bugün

Rahmetli Metin Oktay jübile maçını Fenerbahçe ile oynamak ister. Bunu teklif etmek üzere Fenerbahçe kulübüne gider ve yönetici Eşref Aydın ile görüşür ve ikili arasında şöyle bir konuşma geçer.

Metin Oktay: Ben kariyerimin en güzel en unutulmaz maçlarını fenerbaçe'ye karşı oynadım. eğer siz de kabul ederseniz son maçımı da Fenerbahçe'ye karşı oynamak isterim.

Eşref Aydın: kabul ederiz fakat bir
şartla. fenerbahçe kulübü ve taraftarı her zaman sana hayrandı ve seni Fenerbahçe forması ile görmek isterlerdi. 10 dakikalığına da olsa fenerbahçe formasını giyer misin?

Metin Oktay: Şeref duyarım

Ve jübile maçında Metin Oktay ile Fenerbahçeli Can Bartu formalarını değiştirir. kısa bir süreliğine Metin Oktay Fenerbahçe Can Bartu ise Galatasaray forması ile mücadele ederler.
''Ne istedim biliyor musun?
Eller yukarı...!
Bu bir soygundur.
Halk kütüphanesinde geçti bir gün aklımdan
Hiç düşünmeden kalktım ayağa
Bağırdım sonra
Sonra..sonra..sonra..
Anladım ki hukuku düzeni bozanlar yazmalıydı aslında...''

Genzini yakan bir kokuyla uyandı. Uyanmayı en sevmediği saatte, en sevmediği şekilde. Kalın siyah perdelerini özenle seçmişti oysaki sırf bu nedenden. Sabahın ilk ışığını yüzünde hissetmekten haz etmezdi doğduğundan bu yana.
insanların bir çoğundan farklı olarak ümide anlam yüklememişti hayatında. Siyah kalın perdelerinin çapraz duvarında odasına ait tek dekor olan bir pano asılıydı.
'' Ümit mi? Ümit en son kötülüktür!''
Bu neydi şimdi dedirten bir his yaratırdı görenlerin aklında..

“Ümit en son kötülüktü evet. Pandora’nın kutusu açılıp Zeus’un içinde sakladığı bütün kötülükler dünyaya saçıldığı zaman orada son bir kötülük kaldığndan kimsenin haberi olmamıştı.”ÜMiT” O zamandan beri , yanlışlıkla kutuyu ve içindeki ümidi iyi şans olarak yorumladık. Fakat Zeus’un arzusunun insanların kendilerini işkenceye teslim etmeleri olduğunu unuttuk. Ümit kötülüklerin en kötüsüdür çünkü işkenceyi uzatır. “ *

Bir oda, yerde kitaplar,işlevsiz plaklar, kül rengi bir gramafon, tabure köşelerinde özensiz çıkarılmış birkaç parça kazak pardesü..
''Gitmek'' kelimesinin hayatında bir yansıması olmayan kimse gördün mü? Ardında bırakmak , arkada kalmak, arkasından bakmak ya da...?
-''Gördüm evet!'' diye sert bir çıkışla kalktı doğrulduğu yatağından.
-''Gördüm ya sende!”dedi bu kez , aynadaki belli belirsiz suretine.
-''Gitmek senin gibiler için önemsiz değil mi?'' Sanki küçümser bakışlar attığı kendisi değildi. Arkasında bırakacak bir şeyleri olmayanar gitmekten, terk etmekten korkmazlardı çünkü.
Her temas iz bırakırdı ruhta. Bomboş ruhlar boşa geçmiş hayatlardı. Amaçsız, sevgisiz , duygusuz geçen yıllar...
“Hayatın ne olduğunu bilmiyorum demek yersiz olur ama benim dünyamda yarattığı izlenim koca bir boşluk..'' diye geçirdi fikrinden..
Bir anlamı yoktu, bir boşluktu evet diyerek göz göze geldi bu kez suretiyle. Çünkü ben çimen kokusunu içime çekmedim. Ters akıntılarla dolu bir labirentte yolumu kaybetmedim. Yüksek topuklu kadınlar girmedi hayatıma. Günahın kendi ekseni etrafında dönen suretinden hiç haz etmedim.
Hayat herkes için aynı şeyi ifade etmek zorunda hissetmedi kendini. Bazısına gücü, bazısına egoyu, bazısına boşluğu tattırdı. Başını kaldırıp ona hesap soran çıkmadı. Ya da çıkan, hayatı değiştirecek gücü sihirli değneğinde bulamadı. Hayatın anlamını sorgulamaya odakananlar ise ana rahminde doğmayı bekleyen bebek kadar sabrı ortaya koyamadı. Ne gökten yere üç elma düştü ne de filmin esas oğlanı masum prensesine kavuştu.
Ayağa kalktı , kendi etrafında birkaç adım attı. Masadaki kül rengi gramafonu yokladı. Duvardaki panoya uzun uzun bakıp , ümitle olan düşmanlığını tazeledi birkez daha. Yüzüne nadiren yerleşen gülümsemesiyle içinden bir iyilik geçirdi. Kabus karası perdelerini sonuna dek açtı. Sabah yüzüne vuran güneşle uyanmayı diledi ilk kez, gecenin koynunda dalarken uykuya...

* Nietzsche.
Hangi kurşun parçaladı gülüşünü?
Hangi ilmeğe geçirip astılar şefkatini..

Bana uzun cümleler kurma, anlayamıyorum. Aklım uzağıma düştü bu gece. Avucuma yemiş kabukları sıkıştırıp itilmiş bir çocuk gibi. Susma demiştim en son. Sustuğunda üşüyorum. Sustuğunda ben dilek tutamadan yıldızlar kayıyor..
O saatler boyu kendini izleten tablosunda olduğu gibi Dali’ nin, içimden çekmeceler dökülüyor. Sakladıklarımla yüzleşince korkuyorum. Saklamak yasak olsa ne iyi olurdu. Bir şey sindirilmeden yeni duyguya kapalı olsaydı ruh. Ne ütopik..
Bir yolda yürümek bir cümle kurmaktan daha kolay oysa. Ne tek kelime dökülüyor dilinden ne bir adım öteye gidiyorsun. Ne sakladığın ellerini gösteriyorsun ne de bana düşlerinden bahsediyorsun.
içimden benler dökülüyor. Dedin ya yükseklere bakma. Yapamıyorum. Seninle aynı gökyüzüne bakmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Aynı dünyada yaşayıp ayrı dünyada solumak… Kaybettiğim tüm anılarım hatırımda bu gece. Uzun cümleler kurma bana sen yinede..
Tam da bu saatte çevirmeyi seviyorum başımı göğe. Oysa bakma dedin..
Bakıyorum… Bu gece ve her gece sende bakıyorsun. Ve biz belkide bile bile sadece o maviliği paylaşıyoruz. Salt bir renk, bir doku belki bir koku..

(*)Heinz Kahlau.
Ölü balıklar yüzüyor. Elime yüzüme değiyor. Yakınıma değin. Alaca renkte biri. Gözleri açık üstelik üzerime geliyor… Gelmeyecek demiştin. Belki de ölmeyeceğine dairdi vaatlerin. Belki de…

**şak şak şak !!

- Her defasında kaskatı olmaktan ürküyorum. Sence bir yere varabilecek miyiz?
- Denemekle bir şey kaybetmeyiz…
- Denemekle? Kaybetmek… Kulağımı tırmalıyor. Tamam, tekrar tekrar 'deneyelim' o zaman...

Yürümeye başlamak nefes almaya başlamak gibi. Film sahnesinden kopmuş gibi bir yolda yürümek üstelik. Herkesin iki katlı müstakil evlerinin olduğu, aradaki geniş yolların üstünü ağaçların kapadığı amerikan filmleri… Başında ince beresiyle arkadan yürüyüşünün çekildiği jön de benim.

Herkese yetecek kadar susuyorum! Dilim çözülmüyor. Bıraktığım yerde bana bırakılmış yüzlerce mektup buluyorum. Onca uzağım dönmeye. Ölü balıklar görüyorum düşümde üstelik. Aynalara güvenim yok. "Orda gördüğüm her sureti kendim sanacak kadar aptal değilim!" Yağmurdan haz etmiyorum. Dolu yağsa daha gerçek olurdu. Sert inseydi mesela bir tanesi başıma. Başımdaki bereye rağmen hissetseydim. Başımı göğe çevirseydim refleksimle, ardından bakışlarımı devirseydim ayakuçlarıma.

Hipnoz denince çok gülüyorum. Beynimdeki fazla kıvrımlardan doğan sorularım için son çarem oysa. Gülmemeliyim.

Evimde hiç kapı yok. Kapı gitmek demek. Gitmeni istemiyorum ki. Bana sert sorular savurmandan yorulmadım. intihar eğilimli ergenlik filmleri seyretmekten de yirmili yaşlarımın son çeyreğinde. Yanlış seçimler yapıyorum bu ara. Unutmam gereken insanları arıyor, ajandamdaki işleri erteliyor, Nietzsche kitapları çekiyorum kitaplığımın raflarından. ihtiyacım olan tek şeyin yüzeysellik olduğunu bile bile…

Herkese yetecek kadar suçluyum! Daha kötü düşler hak ediyorum. Daha karanlık yollarda uyuyabilirim. Önümü hiç görmeden de yürüyebilirim. Bir gece o şarkının sözlerini mırıldanırken belimdeki silaha gidebilir elim. Sana yöneltip kendimi vurabilirim. Ölmekten kötüler korkar öyle değil mi sevgilim? Ben kötü değilim…

Beynimdeki fazla kıvrımlardan doğan sorularım için son çarem... Tamam. Gülmüyorum. Ama uyandığımda kaskatı olmak yoruyor beni. Anestezi almak gibi… Gözlerimi kapatıp sayıyorum bir kez daha. Üç iki bir!
- Tamam, bu son! Ellerimi iki kez vurduğumda tekrar istemeyeceğim uyumanı. Sadece zihninden geçenleri anlat anlaştık mı?

**şak şak !

Ölü balıklar… Gözlerini neden kapatmadan yüzüyorlar? Alacalı sanki biri… Aklımdan geçenleri yapabileceğim bir dünya yok. Aklım düştüğü yerde kalır, eğilsem uzanabileceğim yer kolumla sınırlıdır.
Kanım donuyor. Kanım renginden sıyrılıyor gibi… Kanım diyorum…
Burası çok mu soğuk?
Üşüyorum…
Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını,kendimi bulduğumda anladım.

Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış,

Kendi yolumu çizdiğimde anladım..

Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak,dinleyerek değil..

Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım..

Yüreğinde aşk olmadan geçen hergün kayıpmış,

Aşk peşinden neden yalınayak koştuğunu anladım..

Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden,
Neden hiç ağlamadığını anladım..

Ağlayanı güldürebilmek,ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş,
Gözyaşımı kahkaya çevirdiğinde anladım..

Bir insanı herhangi biri kırabilir, ama bir tek en çok sevdiği acıtabilirmiş,
Çok acıttığında anladım..

Fakat,hakedermiş sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını, Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler,
terkettiğinde anladım..

Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım..

''Sana ihtiyacım var, gel ! '' diyebilmekmiş güçlü olmak,
Sana ”git” dediğimde anladım..

Biri sana ”git” dediğinde, ”kalmak istiyorum” diyebilmekmiş sevmek,
Git dediklerinde gittiğimde anladım..

Sana sevgim şımarık bir çocukmuş,her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan,
Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım..

Özür dilemek değil, ''affet beni'' diye haykırmak istemekmiş pişman olmak,
Gerçekten pişman olduğumda anladım..

Ve gurur, kaybedenlerin,acizlerin maskesiymiş,
Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,
Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım..

Ölürcesine isteyen,beklemez,sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi,
Beni afetmeni ölürcesine istediğimde anladım..

Sevgi emekmiş,
Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş..

can yücel.
Çok akıllı olmadım hiç.


Yanlış atlara çok oyunlar oynadım.
Kulağımdan kar suları eksik olmadı.

Sürüden ayrılan koyunları sevdim hep...

Bir de kendi bacağından asılmayanları...
Kendimle yaşadım en büyük kavgalarımı...

içimdeki ikizler tahterevalli oynadı hayatla; ben seyrettim.
Dışardan bakanlar kah öyle bildiler, kah böyle...
Bense adalar hayal ettim çoğu zaman...

Sahillerine cam şişeler içinde sevda mektupları vuran adalar...
Yaman çocukluk aşklarında, erginliği iple çektim.
Sünnet elbisem dahil hiçbir üniformayı sevmedim.

Postallar sıktı bileğimi, yüreğimi...

Kalemim dedi hep, dilimin diyemediğini...
Yanlış sevdalarda oyalandım kimi zaman...

Bir pire için nice yorganlar yaktım.
"Maskeli balolar"da tükettim ilk gençliğimi...
Ama denizlere düştüm, sarılmadım yılanlara...

Engerekler kesti önümü, tınmadım.
Adalar sığınağım oldu.

* * *

Sonraları hayat, hep bir ağızdan türküler söylemeyi öğretti bir süre...

Halaylarda piştim "omuz omuza"...
Ama çabuk aldılar türküleri dilimizden...

Unuttuk ezgilerimizi... 78’liydik... 68’e ısınamadan

88’de bulduk kendimizi...
Savrulduk kara bir yelde.
Yaman bedeller ödedik.
70’li olamamışken, 80’lere prangalandık, 90’lar beraatimiz oldu...
Dönüşte, savaş baltalarımızı gömdüğümüz yerleri kaybettik.
Temsili resimlerini çizdik faillerimizin... Kendimize benzedi...

* * *

Gün oldu yanlış zamanlarda, yanlış kapılar çaldım.
Yasak elmalar tattım kuytularda.

Bıçaklar kesmedi de tenimi, bir kötü sözle öldüm.
Kuşaklar, kentler, sevdalar arasında yoruldum.
Gün geldi... Duruldum...
Zaman sardı yaralarımı, kinlerimi hafızama gömdüm.
Hamdım, oldum...
Sevdayı en umulmadık yerde buldum.

* * *

Bir "kurbağa testi"nden çıktı gençliğimin bitiş düdüğü...
ilkyaza doyamadan, orta yaşla tanıştım.
Dün, bir garip cihazdan dinlettiler kalp atışlarını...

Ultrason ekranında yüzünü gördüğümden beri uyku tutmuyor gözlerimi...
Yakıyorum geçmişle köprülerimi...
Çiçekten bir pranga takılıyor ayağıma.

Ne kavgalar var gözümde, ne sevdalar...

Karımın karnında bir cılız tekmenin sevinciyle sarhoşum...
Uykusuz gecelere gebe ömrüm, biliyorum...

Çaresiz çilelere, sebepsiz öfkelere gebe...

"Baba olunca anlarsın"lar kapıya dayandı artık.
Hırlının hırsızın kol gezdiği bir vahşi ormana düşüyor küçük kuş...

Ben şimdi O’na ne masal anlatsam?..

Kırmızı şapkalı kızları çoktan kurtlar yedi.

"Küçük Berber" devlerin tuzağında...

Pinokyo burunları, Midas kulakları yalana doydu.

Erdem, pirinç dökerek geldiği yollarda kayboldu.

"Cadı Masalları" çağındayız, kötülerin şiirini söylüyor şarkılar.

Pamuk Prensesler yok artık; 7 değil, 77 cüceler...

* * *

Ama ürküyorsam namerdim.
Dahası var mı?
Haftaya, bir oğlum olacak beyler!
Ege koyduk adını.
Kalbim Ege’de kaldı...

Can Dündar.
Dön artık...
Özelsin dedim ya işte daha neden kurcalıyorsun . Sen herkes için özelsin özellikle de kendin için. Hayata geldiğin gün ne kadar çok kişi sevindi senin için bi hatırlasana? Tabi hatırlayamazsın, böyle zamanlarda mutlu anlar hiç hatırlanmaz ki? hem sen o zaman bebektin daha ne olduğunun bile farkında değil etrafına gülücükler saçıyor, herkese derdini tasasını unutturuyordun. Ne oldu biliyor musun? başından kötü bir şeyler geçti sadece o kadar. Hatırlaması dahi acı veren kötü şeyler. Ama pes etmek yakışıyor mu sana? Yaşadıklarını içinde saklayıp kendini heba etmen hiç yakışık kalıyor mu? Düşünsene bi bir çöp poşetini evin tam ortasına koyarsan orada 2 gün dahi durulabilir mi? 2 dakika duramazsın. O halde neden yapıyorsun bunu kendine. Geçmiş değişmez, geçmiş iyi kötü günlerle arkanda kaldı. Artık temizlik zamanı, al eline süpürgeyi, başla ilk başta evinin tam ortasından, kalbinin merkezinden. insan üzüldüğünde vücudundaki hücreler dahi üzülürmüş ve oksijenleri almayıp temizlenmezlermiş. Böyle zamanlarda insanın içinde bir burukluk halsizlik baş gösterir. Sanarmış ki bu dert kendisine çok geldi. Vücudundaki milyarlarca hücreye ne yaptığının farkında bile olmadan naletler okurmuş ağrıyan başına. şişen gözlerine. Etme artık yeter, bu kadar üzülmek yeter. dön artık o güzel hayaller kraliçesi olduğun zamanlara. Odanda yatağının üstünde kurduğun hayallerine. Masmavi gök yüzündeki küçük bulutlarda kurduğun hayallerine. Dön artık kendine. Seni bekleyenler var, dön artık...

alıntı=> suskun alfa...
"sen, üzerine yaz siyahla siyahın geceye karışıp
olmasın şahidi tüm yazılanların.
hasbelkader aynı kareye düştük diye fotoğrafın birinde
yürürken hasbelkader kesişti diye yolumuz Tandoğan’da
ve edeb î cümleler kurmadan, uzun paragraflardan birine çekilince limitsiz
azarlıyorum bendeki çocuğu.
sonra Şirâze yokuşlarını şehirlerimin, elimle koymuş gibi buluyorum.
ne garip, her süslü kelime üzerime bir özlem düşürüyor içi boş olmayan
sonra kafi lelere katılıyor, sudan ucuza satıyorum düşlerimi Maumee kıyısında.
her dizenin yazılış sebebini, her buluşmanın belirlenen tarihini
ve her aşk’ın gün dönümünü tutuyorum zihnimde ne garip.
kendime yetiremiyorum üstelik elimle biçtiğim hayatımın her metre karesini.
hiç zora düşmeden gölgeleniyorum gece vakti Şirâze, mâzeretsiz küsüyorum
kümelediğim sızılar, korku biriktirdiğim kavanozlar dolduruyor rafl arımı
bir bir etiketliyorum yeşilini, beton manzaralı pencereni, çehreni, anlamadığım fi kirlerini.
sonra durduğum yerden toplumsal kalıplara kesiyorum cezayı rahatlamak için ne garip.
kuşkusuz mahzûn olmayı sevdim, belki de seçtim hep; kara trenler geçti önümden.
kendimi kuytuya gizleyip güzel olanı seyretmeyi sevdim, “ölümlü dünya” başlığı altında.
yazmayı her boşluğa, yazılmayı iki satır arasında,
yazgımın her getirdiğini kabullenebilmeyi sevdim.
ben Şirâze, “kimsesiz kaldım” terennümleriyle kendime sürgünlüğümü, orada bulduklarımı
ve her “gitme”nin bana coşkuyla verdiği o buruk tadı hissetmeyi sevdim.
her sabah, tek kaçabildiğim yer uykularıma kavuşmak için “yine gece olacak” demeyi,
bana sen’i sevdireni, sevmenin maddeden berî olmaklığını idrâk edişimi,
ve ancak veren el’in almaya güç yetirebileceğini kavrayabilmeyi sevdim.
sevdim Şirâze,
gücün sahibini sadece nasibimce bilmede attığım adımların küçüklüğünü,
küçüklüğünü bakış açımın, alanımın, adsızlığımın...
ve her an umudumu yitirmeden kapısında beş vakit bekleyişimi sevdim."
Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. insanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilir, üst tarafını uydururlar ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. Hâlbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. Herkes tabi olanı kabul eder, ortada ne hayal sükutu, ne inkisar kalır.. Bu halimizle hepimiz acınmaya layığız; ama kendimize acımalıyız. Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur…

Kürk Mantolu Madonna

Sabahattin Ali
Yıllar ve yollar durmadan birbirini kovalıyor. Çocukluğumun üzerlik kokuları altında boğulan günleri sokuluyor kalbimin kapılarından. Baba ocağından sınırdışı edilen çocuklar anne kucağına uzanmanın minnetiyle teselli buluyorlar. Kahraman çocukları kırbaçlıyor cehalet. Hasret düşüyor toprağa, çoraklaşıyor sevgilinin gönlü. Tırnaklarımın arasına doluyor hasret, sevgiliyle yollara devrilmenin coşkusunu makaslıyorlar içimde.

Varlığıyla içimin ormanlarında akşamlar yükselten sevgili, yokluğunda bir kahır gibi iniyor akşamlar dağlarıma. Senin hikmetinden yoksun bir coğrafyada ne zor dillendirmek ruhumdan geçen iklimleri. Sen suretine varlığını üflemeden ne fayda bir buluttan yağmur ummak.
Çöle dönüyorum yokluğunda.
Çöle yalnızlık çizen rüzgar gibi sırtımda koşuyor mor yüzlü atlar; toprağım karışıyor.
Çölleşiyorum.

Secdeler biriktiriyorum gönlünün ipeklerine nakışlanan cennete yol yapmak için. Nasıl ki Yusuf'un alnından geçiyorsa Züleyha'nın kaderi, benim yazgım da senin alnının çukurlarında uzanıyor sevgili. işte bu yüzden bahçenin kapısında ayaklarımı bıçaklayan dikenleri bile sevdim, çünkü onlar güllerin varlığını haber verdiler bana.

Unutma, biz seninle aşkın yalnızca aşkla satın alınabileceği bir dükkanda karşılaştık. işte bu yüzden pahabiçilemezdi her anı.
Bana lekesiz aklının sonsuz parıltısı olma saadetini bahşeden sevgiliye.

etalin fallen
...ve bana geceler yetmiyor. günler yetmiyor. insan olmak yetmiyor. sözcükler, diller yetmiyor. bir an balkona çıkıyorum.
güneşin yapılar gerisinde nasıl batmaya uğraştığını görüyorum. insanlar arabalarını park ediyor. renkli, yeni arabalarını.
park ediyorlar ya da hareket ediyorlar. yaşlandıkça insanlarla aramdaki uçurum büyüyor.
arabalardaki, uçaklardaki, resmi dairelerdeki, otobüslerdeki, dükkanlardaki, caddelerdeki insanlarla aramdaki uçurum. eşyalarla da öyle.
yolculuklara dönüyorum. kentlerden sakladığım resimlere.
duramam...
artık bundan böyle acıları mutluluk olarak nitelendirmeye karar verdim. yaşamımın en mutlu anlarında da aynı güçle acıyı duymadım mı.
ve acıların ötesinde bir beklenti vardı: kendi dünyamın beklentisi. kendi odamda içebileceğim sabah çayının beklentisi...
kimse senin kadar güzel, hiç kimse senin kadar canlı gitmedi ölüme.
dün uzun süre balkonda oturdum. ağaçların tepeleri görünüyor.
bugünlerde yavaş yavaş çıplaklıklarından sıyrılmaya çalışan ağaçların.
zaman zaman kendimi tüm insanlıktan daha güçlü duyuyorum, ama kendimi aynı anda çıplaklıklarından sıyrılmaya çalışan ağaçlar kadar da bırakılmış duyuyorum.
özellikle ben'in, ben'i bıraktığı anlarda. ya da ikisi bütünleştiğinde. ve birdenbire, şimdiye dek hiç algılamadığım bir duygu gelip beni buluyor:
bırakılmışlığın tadı..
duramam...

başkalarıyla -hatta karşına çıkan tek insanla- sanki herşey o an başlayacak ve biraz sonra bitecekmiş gibi yaşamalısın.

düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. hiçbir şey. hiçbir korku...
aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma.
ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından.
sakin ol.
öylece dur.
yaşamdan geç.
kentlerden geç.
sınırları aş.
gülüşlerden gec.
anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelerde otur.
artık hiçbir yerdesin.

çevreyi tanımlamak değil, duygularla yaşamak gerekir... 11

her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi. 11

sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyük. belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. ya da sevgiyi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar. oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı. 11

birisinin teniyle yanyana olmak, kendi var oluşumu unutmak mı. 11

her var oluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu? 11

aranan yaşantılar arandı. yaşandı. bir kısmı gömüldü. yeniden toprak oldu. 11

yaşam özlemini doyuracak bir olgu mümkün mü. 12

aynı dili konuşan iki kişi yok. 12

her söylenen söz, bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması. 12

yaşam, zamansız. yaşamın hiçbir zamanı yok. 12

çevre öykü dolu. her insanın her günü öykülerle dolu. 13

karşıma çıkan her şey yetersiz. 14

geceler ve kentler geçip gider. 19

her anı ölüdür. 21

büyümenin yaşlanmak demek olduğunu bilmiyordum. 24

nasılsa her gittiğin yerde kendinsin. 27

yaşamın sonu hiçbir zaman bana ırak gözükmedi. 36

hep öyle değil mi. sevgilerimizi, duyguların yükseliş ve alçalış dalgalanmalarını, kendi kendimize algıladığımız biçimde bir başka insana akıtmak istediğimizde tümüyle içimize hapsetmiyor muyuz. kim karşılıyor sevgileri. 43

her zaman diğerinden daha boş bir cadde vardır. 48

insan yirmi yaşında ya toplumun akılla bağdaşmayan düzenine girer ya da var olur. 48

dünya nasıl olması gerekiyorsa öyle. kendi kendini kurtaramayanı hiçkimse kurtaramaz. 49

her şey geçiyor. hiçbir şey geçmese de. 49

insan bakarken düşünüyor, gerçekte düşünen gözler. 51

sen günlere birşeyler getirmedikçe, günler sana hiçbir şey getirmiyor. 51

... hastanelerde insana garip bir dayanma gücü geliyor. 53

sürekli gitmek istemek de, bir yerde, hiçbir yerde olmak istemek değil mi? 53

ben de her zamankinden daha pis, daha bırakılmış ve daha yoksulum. 54

çağımızın en büyük acısının yaşamını yabancı ülkelerde kazanmak zorunda bırakılmışlık olduğunu görüyorum. 55

... hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. aranızda dolaşmak için giyiniyorum. hem de iyi giyiniyorum. iyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. 57

her insan kendi sevgisini taşımıyor mu. 58

alışılagelmiş ilişkilere karşı çıktığın an, insanı yadırgıyorlar. 58

ben gökyüzünün altında, topraklarımın üzerinde olacağım. toprakların dümdüz ve sonsuz ufku boyunca sürekli gideceğim. 58

kurumlarınıza uyuyor gibi görünmem, onlara karşı direnmemi ancak böyle sağlayabileceğime inanmamdandır. 58

insan ilişkilerini değiştirmek için yaşıyorum. hiçbir şeyin değişmeyeceği umutsuzluğuna kapıldığım kısa anlar kadar korkunç ve umutsuz anlar tanımıyorum. 59

kurallar doğrultusundaki bir yaşam yalnız ve yalnız durgunluktur. 59

sevgiler geçer, sevgiler gelir... 59

her gittiğim yolun yeni bir yol olması gerek. 59

insan yalnız kendi değer yargılarını benimsiyor. 60

kendimi kavrayamazsam, tüm varoluşum yitmiş demektir. 60

oysa ben tüm yaşamı gökyüzü altında bir tatil olarak görüyorum. 61

tanımadığın bir kentte ne deli isterdin yitip gitmeyi... ama öyle kolay değil. 62

bir ülkenin zaferi, diğer ülkenin yenilgisi. 63

yalnız sağlıklı insan aklı ile yaşansaydı, değmezdi yaşamaya can sıkıcı olurdu. tam aksine güzel olan dünyanın gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andırması. 63

kentlerin sokaklarında yürümek yaşamın en güzel armağanlarından biri. 67

her 'ben' bencildir, her 'kır' kırsal olduğu gibi. 72

hiçbir zaman sakin olamamak belki de benim yazgım. 73

her ceset sen, ben ya da biz olabiliriz. arada hiç fark yok. eğer yaşıyorsak, bunu bir başkasının kirletilmiş cesedine borçluyuz. bu nedenle her savaş bir iç savaştır. her şehit, yaşayan canlıya benzer ve ondan ölümünün hesabını sorar. 77

her gidiş, her yolculuk, kendi 'benimin' bilinmeyenine doğru, bilmek için bir iniştir. 79

her duygusal kıpırdanışa ölene dek ihtiyacım var. 80

acılar olmadan yazılabilir mi? edebiyat, yaşam ve ölümün sınırlarının artık acıları tutamadığı, tutmaya yeterli olmadığı yerde başlamıyor mu? 83

yaşam, belki de benim algıladığımdan daha acı. 83

yaşamım vazgeçmek, gelip geçmekten kaynaklanıyor. 83

insan kendini yaşamının her döneminde, hem genç, hem çocuk, hem yetişkin, hem yaşlı algılamıyor muydu. 84

yaşlanmanın en acı olgusu insanın tüm dostlarını yitirmesi. 88

insan çoğu kez her şeyin son bulduğu duygusuna kapılıyor, oysa yaşamın sonsuzluğunu algılayabilmek için bile yeterli değil bir insan ömrü. 94

her buluş, daha önce bilinmeyen bir olgudur. 95

bazı insanlar sabır, bazı insanlar sabırsızlık dolu. 122

ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi. 125
Hic kimse hayat kadar sert vuramaz.
Rocky balboa
(bkz: lavinia)
(bkz: el yazısı)
(bkz: alın yazısı)
(bkz: duvar yazısı). kikiki. çok çılgınım yea.
"gözlerimin içine baktı. bir yandan da elimden tutuyordu. terliydi avuçlarım. onun avuçları da öyle. onlar da terliydi epeyce. kötü bir şey duyacağım hissine kapıldım. avuçlarını sıktım biraz daha. daha çok terlediler. sonra dedi ki; ben, bir başkasına aşığım biliyor musun? çok üzdü beni. çok fazla. biraz dehşete düşmüştüm ama pek belli etmemeye çalıştım. bu duyduklarım, o çok güvendiğim, hep sığındığım tanrının kafasını gökyüzünden bana uzatıp; ben emekli oluyorum artık kendine başka bir tanrı bulmalısın, demesi gibiydi. gözlerim buğulu görmeye başladı. ellerimle gözlerimi sildiğimde gitmişti çoktan. ayın beşinci günüydü. beş nisan. bir törene katılmak için hazırlanmam gerekiyordu. sakal traşı olmalıydım. şık görünmeliydim. baba mesleğinden el alışkanlığı, ustura kullanmasını biliyor ve ustura ile sakal traşı oluyordum. aynanın karşısında suratım köpüklüyken kendime hakim olamadım, sol yanağıma derin bir kesik attım. hangisi daha derin olacak, hangisi daha çok kanayacak diye kalbimdeki ile yarıştırmak adına. annem eve girdi. içimdeki çığlığa benzer bir çığlık attı. yirmi dakika sonra bir acil servisin kapısından girdik. doktor geldi ve dikiş atılması gerektiğini söyledi. dokuz dikiş atacaktı. güldüm. doktor, dedim. sadece beş dikiş istiyorum... ayın beşiydi gittiğinde. o günü suratıma diktim."

Batuhan Dedde
Gittin...

Ben, arkandan sadece baktım.

Oysa; söyleyecek o kadar çok şeyim vardı ki...

"Gidersen iyiye dair ne varsa içimde yitireceğim hepsini.

Gidersen sönecek içimdeki ateş

ve bir daha hiç kimse yakamayacak.

Gidersen karanlığa mahkum edeceksin günlerimi

O karanlıkta yolumu kaybedeceğim" diyecektim sana.

Konuşamadım...

Gittin...

Gidişini görmemek için gözlerimi kapattım

Öylesine acıdıki içim, tutup koparsalardı kolumu

bacağımı bu kadar acı duymazdım.

Acım yaş olup akmalıydı gözlerimden.

Ağlayamadım...

Gittin...

Seni delicesine bir tutkuyla seviyordum oysa

Tutkum seninle olmaktı, tutkum teninde erimek,

tutkum hayatı seninle sadece paylaşmaktı.

Anlatamadım...

Gittin...

Gidişini önlemek için tutmak vardı ellerinden

Ellerim değil miydi her dokunuşumda seni ürperten?

Ürperdin yine biliyorum.

Bir kez dokunsam, bir kez tutsam ellerini

Gitmek için biriktirdiğin bütün cesaretin kaybolurdu.

Tutamadım.

Gittin...

Bir yıkım gibiydi gidişin

Sen adım adım uzaklaşırken benden

Çöküp kaldı bedenim olduğu yere

Nice terk edişlere dayanan yürek bu kez yenilmişti

Bu kadar zayıf değildim ben kalkmalıydım.

Kalkamadım...

Gittin...

Oysa geldiğin gün gideceğini biliyordum

Hazırdım gidişine,

Kaçak zamanları yaşıyorduk

Zaman bitecek ve sen gidecektin

Bense, gidişinin ertesi günü

Hayatıma kaldığım yerden yeniden başlayacaktım.

Başlayamadım...

Gittin...

Bir şey söyledin mi giderken?

"Kal" dememi istedin mi?

Son bir kez "seni seviyorum" dedin mi?

"Bekle beni döneceğim" diye umut verdin mi?

Beynim öylesine uğulduyorduki.

Duyamadım...

Gittin...

Nereye gittiğin önemli değildi

Binlerce kilometre uzakta da olsan,

iki metre ötemde de farketmiyordu.

Artık yoktun ve asıl bu düşünce beni felç ediyordu.

Kurtulmalıydım senden,

bu yokluk duygusundan kurtulmalıydım.

Kurtulamadım...

Gittin...

Unutulanların arasına katılmalıydım

Anıları bir sandığa koyup

hayatı bir yerinden yakalamalıydım.

Bu aşk noktalanmalıydı, bu sevdadan vazgeçmeliydim.

Yapamadım...

Gittin...

Bir okyanusun ortasında

tek küreği kaybolmuş sandalda

Dev dalgalarla boğuşan bir denizciyim şimdi.

Bil ki; sevmekten vazgeçmedim seni,

Bil ki; seninle birlikte sevdanı da taşıyacağım yüreğimde,

Bil ki; seni Unutamadım...

mehmet coşkundeniz.
7. Adım
-Ruhumun içinde Akan Kan Irmaklarında Kaybolan Korsanlar-

Kağıttan gemileri vardı. Kırıldığım bir güne denk geldiler, soygunları yarım kaldı çünkü hepsini sel aldı.

Sana da merhaba kurşun kardeş,
Sen de hoş geldin urgan
Ya sen? Seni unuturum mu sandın aptal kesici…

Beynimin içinde keskin düşünceler var Çaykovski. Senin dokunduğun o keman kulaklarımın içinden girip bu düşüncelerimi sıkıştırıyor. Düşüncelerim kafatasıma baskı yapıyor ve gözlerim kanıyor. Anlıyor musun? Anlamanı beklemiyorum. Kırık bir kalple nefes almaya çalışmak, nasıl da can yakıyor. Adım atacak halim yok. Sanki gece ben uyurken biri ruhumun büyük bir parçasını kesip aldı. Bu göğsümde batıp duran şeyin bir başka açıklaması olamaz. Her an bir ölüme meze olacakmışım hissi. Her an şu odanın tozlu tabanına kan gölleri açacakmışım hissi.

“ağız kısmından giren kurşun, üst damağı parçalayarak kafasının arkasından çıkmak sureti ile ölüme sebep olmuştur.”

Ne güzel bir şiirdir bu, en son yazdığım. Suçu kurşuna atmak, insana yakışır bir davranış olur. Beni. Beni kurşun değil, kalp kırıklığı öldürdü Çaykovski. Bunu Adli Tıp’ta ki adam biliyor ama yazmadı.

Her gün beynimin içinde birileri düzenli olarak mitralyözle kafatasımı tarıyor. Sonra kalp kapakçıklarıma saldırıyorlar ellerinde kılıçlarla. Bu ne demek biliyor musun? Daha fazla kırılmak demek. Daha fazla acıtmaları demek. Karşı gelebilecek enerjim yok. Bütün enerjimi bu eli mitralyözlü, kılıçlı piçleri içeri almak için harcadım. Bu kadar zararlı görünmüyorlardı çünkü. iyi birer insandılar.

Ruhum kanıyor. Ne kanamak ama! Onlarca kan ırmakları. Bu ırmak boylarında düşüp ölen süper kahramanlar, yaralılar, kayalıkların ardına saklanan canavarlar ve avlanan korsanlar. Onlar kağıt gemilere biniyorlar, soygun yapıyorlar, ruhumdan parçalar söküp kaçırıyorlar. Nereye olduğunu bilmiyorum. Gözlerim çok buğuluydu, göremedim. Evet, ağlıyordum. Gözyaşı ağlıyordum, kan ağlıyordum, çaresizlik ağlıyordum. Ağlıyordum işte bir şeyleri.

Irmaklar taşmak üzere. Bu tarafa doğru bir sel geliyor.

Hoşça kal Çaykovski. Senin de amına koyayım. Bunu yapmakta özgürüm, çünkü hasta bir adamım. Hastalıklı. Yamalı. Yaralı. Yarım. Bu bana ehliyeti sağlıyor.

Reverans.

B
at
uha
n Ded
de
yılmaz özdil köşe yazılarıdır.
Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama.
Yarım saat erkene kurulsun saatin.
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin...
Pencerini aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin.
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin.
Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin.
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart.
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine
Bak güzelim kahvaltının keyfine...
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis.
Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin.
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile.
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden, Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle...
Bir güzel kahve ısmarla kendine, seni mutlu eden sesi duymak için alo de.
Hiç işin olmasada öğle üzeri dışarı çık.
Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa...
Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak.
Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen yanağından makas al...
Sonra, şöyle bir düşün. Kimler sana yol açtı, sen çok dar da iken?...
Kimler seni ferahlattı, hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?..
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?...
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara!...
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor!...
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak, yüzünde güller açtıracak..
Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel olsun...
Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun...
Saklama tabakları, bardakları misafire. Sizden ala misafir mi var bu dünyada?..
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil, vazife yapar gibi hiç değil.
Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi, eksik bıraktıklarını tamamlar gibi.
Tadına var akşamının...
Gece evinde, dostların olsun.
Sohbet mezen, kahkahan içkin olsun...
Arkadaşım, hayat bu. Daha ne olsun?
Ama en önce ve illa ki sağlık olsun!

can yücel.
Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm,cehennemi de
Öyle bir aşk yaşadım ki,
Tutkuyu da gördüm,pes etmeyi de
Bazıları seyrederken hayatı en önden,
Kendime bir sahne buldum oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki,
Okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde
Hem kızdım,hem güldüm halime
Sonra dedim ki;"söz ver kendine"
Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin
Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin
Uçmayi seviyorsan düşmeyi de bileceksin
Korkarak yaşıyorsan,yalnızca hayatı seyredersin
Öyle bir hayat yaşadım ki,son yolculukları erken tanıdım
Öyle çok değerliymiş ki zaman
Hep acele etmem bundan,anladım

NiETZSCHE.
içimde kırmızı desen değil, mor desen değil, yeşil, mavi hiç değil belki “ala” renkli bir ruh geziyor. Bir yolda yerli yersiz durup ‘kimsin sen?’ diyor bana… KiMSiN SEN?
Hava soğuk. Yaz aylarının en soğuk perşembesi belki. Kar yağmıyor evet ama düşlerime ince bir siyahlık çöküyor. Susuyorum.
Konuştuğumda hep sana kurdum cümleleri. Şimdi ‘içimi dış yaptığım sen’, benden bağımsız bir ruha dönüşmüşken, anlıyorum ki kızmak, ağlamak işe yaramıyor bugün. Ve aklından geçen – bizi eksilten her ne ise işte o- bedenine tekabül ettiğinde sıkı sıkı saracak bir ‘biz’ zaten kalmıyor…
Gelecekten bahsedenlere usulca gülüyorum. Küstahlığım kendini ele veriyor. insanın 1günlük yaşaması gerektiğini unutuyorlar. Bugünün mutluluğunu ertelemek ertesi gün ‘keşke’ doğuruyor. Gelecek hayalleri kurmak… Ah ne büyük aptallık oysa! Bunu biliyorum evet. Cesedi yakılıp kül olacak insancık’ ın son sözü gibi diliyorum. Bugünden sonrası yakılacak ve külleri saçılacak! Evet evet güzel söyledim. Soğuk bir yaz günü kadar güzel ne olabilir?
Hava soğuk. Yaz aylarının en soğuk perşembesi belki. Kar yağmıyor evet ama düşlerime ince bir siyahlık çöküyor. Susuyorum.
Vasiyetim temada saklıdır!

Küller – Gelecek
Gelecek – Küller
Gelmek – Kül
Kül - Gel

*Nietzsche.
O olmazsa yaşayamam
O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle O daha az sever seni,
Senin O'nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
ille de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
ille de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
ilişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak...
Merhaba bunu okuyan.

Sana bu mektubu, metrobüsten yazıyorum.

Metrobüsle yolculuk yapmayı ne kadar sevdiğimden haberin yok tabii, seninle bu konuda konuşmadık henüz. Yanımda yaşlı bir amca oturuyor. Yaşlıları pek sevmediğimi tahmin edebilirsin ama; insanı tedirgin ediyorlar.

Son zamanlarda seni çok özlüyorum.

Herkesin bir var oluş amacı vardır derler, bazıları, diğer yarısını bulmak için gelir dünyaya; ben de onlardan biriyim.

Neredesin bilmiyorum. Kiminlesin, bilmiyorum. Şu an bir başkasının güzel yüzünü avuçlamış, onu ne kadar çok sevdiğini söylüyor olabilirsin, benim de söylediğim olmuştu, benim de sevdiğim olmuştu evet, birini her şeyden çok, birini ondan biraz daha az belki; biri bırakıp gitmişti, diğeri zaten sevmemişti, şimdi ise; gözlerimi kapattığımda sadece seni düşlüyorum.

Bu ara gerçekten çok çalışıyorum. Henüz istediğim hiçbir şey için paraya ihtiyacım olmadığından, elime geçeni anneme veriyorum. Henüz isteyecek bir şeyim olmadığından, parayla ne yapacağımı bilemiyorum. Muhtemelen sen de bilemezdin, sen de benim gibisin çünkü; sahip olmak istediğin tek şey benim ve şefkat enerjisiyle işliyorum.

Bu ara, dudaklarına çok ihtiyaç duyuyorum.

Eve dönüş yolunda hep seni hayal ediyorum. Beni bulana kadar başına bir şey gelir diye çok korkuyorum. Gerçi, arka cebine kemerden zincirle bağladığın cüzdanının içinde, hiç kullanmadığın bir muştan olduğunu biliyorum; ama günün birinde onu kullanman gerekirse, yanında ben de olayım istiyorum.

Sana elimin ne kadar ağır olduğundan hiç bahsetmedim, muhtemelen, ilk kavgamızda suratına geçireceğim yumrukla fark edeceksin bunu. Sen uykuya dalana kadar uyuyamayacağımı da bilmiyorsun elbette, ama ben, alt dudağının kenarından sakalının başladığı yere doğru bir boşluk olduğunu biliyorum, seni en çok orandan öpmeyi seviyorum.

Çok geç kalma emi bunu okuyan, ben bir süredir ikimiz için hazırlık yapıyorum.

Geçenlerde takside not defterimi unuttum, sen olsan hatırlatırdın, sen olsan, karşıdan karşıya geçerken önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa bakmak yerine; profilden ne kadar da hayatımın anlamı olduğuna bakar, kaldırıma çıkalım da enseni öpebileyim diye fırsat kolluyor olurdum, sen olsan, şu an metrobüste hiç tanımadığım bir yaşlının omzuna yaslamazdım başımı, sen olsan, muhtemelen ineceği durağı kaçırmış bu bin yaşındaki bebeği evine kadar birlikte bırakırdık. (Şimdi tek başıma yapmam gerekecek.)

Tüm çabalarıma rağmen, hayatımda ‘öylesine’ yer almakta ısrar edenleri siktir etmekte bir sakınca görmüyorum. Sen de böyle olmasını tercih ederdin, biliyorum.

Şu an şoför koltuğunun camından yansıyan gözlerimi görüyorum, göz bebeklerim, ilkokulda çizdiğimiz hani o iki dalga üstünde yüzen yelkenlileri andırıyor, batmalarından korkuyorum.

Yaşlılara ne kadar güvendiğimi de bilmiyorsun henüz. Eğer yanında bir yaşlı oturuyorsa, gönül rahatlığıyla ağlayabilirsin çünkü onların iç ceplerinde mutlaka yaşlı kokan, ütülü, kenarları hafif sararmış, inanmana, devam edebilmene yarayacak bez mendilleri oluyor.

Bunları sana anlatıyorum, çünkü ben sensiz yapamıyorum.

Şarkılar biriktiriyorum, öpüşmeler, sabah kahvaltıları, ezan okununca durmaları, hikayeler saklıyorum, hastalandığında anlatabilirim diye düşünüyorum. Saçlarını nasıl kesmemi isteyeceğini, enginarı sana nasıl yedirebileceğimi, atletini pantolonunun içine sokman gerektiğini nasıl öğreteceğimi bilmiyorum. Mesela karşında oturduğumda, göbeğim Sabancı’nın katlarıyla yarışmış falan hiç umursamıyorum. Çünkü sen benim süper kahramanımsın ve karnıma baktığında, içinde henüz çalışmalarına başlamadığımız üçüncümüzü göreceğini biliyorum.

Şu an, arkamda oturan bir başkasının üçüncüsüne dil çıkarıp gülüşüyorum.

Beni çok geç bulma olur mu bunu okuyan?

Seni seviyorum.
Dünyanın dışına atılmış bir adımdın sen. Ömrümüzse karşılıksız sorulardı hepsi bu...
Şu samanyolu hani avuçlarından dökülen, Kum taneleri var ya onlardan birindeyim.
Yeni bir yolculuğa çıkıyorum kar yağıyor. Bir aşk tipiye tutuluyor daha ilk dönemeçte..
Çocuksun sen sesindeki tipiye tutulduğum. Dönüşen ve suya dönüşen sorular soruyorsun..
Sesin bir çağlayan olup dolduruyor uçurumlarımı. Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman Birisi adres sorsa önce silaha davranıyorum..
Kekemeyim en az kasabalı aşklar kadar mahçup. Ve üzgün kentler arıyorum ayrılıklar için..
Bir yanlışlığım bu dünyada en az senin kadar Ve sen kendi küllerini savuruyorsun dağa taşa Bir daha doğmamak için doğmak diyorsun..
Ölümlülerin işi bir de mutlu olanların. Onların hep bir öyküsü olur ve yaşarlar Bırakıp gidemezler alıştıkları ne varsa. Çocuksun sen her ayrılıkta imlası bozulan. Susan bir çocuktan daha büyük bir tehdit Ne olabilir, sorumun karşılığını bilmiyor kimse..
Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman Bir kaza olsa adı aşk oluyor artık. Aşksa dünyanın çoktan unuttuğu bir tansık.. Seni bekliyorum orda, o kirlenen ütopyada. Kirpiklerime düşüyorsun bir çiy damlası olarak Yumuyorum gözlerimi.. gözkapaklarımın içindesin. Sonsuz bir uykuya dalıyorum sonra ve sen Hiç büyümüyorsun artık iyi ki büyümüyorsun Adınla başlıyorum her şiire ve her mısrada Esirgeyensin bağışlayansın, biad ediyorum. Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil...

Ahmet Telli
Tanrı’yla aynı fikirde değilim
intihar edenlerin
Cehenneme gideceği konusunda
Kainatın yaratılışına
Katılmaktan bıktığımda ruhum
intihar edeceğim bende

Denenmemiş bir yolla
Nerdeyse bütün akıllı kalpler
intihar edipsiktir çekmiş yeryüzüne
Ben ateist değilim, babasıymış gibi
Tanrı’ya küsen bir çocuğum
Eğer Tanrı intihar edenleri ve Nietche’yi
Cehenneme gönderirse
Cehennemde yanmayı tercih ederim bende

Tanrı dürüstlüğü sever..
Tanrı’nın hayal gücünü beğenmiyorum
Ben Tanrı olsam
Peygamberler göndermez
Direk konuşurdum insanlarla

Ben Tanrı olsam
Hitler’i iyi kalpli bir Yahudi olmakla cezalandırırdım
Yahut yetenekli bir yazar yapardım onu
içindeki kötülüğü insanlara değil
Tuvallere boşaltırdı

Ben Tanrı olsam
Devletler yok olur
Gül kokulu bireyler var olurdu sadece
Atlar çılgın zamanlar koşardı

Ben Tanrı olsam
Düşünce gücüyle herkesin
istediği karakter olmasını sağlardım
Dünya bir şiirin
Yaratılım sürecine dönüşürdü böylece

Ben Tanrı olsam intihar ederdim
insanlarla birlikte
Acı çekmeyi öğrenemediğim için

Cesar Mendoza