümleye “ve” ile başlamanın ona ilahi bir ton kattığını Jonathan Safran Foer’den öğrenerek kullanmaya karar verdiğimi de belirtmek isterim– erkek dünyasının tam kalbinden bir tavsiye, bu tarz dostane veda konuşmalarını becerebilen adamlardan uzak dur lütfen.
Onlar bir gece uyanıp seni kıtır kıtır kesebilecek kadar kendine güveni yerinde adamlardır. Onlar en düşmanca hislerini bile dostane biçimde ifade edebilen gerçek erkeklerdir, onlar ergen değildir. Ece Temelkuran ne güzel kadın.)
Her neyse. Ve sen kendini bok gibi hissedeceksin. Haklı olarak. Ve üzüleceksin. Ve sen üzüldüğün için ben de üzüleceğim. Ama bunu çaktırmayacağım.
Ve sen benim taş kalpli ve vicdansız biri olduğumu düşüneceksin. Götün önde gideni olduğumu düşüneceksin. Bu düşüncelerini bir terbiye süzgecinden geçirip smslere dökeceksin. Ve ben onları okurken şöyle düşüneceğim, “Sanırım ben bu dünyaya insanların kalbini kırmak için geldim.” Sonra bir gece saat ikide, alkollüyken telefon açıp bağıra çağıra dökeceksin içindeki bütün zehri. Ama benim kafam o an yazdığım şeyin zehriyle dolu olduğundan senin zehrinden etkilenmeyeceğim ve diyeceğim ki, “Yarın akşamüstü bir kahve içmeye ne dersin?” Ve sen de diyeceksin ki, “Yarın akşamüstü gelip seni bıçaklamama ne dersin bencil piç? Bip bip bip biiiip…”
Her neyse. Dışarıda kahve içmekten nefret ederim zaten, evde yeterince içiyorum. Kahve içelim dememin nedeni, bira içip duygusallaştıktan sonra aynı döngüye tekrar başlamaktan korkuyor olmam. Sonuçta bir gün, o kahveyi barış içinde içeceğiz, havadan sudan konuşacağız, herkesin herkessiz yapabileceğini bildiğimizden (Tezer Özlü ne güzel kadın); kendimizle, o ana kadar ki bütün aptallıklarımızla dalga geçebileceğiz ve en sonunda, “Ne güzel böyle, bunu her zaman yapalım,” diyeceğiz. Masaya gelen, donmuş sümüğü üst dudağına yapışık çocuktan selpak ve bu işi sadece hayır için yaptığını iddia eden adamdan tükenmez kalem alacağız. Selpak mı? kalem mi? diye soracağım. Tabii ki de kalemi seçeceksin.
Sonra aramızdaki sessiz anlaşmaya uyarak, bir daha bu kahve faslını hiç tekrarlamayacağımızı bilerek, ayrı yönlere gideceğiz.*
(bkz: el yazısı)
vaktimi sana emanet ettiğimde
ve senin kıymetli dakikaların
vaad ettiğim huzura doğru gittiğinde
virajları tek tek aşacak ve
varacak bu mısraların sırrına
varlıkta çift aslında tek olan iki kalp.
Babam fabrikadan aldığı maaşının yarısıyla yirmi sene boyunca taksit ödeyip inan Yapı Kooperatifi’nden bir daire sahibi oldu. Taksitlerin bittiği ay deprem oldu, ev yıkıldı. Tek yumrukla nakavt. Her zaman böyle olur. Mutlu olmak için bir sürü faktörün bir araya gelmesi gerekir. Mutsuzluk için tek neden yeter.

O sene üniversiteye başladım, depremzede olduğum için başbakanlık bursu bağladılar, geri ödemesiz, eski parayla ayda 100 milyon. Sene 99, çok iyi paraydı benim için. Belki de bu yüzden evin yıkılmasından gizli bir zevk de aldım. Ama o felaketten aldığım gizli zevk yüzünden olsa gerek yıkılan ev peşimi hiç bırakmadı. Hâlâ ana mekanın o ev olduğu kabuslar görüyorum.

Banka kartı Zeynel Abi’de duruyordu. Burs yatınca Vakıflar Bankası’ndan parayı çekiyor, sonra defterdeki hesabımla elindeki parayı karşılaştırıyordu. Genelde borçlu çıkıyordum. O sene takıldığım birahanenin sahibiydi. Borca mahsuben, boşalan bira fıçılarını götürüyor, dükkan önünden doluları getiriyordum. Ayrıca çok sarhoş olan müşterilere, sağda solda düşüp kalmasınlar diye taksiye kadar eşlik ediyordum ve bütün bunları yaparken esprili olmaya da gayret ediyordum. Maddi durumun kötüyse kendini sevdirmek zorundasındır. Ekonomi politiğin insan mizacını belirlemesi de diyebiliriz.

Zeynel Abi’nin yerinde bir aile gibiydik. Ama Yudum reklamında, yağın ne kadar hafif olduğunu anlatmak için yemek sofrasında otururken birden uçmaya başlayan o aile gibi, o derece absürt. Çeşit çeşit adam vardı. Erkek mekanıydı. Sonra bir gün o tabu da yıkıldı. Akşamüstü beşi çeyrek geçe. içeri giren kadın otuz beş yaşlarındaydı, o ana kadar gördüğüm en güzel kadındı. Belki de olması beklenmeyen bir yerde gördüğüm için öyle gelmişti. Tam bilemiyorum.

Kadın barın önünde durunca Zeynel Abi önce kadına sonra da birahanenin içindeki herkese dikkatle baktı. Bu kamera şakasını kimin tertip ettiğini anlamaya çalışıyordu sanki. Kadın viski istedi. Haliyle viski içilebilecek türden bir yer de değildi. Zeynel Abi, bir gözünü kadından ayırmadan, rafta durmaktan sararmış Ankara viskisinin tozunu aldı, rakı bardağına duble rakı ölçüsünde koyup verdi. Kadın kendisine bakanları umursamadan bardaktaki viskiyi bir dikişte içti. Bir tane daha istedi. Onu da aynı şekilde içip gitti. Ertesi gün de tekrarlandı bu olay ve sonraki günlerde de. Saat gibiydi, her akşamüstü geliyor, iki duble viskiyi fondip yapıp hiçbir şey söylemeden gidiyordu. ilk başlarda merak ediyorduk, kimin nesidir diye uzun uzun tartışıyorduk, sonra ona da alıştık. insan her şeye alışıyor. Bunu uzatmayacağım, Dostoyevski, Ölüler Evinden Hatıralar’da, bu her şeye alışma durumunu bütün tafsilatıyla anlatır.

Sonra bir akşamüstü kadın gelmedi. Zeynel Abi, belki geç gelir diye normalden bir saat sonra kapattı birahaneyi. Ama o kadın bir daha hiç gelmedi. ilk başlarda yine merak ettik, birden ortaya çıkan kadının niye birden yok olduğunu tartıştık uzun uzun. Öldü diyenler oldu, devlet memuruydu başka bir ile tayini çıktı diyenler oldu, Yunan ajanıydı deşifre olunca Kıbrıs Rum Kesimi’ne gitmek zorunda kaldı diyenler bile oldu, çeşit çeşit komplo teorisi. Sonra onun yokluğuna da alıştık. Bu duruma en çok Zeynel Abi bozuldu çünkü bir yerlerden ucuza iki şişe kaçak Jack Daniels almıştı. Kaçak viskinin öldürmediği zamanlar. Paşabahçe’den viski bardağı bile almıştı. Bu kadar yatırımdan sonra kendini aldatılmış hissediyordu doğal olarak.

Varlığına da yokluğuna da alıştığımız kadını bir yıl sonra falezlerde gördüm. Gözlerini karanlık sulara dikmiş içiyordu. Yanına oturdum. “Siktir git,” dedi. Elinde hazır beklettiği sustalıyı açınca kalkıp yürüdüm. Arkamdan, “Bir dursana,” diye seslendi, durdum. “Ben seni nereden tanıyorum,” dedi. Durumu anlattım. Bıçağı kapattı. “Her gün gidiyorsun mu oraya?” diye sordu.

“Hayır,” dedim. “Haftada altı gün. Sen niye gelmiyorsun artık.”

Cevap vermedi. Önündeki J&B şişesinden bir yudum aldı. Sonra bana uzattı. Ben de bir yudum alıp yanına oturdum. içki şişelerine dandik plastik zımbırtıların takılmadığı zamanlar. Sustalıyı tuttuğu elinde bir de kağıt mendil vardı. Ağladığı için rimele bulanmıştı.

“Seni kim üzdü bu kadar?” diye sordum.

“Boş ver.”

“Çok mu özel?”

“Hayır, çok klasik.”

“Anlıyorum,” dedim. “Kadınlar bekliyorlar, güvenebilecekleri bir adam arıyorlar. Sonra da o adamın piçin biri olduğu ortaya çıkıyor. Ve böylece bir kere kırılması gereken kalpleri iki kere kırılıyor.”

“Sen kaç yaşındasın,” dedi.

“Yirmi bir,” dedim, on dokuz olduğum halde.

“Hiçbir bok bilmediğin halde her şeyi bildiğini zannediyorsun,” dedi. Saldırgan bir tavırla söylememişti bunu. Birine en sert lafı söyle ama yumuşak bir ses tonuyla, gülümseyerek söyle o lafı, alınmak istese bile alınamaz.

“Kız arkadaşın var mı?” diye sordu.

“Bazen.”

“O nasıl oluyor?”

“Sadece sarhoşken gidiyorum. Bazen içeri alıyor, bazen almıyor. Hiçbir şey içmiyor ama kafası benden güzel. Komşulara kuzen numarası yapıyoruz. Karışık bir durum.”

“Onu elinde tutmak istiyor musun?”

“Bazen.”

“O zaman onu sürekli suçla,” dedi. “Bazen suçlama sürekli suçla. Suçsuzluğunu kanıtlayamadığı sürece sana kötü davranamaz.”

“Niye öyle yapsın ki?”

“Çünkü kadınlar doğuştan suçlu olduklarına inanmaya yatkındırlar.”

“Tamam,” dedim. “Bunu değerlendireceğim.”

J&B bitti, parkın karşısındaki tekelden bira alıp geldim.

“Ne iş yapıyorsun?” diye sordu.

“Ansiklopedi işindeyim.”

“Ansiklopedi mi pazarlıyorsun?”

“Hayır, yazıyorum.”

“Ne Ansiklopedisi?”

“Hisler Ansiklopedisi. insan duygularını sınıflandırıyorum. Biraz saçma gözükebilir ama gerçek. Üçüncü cilde geldim. Üçüncü defter yani.”

“A’dan Z’ye mi gidiyorsun?”

“Hayır, en zararsız duygulardan başladım en çok yaralayanlara doğru gidiyorum.”

“iyi o zaman,” dedi. “Bir gün bitirirsen haber ver. Okumaya sondan başlayayım.” Biraları bitirdik, telefonları kaydettik, gün aydınlanırken aksi istikametlere yürüdük. Bir hafta kadar sonra aradım, soğuk konuştu. Bir daha aramadım.

Aradan bir sene daha geçti. Kafam çok bozuktu, bir gece “bazen” gittiğim kız arkadaşımın evine gittim yine. içeri almadı. Kapıyı çalıp durdum, umursamadı. Yönetici geldi, bağırıp çağırmaya başladı, beni göğsümden itti. Sonra da cep telefonuyla polisi arayıp apartmana bir sapığın dadandığını söyledi. Öyle söyleyince adamın ağzının ortasına bir tane vurmak istedim ve aynı anda da vurdum. Sanki düşünce gücüyle vurmuştum. Karısı bir çığlık attı. O çığlığı duyar duymaz yaptığıma pişman oldum. Kaçacaktım ama diğer komşular da gelip çevremi sardılar. Apartmanın önünde polisi beklemeye başladık. Beş dakika sonra gelen ekip aracından bir sivil polis indi, önce telsizle kafamı yardı sonra da derdimin ne olduğunu sordu. Benden daha sarhoştu. Kuzenime geldiğimi söyledim.

“Gel böyle,” dedi. Gittik kapısını çaldık, “Bu senin kuzenin mi?” diye sordu beni gösterip. Elimi kafamdan çektim, avucumdaki kanı gösterdim.

“Evet,” dedi. “Uyuyakalmışım duymadım.”

Polis nüfus cüzdanımı alıp bir gözünü benden ayırmadan elinde evirip çevirdi, doğum yerime baktı, “Depremde bir şey var mı?” diye sordu.

“Vardı kalmadı,” dedim. Önceden hazırlanmış bir espri.

“Geçmiş olsun,” deyip gitti.

Sabaha karşı mutfakta oturuyorduk, kafamın yarılan kısmına tentürdiyot sürerken özür diledi. Neden özür dilediğini sordum. “Hep benim yüzümden,” dedi.

“Kendini suçlamana gerek yok. Benim serseriliğim.”

“Kapıyı açsaydım böyle olmayacaktı.”

“Kapına dayanan bir sarhoşu içeri almak zorunda değilsin.”

Tentürdiyotlu bezi kafama bastırırken, “Canın çok acıyor mu?” diye sordu.

“Biraz.”

“Hep benim suçum.”

“Hep senin suçun değil,” dedim. “insan kendi felaketini seçemez. Kendi felaketine aktif katılım içinde olabilir ama yine de onu seçemez. Yıkılmak için dizilen domino taşları gibiyiz. Biri gelir sana çarpar, seni yıkar ama onu da başka biri yıkmıştır. Biraz tepeden, soğukkanlı bir zaviyeden bakınca göze hoş gelen bir görüntü aslında. Kendi felaketinden bile zevk alabilirsin böylece. O felakette seni diğer insanlara bağlayan şeyi görürsün çünkü. Bu durumda herkes suçlu olduğuna göre hiç kimsenin suçlu olamayacağını anlarsın. Herkes birbirini yıkar. insana kim vurduya gitmek yakışır.”

“insan iradesini hiçe sayıyorsun o zaman.”

“Hayır,” dedim. ”insan iradesine hayranım. iradeli insan yirmi sene çalışıp bir ev alır ve sonra o evin yirmi saniyede yıkıldığını görür. Her şeyini kaybetmiştir ama pes etmez, yirmi yılının boşa geçtiğini anlamıştır ama bunu kimseye çaktırmaz. Sonra cebinde taksi parası bile kalmadığından bir bayram arifesinde otogara valiz taşımak zorunda kalıp kalp krizi geçirir. Hastaneye götürürler ama hastanede yeterli teçhizat yoktur. iradeli insanı bir ambulansa koyup başka bir hastaneye gönderirler. Ama başka iradeli orospu çocuğu insanlar ambulansa yol vermezler ve o iradeli insan hastaneye varamadan trafikte ölür. Ambulansın sirenleri iradeli insan ölmemiş gibi çalmaya devam eder bir süre daha. Sirenler çalarken iradeli insanın kafasından geçen son düşünce de ‘Ben nerede yanlış yaptım,’ olur. işte sana babamın ve insan iradesinin hikâyesi.”

“Ansiklopediyi ne yaptın?”

“Vazgeçtim.”

“Niye?”

“Hissedecek bir şey kalmadı.”

“Şimdi ne yapacaksın?”

“Bilmiyorum,” dedim. “Zeynel Abi’nin yerini bırakıp başka bir yer arayacağım, çünkü hep kendime bir yer aradım. Kartı da geri almayacağım.”

“Saçmalama,” dedi.

“Bursu kestiler zaten,” dedim.*
http://galeri3.uludagsozluk.com/160/pucca_248953.jpg
Ayşenur’un ablası ilgisizlikten öldü. 36 yaşında. Bir sefer mutfakta tencere tava arasında ağlarken görmüştüm onu. Alakasız yerlerde ıstırap çekmek ıstırabı ikiye katlar. Bir mezar başında ağlamak çok daha makuldür, kimse neden diye sormaz. Piknikte çekilmiş bir fotoğrafı kaldı, kalmasa daha iyiymiş, yapıştırılmış gibi duruyor, sanki yok.

işler yolunda gitmiyorsa mazi denilen şey bir enkazdır ve hatıraların da son kullanma tarihleri vardır. Küflenirler, kokuşurlar, bozulurlar. Mezunlar derneğine pilav yemeye gidenlerin çoğunun halinin vaktinin yerinde olması tesadüf olamaz. Ancak şimdiki halinden memnunsan geçmişi hatırlatacak organizasyonlardan keyif alırsın. Hatta geçmişin ne kadar boktan olursa aldığın keyif de o kadar artar. işler yolunda gitmiyorsa hiçbir yere de gidemezsin. Ardında bırakacak bir şey yokken kim gidebilir. Hiçbir yere doğru uzun bir yürüyüş, bunu kim göze alabilir.

Ayşenur, gizemli, kindar ve çok güzel bir kızdı. Sahilde görmüştüm, seneler önce, kapkaranlık bir gündü, okullar kar tatilindeydi. “Benim yüzümden mi?” diye sormuştu. Ablasının kendi yüzünden öldüğünü düşünüyordu. Mahcup, tereddüt içinde, avutulamaz. “Evet,” diyemedim. Böyle durumlarda dürüstlük insanı en çok yaralayan şeydir. Bir soru sorduğumuzda dürüst bir cevap beklemeyiz. Bizi hayal kırıklığına uğratmayacak bir cevap bekleriz. “Hayır,” da diyemedim. “Boş ver,” dedim.

Yağmur durur ama saçaklardan ve ağaç dallarından damlamaya devam eden taneleri kalır. Hiç kimse bıçakla kesilmiş gibi terk edemez bu dünyayı. Bir insanın tam manasıyla ölmesi için onu hatırlayan hiç kimsenin kalmaması gerekir. Bu memlekette milyonlarca ölü yaşıyor bu hesapla bakarsak. Kimsenin siklemediği insanlar. Ateşböcekleri gibi, görünmek için karanlığa muhtaçlar. Belki bir gece nezarethaneleri andıran demir parmaklıklı zemin katlardan çıkarlar ve ışıltılı bir mezarlık mahallesi kurarlar. Sonra da silahlanıp gelirler ortalığın anasını sikerler. Herkesi öldürürler. Herkes öldüğü için de herkes unutulmuş olur. Böylece eşitlik sağlanmış olur. Bir Tanrı varsa eğer o gece kendini de bağışlamak zorunda kalır.

Bir insan pencereyi açıp sokağa atlayabilir ama hiç kimse pencereyi açıp “Bana acıyın,” diye bağıramaz. Ayşenur’un ablası dördüncü kattan atladı, hastanede öldü, bir hafta sonra. Onu hatırladıkça Görünmez Adam filmi geliyor aklıma. Görünmez bir kadın görünmez bir duvara çarptı ve kimse bunu görmedi.*
Ahmet, hayatımda tanıdığım en iyi çalım atan adamdı. Karşı takımdaki herkesi çalımlamadan gol atmak istemediğinden topu kaleye değil de taç çizgisine doğru sürdüğü bile olurdu. Annesi hastaydı. Bir gece öldü. Ertesi gün bütün arkadaşlar kendi annemiz ölmüş gibi ağlamaya söz verdik. Çünkü Ahmet’in bu acı olay nedeniyle futbolu bırakmasını istemiyorduk. O gün Ahmet’le beraber herkes ağladı ama ben bir türlü duyguya girip ağlayamadım. Ortalıktan kayboldum, ağlamış süsü vermek için kızarana kadar gözlerimi kaşıyıp geri döndüm. Ahmet sonraki günlerde de ağlamaya devam etti. Biz de gözlerimizi kaşıdık. Bizim çocuklara da göstermiştim bu numarayı. Ahmet, annesinin öldüğü günlerde ne zaman bizi görse gözlerimiz ağlamaktan kızarmış gibiydi. Bir yalanı söylemek kolaydır, sürdürmek maharet ister.

Ahmet’i yıllar sonra Ankara’dan kurban bayramı tatili için geldiğimde gördüm. Bir Kartal SLX almış, önümde patinaj yaparak durdu, sarıldık. “Atla Çınarcık’a gidelim,” dedi. Atladım. Arabayı da top oynadığı gibi kullanıyordu; solluyor, sağlıyor, makas atıyor, yolun ve emniyet şeridinin bütün imkânlarını kullanarak bir şekilde geçiyordu önündeki aracı. Koruköy’de arabayı manzaraya çektik, Ahmet ot sardı, ben de tekelden bira aldım. Kafayı iyice bulduktan sonra Kale Disko’ya gittik ama damsız almadılar. Ortak bir kız arkadaşı aradık. Geldi bizi içeri soktu. ikimiz birden kıza yazmak zorunda kaldık çünkü çok çirkindi. Acıma duygusu uyandıracak kadar çirkin. Çok durmadı gitti zaten, kendisine mecburen yazdığımızı anlayacak kadar temiz kalpliydi. O gittikten sonra dedim ki, “Ahmet, biz o zaman yalandan ağlamıştık.” Ne demek istediğimi anlamadı. Annesi öldüğünde bizim kendisiyle beraber ağladığımızı unutmuş. Onun böyle bir şeyi nasıl unutmuş olabileceğini de ben anlamadım. “Ahmet,” dedim. “Büyük bir fedakârlık ve sahtekârlık vardı orada. Sadece sekiz yaşındayken aynı anda fedakâr ve sahtekâr olabilirsin. Ondan sonra çözerler seni, hiçbir yamuğun kaçmaz gözlerinden. Bak kız da gitti, niye gitti, kendimizi borçlu hissettiğimiz için ona yazdığımızı anladı çünkü.”

Üç sene önce çirkin kız duygusal bir muhasebeciyle evlendi. Ahmet de Samanlık yolunda öldü. Öndeki aracı yine geçmiş ama direksiyon hâkimiyetini kaybedince yol kenarındaki asırlık ağaçlardan birine toslamış.

Geçen yaz eski arkadaşlarla sahilde oturuyorduk. Ahmet’in annesi öldüğünde yalandan ağlayan arkadaşlar. “Kalkın gidelim,” dedim. “Ahmet’i öldüren ağacı keselim.” Bahçe malzemeleri satan bir arkadaştan elektrikli testere aldık. Mühendis bir arkadaş da, ağaç üstümüze ya da yola değil de kenara düşsün diye, hangi açıyla nereden nereye doğru kesmemiz gerektiğini gösterdi. Ama elektrikli testere sesine yakınlarda oturan insanlar uyandı. Meseleyi çaktılar. Jandarmayı aradıklarını söylediler, biz de kaçtık.

Ahmet’i öldüren ağaç hâlâ orada. Ahmet 130’la girdi, biz kenarından yonttuk, biraz yamuldu ama hâlâ inatla duruyor. Önünden her geçtiğimde buruk bir öfkeyle bakıyorum o ağaca. Ne zaman bir ölüm haberi alsam, ne zaman bir şeyleri düzeltmeye çalışırken daha beter etsem, ne zaman kendimi bok gibi hissetsem aklıma o ağaç geliyor. iyi çalım atan bütün çocuklar için, çirkin ve temiz kalpli bütün kızlar için, bir gün o ağacı indireceğiz.*
Bana uzun cümleler kurma, anlayamıyorum. Aklım uzağıma düştü bu gece. Avucuma yemiş kabukları sıkıştırıp itilmiş bir çocuk gibi. Susma demiştim en son. Sustuğunda üşüyorum. Sustuğunda ben dilek tutamadan yıldızlar kayıyor…
O saatler boyu kendini izleten tablosunda olduğu gibi Dali’ nin, içimden çekmeceler dökülüyor. Sakladıklarımla yüzleşince korkuyorum. Saklamak yasak olsa ne iyi olurdu. Bir şey sindirilmeden yeni duyguya kapalı olsaydı ruh. Ne ütopik…
Bir yolda yürümek bir cümle kurmaktan daha kolay oysa. Ne tek kelime dökülüyor dilinden ne bir adım öteye gidiyorsun. Ne sakladığın ellerini gösteriyorsun ne de bana düşlerinden bahsediyorsun.
içimden benler dökülüyor. Dedin ya yükseklere bakma. Yapamıyorum. Seninle aynı gökyüzüne bakmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Aynı dünyada yaşayıp ayrı dünyada solumak… Kaybettiğim tüm anılarım hatırımda bu gece. Uzun cümleler kurma bana sen yinede…
Tam da bu saatte çevirmeyi seviyorum başımı göğe. Oysa bakma dedin…
Bakıyorum… Bu gece ve her gece sende bakıyorsun. Ve biz belkide bile bile sadece o maviliği paylaşıyoruz. Salt bir renk, bir doku belki bir koku…

(*)Heinz Kahlau
Susam mı, simit mi daha önce siyasallaşır?

• Paragraf duşa girmiş, üç noktalar gideri tıkamış.

• Kapağı açılmış bir buzdolabı size soğuk gelebilir ama her şeyini paylaşmaya hazır olduğuna emin olun.

• Odanın penceresinden gördüğün güneşin bir medya projesi olmadığına garanti verebilir misin? Kıpırda. Sen orada otururken kim bilir kaç küçük sır dünyayı dolaşıyor.

• Valizlerin tarihsel dönüşümü, tekerleğin icadından bu yana beş bin yılda gelişen medeniyeti seksen yılda özetledi.

• Kulaklıklarımı çıkarıp “Ne dinliyorsun?” diye bağırdı. “Çok acayip, sesin görüntüden sonra geliyor” dedim.

• Sular kesilince çeşmeler konuşmaya başlar.

• Edip Cansever’e mendilini imzalatan birisi, müsait pozisyonda pas vermek yerine şut çeken oyuncuya benzer. Ne olur, en fazla gol olur. Halıları rulo yapmak yerine kâğıt gibi katlayan halıcının gurbete giden oğlundan yirmi yıldır mektup beklediğini öğrenirsen senin de içine bir overlok hüznü oturur. Camdan saray yaptıran kral, halkın sarayını başına yıkmasından önce delirmiş karasinek vızıltısından belasını bulur. Sosyal bilgiler dersi öğretmeninin her dersine konunun uzmanını getirdiğini duyan geometri hocası, konileri anlatması için seyyar çekirdekçi çağırınca kuş sesleri daha net duyulur.

• Kaprisli bir kadına “nar tanem” demek yetmez, onu toptan almadığına ikna etmen lazım.

• “Bu hafta beyazperdede ne var?” dedi gazeteci. “Leke” dedi çamaşır suyu reklamcısı.

• ingiliz şair Rudyard Kipling’in isminden “Paul Dirk Grindy” çıkıyor. Hangisi anagram?

• Kuzey kutup dairesi başkanı üşümüş, kalorifer dairesi başkanı olmuş. Dünya böyle dönüyor.

• Muktedir, fillerin sol arka ayağını düşünmeyi yasaklar. Seçmenlerin bir kısmı neredeyse içgüdüsel olarak fillerin sol arka ayaklarına şiirler yazmaya başlarken, bir filin dört ayağı olmasına rağmen düşünme serbestliğinin üç ayağa indirgenmesinin adil olmadığını iddia ederken, başka bir kısmı da ivedilikle duvarlarındaki resimlerden fillerin sol arka ayaklarını kesmeye girişir, belgesellerde sol arka ayakları mozaikler. insanlar fillerin sol arka ayaklarını düşünmek istediğinde hükümet; “Filleri bu kadar sevdiğinizi bilmiyorduk. Fillerin ayaklarını düşünmek yasaklanmış değil, sadece kısıtlama getirildi. Kimse fillerin sol arka ayakları olmasın demiyor, çarpıtmayın. Kamu yararı adına hayvanlar âlemine yönelik kimi kısıtlamalar getirmek devletin görevidir. Siz leoparların sokakta özgürce dolaşmasını ister misiniz? Maymunların her istediğinde sizi çimdiklemesinden memnun olur musunuz? Ayrıca soruyoruz: Siz ön ayakları acıyan filler için ne yaptınız?” der. Muktedirin her zaman bir bildiği, her zaman yedek anahtarı ve ince uçlu şarj aleti vardır. Taraf olmaya yetecek vakti veya hevesi olmayan vatandaş sorar: “Fil mi? Niye? Ne zaman?”

• “Toprak otu verir, inek otu yer” dedi Aleksi Pavloviç. “Sen ineği yersin, toprak seni alır.”*
kendi yazdıklarım haricinde yılmaz özdil, rıza zelyut gibi yazarların yazıları.
latin alfabesiyle yazılmış olan yazılardır. * * *
Yazan iyidir.
bu cümle birçok kişi için bir şey ifade etmez. ifade edenlerde zaten sevdiğine hasret yaşar ölür gider. ha onsuz yapamaz mı? yapabilir . ona ihtiyaç duymaz onu sadece sever. sevdiğini saklama gereği duymaz.
ben onu sevdim ya o bana yeter. o içtiğimiz 40 yıl hatırlık kahve bana yeter. sen bana yetersin seninle karşılaşma ihtimalimiz bana yeter.
-geçerken fakültenin önünden bir toparlanırım kıyafetime saçıma başıma bi elim gider istemsizce.
hani o ihtimal var ya o ufacık seni görme ihtimali...her zamanda eli boş dönerim.
sen üzmedin hiç beni sen öğrettin bana karşılık beklemeden sevmeyi. sen öğrettin bana günde 3 taneden fazla türk kahvesi içmemek gerektiğini. kız çocuklarını çok severmişsin ya hani bende erkek çocuklarını çok severim.
bir volkan konak , orhan gencebay olamam ama ben seni sevdim ya o bana yeter. ben seni gördüm,tanıdım ya o bana yeter. seni sen olarak sevdim sen bilmesen de. seni böylesine delice seven biri olduğunu bilmeden yaşıyorsun belki arada yalnız hissediyorsun. kendime kızdığım tek nokta bu. sen yalnız hissettiğinde ben yanında değilim.
sen üzüldüğün de birine ihtiyaç duyduğunda senin en çok yanında olacak olan ben, yanında değilim. tutamıyorum ya o ellerini o koyuyor bana.
belki sevgilin var onun elini tutuyorsundur, tut ellerin boş kalmasın. ama tuttuğun o el benim senin elini tuttuğumda olacak olan bağ gibi değil. ben senin eline değdiğimde bile kalbim hızlandı, karnıma ağrı girdi, ellerim terlemişti. ya bir de tutsaydım? bitecek miydi? ben senin elini tuttuğumda huzuru mutluluğu güveni sana da geçirecektim. sensiz de mutluyum ben ama sen olsan ne iyi olurdu seni mutlu edebilirdim. beraber gülebilirdik .
ya en güzeli beraber bisiklete binip gezebilirdik.
evimiz diyebilmek isterdim muhabbet kuşumuza kedimize köpeğimize balıklarımıza beraber isim vermek isterdim. seni sevmemin bir sebebi de bu zaten sen de hayvan seversin benim gibi.
sana gelip itiraf etmek istemez miyim ben? bilmeni istemez miyim seni böylesine seven biri var anlatmak istemez miyim? isterim..
ama gelin bir de şu yönden bakalım bu aşka;
bir yanda annen baban varken seçimi yapanlara çok imreniyorum. sensiz mutlu olabiliyorum ama annemsiz babamsız mutlu olamam. yapamam ben o seçimi...
kültürün verdiği yetkiye dayanarak girmiyorum hayatına.
evrenin değil ama insanlığın verdiği o mükemmel güç yüzünden yatamıyorum omuzunda.
öpemiyorum yanaklarını masumca , koklayamıyorum tenini .
sana yemek yapamıyorum ya bu da çok koyuyor bana.

sen başkalarının elini tutarken ben seni seviyorum ya bu yeter bana.

volkan konak.
Erotik dergilerdeki abuk sabuk abaza fikirleri ile çıkan hikayelere bayılıyorum!
Bir tanesinde adam teyze-yengesini **** hatunun kocası geliyor grup yapıyorlar!!
Nasıl bir dünya lan buu?!?!?!!
güncel Önemli Başlıklar