bugün

"herkese merhaba,

64 şubat önce doğan bir yazara borçluyuz bu sayının temasını, bahsettiğim yazar evrensel dili ile doğu'yu, onun tarihini ve mistisizmini tüm dünyaya anlatan "amin maalouf"'dan başkası değil.

"geçmişin geçmiş olması için zamanın geçmesi yetmez." diyen maalouf'un eserleri genel olarak; kurgusal bir tarih anlatımından oluşmaktadır. sade ve akıcı üslubu ile tarih ve coğrafya üzerine bilgisi birleştiğinde, kitapları samimiyete kavuşmuş, sanki o dönemleri yaşamış bir kişinin anılarına dönüşmüş, tarih kitaplarının iticiliğinden uzaklaşlaşmıştır.

hikayelerinde hep barış içinde yaşayan doğulu ve batılıların vurgulanması, aidiyet kavramının çoklu olmasını savunan maalouf'un hoşgörü ve humanizm üzerine inşa ettiği evrensel düşüncesinin yazılarına bir yansımasıdır. antropoloji ve sosyoloji konularında da makaleleri bulunan maalouf, biz edebiyat ile ilgilenen kişilere, bir yazarda olması gereken temel özellik olan araştırmacılık konusunda önemli bir örnektir.

kültürler arasında kapılar açmak özellikle de doğu ile batının tam ortasında oturan bizler için gerekli, tabi önce şunu cevaplamamız lazım: yüzde kaç doğulu, yüzde kaç batılıyız, yoksa herhangi bir kültüre yüzde yüz ait olduğumuz düşüncesi ile kendimizi telkin etmeye devam mı etmeliyiz.

hepinize iyi okumalar."(experimental)

@______________________________________@
_____________söykü dergisi_________________
________________sayı 16___________________
_______________konu: kapı________________
@______________________________________@

gıcırtı ... (ahlaksiz ve sorumsuz)
http://www.uludagsozluk.com/e/18543030/

anzülha kapı ... (akilluslu)
http://www.uludagsozluk.com/e/18661123/

bütün kapılar kapandı ... (cilekli turta)
http://www.uludagsozluk.com/e/18574453/

intihara çeyrek kala yakınmak ... (hartigan)
http://www.uludagsozluk.com/e/18436620/

kimsesizler istasyonu ... (kaideyi taciz eden istisna)
http://www.uludagsozluk.com/e/18671315/

akçaköylü tahir ... (liberalisticcommunist)
http://www.uludagsozluk.com/e/18665233/

the fall of the peculiar one ... (monkberry)
http://www.uludagsozluk.com/e/18638566/

aşk vızıltıları ... (tanzamanitanyeri)
http://www.uludagsozluk.com/e/18599613/

talihsizliğin kapı kulları ... (umut vadeden yazar)
http://www.uludagsozluk.com/e/18376881/

@_________________________________________@
*öyküler yazar isimlerine göre sıralanmıştır.

web sayfamız üzerinden yayını 04 mart'ta yapılacaktır.

tüm sayılar için:
http://www.soykudergi.com/

***

duyuru: önümüzdeki sayının konusu "kalem". öykülerinizi, 20 mart perşembe akşamına kadar soykuyolla@gmail.com adresine ya da bana iletebilirsiniz. (bkz: söykü dergisi sayı 17 kalem)
sınırları zorlayan bir sayıdır. biraz daha az minimalist olunmalı konu seçimlerinde. kapı nedir? her insanın takip ettiği bir yazım türü vardır. mesela sci-fi türünü seven, o türde bir şeyler karalayabilecek bir adamın malzemesi oldukça zengindir. kapı gibi dar, hadi minimalist diyelim, tema zorlayıcı ve gereksizdir. yetkililerden daha esnek, daha geniş hayal gücüne hitap edecek seçimlerde bulunmalarını şahsen arz ediyorum.
tüm maceralar bir kapının eşiğinde başlar.

sherlock holmes'ün kapıdan her çıktığında bir maceraya yelken açtığı gibi;
görsel

bilbo ve frodo'nun, orta dünya'nın en büyük macelarına ilk adımlarını attığı gibi;
görsel
"kapıdan çıkmak tehlikeli iştir Frodo. Yola adımını atarsın ve eğer ayağını sağlam tutmassan nereye sürükleneceğin belli olmaz." (Bilbo baggins)
- kapıyı açtığımda experimental söykü'yü sıvazlıyordu...

napıyosun exper dedim. sen entellektüel bi adamdın noldu sana böyle dedim. gözlerimin içine baktı. ayaklarını karnına çekip ''sus konuşma hacu '' dedi. kimse iplemiyor söyküyü, hikaye falan yollayan yok artık dedi. hislendim. yavaşca yanına gidip saçını okşadım, ısırdığı söykü dergisini ağzından alıp, istersen sana kol kadar bi yazı yazayım he exper dedim. ahaha diye güldü. sert bi şekilde dergiyi tekrar alıp sen kapıya kayarsın kukican dedi.

aynı kapıdan zall geldi. noluyo beyler burda dedi. şştt sessiz ol dedim. cebimde taşıdığım hacı şakirin gül kokulu sabununu yere düşürüp, bunu bana verir misin zall dedim. yeme beni gukla dedi. sen az ibne değilsin, kim bilir ne hınzırlık düşünmüşündür dedi. expere baktım, dergiyi kemirmeye devam ediyordu.

kapıdan bu sefer salca geldi, ooo millet naber deyip yerdeki sabunu gösterdi. biri basar düşer olum dedi. yavaşca sabuna doğru eğildi. exper ağzındaki dergiyle bana baktı.
ben zalla baktım, zall expere, ben tekrar zalla. sonra hep beraber salca'ya...
zall duurrr diye bağırdı. artık çok geçti.. salca 28 derece eğilmiş sabunu eline almıştı.
sırıttım.
exper söyküyü daha sert kemiriyordu...
kendisine 'adam' demeye bin şahit gereken 'smith' adlı kendini bilmez bir hadsizin "bırakınız yapsınlar! bırakınız geçsinler!" diyerek açtığı kapıdır.

ki bu kapı;

yeryüzünde yaşayan ne kadar dolandırıcı/sahtekar, kaçakçı/göçekçi, madrabaz, düzenbaz, hilebaz ve peşleri sıra ne kadar yatakçı/yaltakçı/yardakçı/dalkavuk/göt yalayıcı/taşak okkalayıcı ile soytarı, hokkabaz, şarlatan varsa geçtiği, geçmeye de devam ettiği cümle kapısıdır.
--spoiler--
kimsesizliğin şehrinde terk edilmiş bir ev, bu evi kim bilir hangi sıcak gülümsemelerin sahipleri kendi yalnızlığıyla baş başa bırakmıştı. mamafih evin yalnızlığını ve uzun süren bakirliğini az sonra biri bozacaktı. ayşe, uzun zamandır aradığı dört duvara kavuşmanın heyecanıyla yavaşça, işte bu evin eşiğinden içeri süzüldü; öyle sessiz, kuş tüyü adımlarla ilerliyordu ki, evin ahşap zeminine ayaklarının en sert dokunuşu tavşan uykusundakileri bile uyandıramazdı.
--spoiler--

akıl sınırlarını zorlayacak tasvirler, diyaloglar ve olaylar akar...

(bkz: ve olaylar gelişir)
ayın 18i oldu ama hala entry olarak yayınlanmadı başına bir hal mi geldi acaba diye düşündüren sayıdır.
halimize ağlarcasına gıcırdayıp,
kapandı yüzlerimize bir-bir;
soğuk, heybetli demir kapılar.
bizleri içeride,
hayatı dışarıda bıraktılar.
çok yakında meraklılarıyla buluşacak olan sayıdır.
Tek bildiğim karanlığa açılan bir kapı.
Dışarda, eski dingiller, paslanan demir çemberler;
içerde, dövülen örsün kesik çınlayışları,
Şaşırtıcı yelpaze kuyruğu kıvılcımların
Ya da su verildikçe sertleşen nalın çıkardığı ıslık.
Ortada bir yerde olmalı örs,
Bir ucu dört köşe, öbür ucu tek boynuzlu bir hayvan,
Çakılı duruyor orda: önünde, nalbantın
Biçimi ve müziğiyle büyüdüğü bir sunak.
Bazan, deriden önlüğü, kıllı burnuyla
Kapının pervazına yaslanıp hızla akan trafikte
Toynakların çıkardığı sesleri hatırlıyor,
Sonra hırsla gerçek demiri dövmek
Ve ateşi körüklemek için içeri giriyor homurdanarak.

seamus heaney/nalbant adlı şiiri'nden

çeviri: cevat çapan
üşenirim kalkıp da kapatmaya,
ayrılmaya kıyamadığım;
sıcak yatağımdan.
sanki bilirmiş gibi bunu,
rüzgarla bir olur da
gerilip gerilip vurur,
bana inat, kasasına.

maksadın nedir a! kapı?
delirtmek mi beni niyetin?
açıla-kapana yalama olduysa;
o kopasıca dilin,
ve dölden düşmüş nenem kadın gibi
çenene vurduysa edepsizliğin,
beyhude paralarsın kendini,
bil ki anlamam dilinden senin.
öncelikle bu sayıda yazan yazarların emeğinin hakkını vererek başlayayım fakat ne yazık ki pek beğenmediğim bir sayı oldu. derginin diğer sayılarını da okudum misal soba temalı sayı sanki daha doyurucuydu. nedeni belki de temanın kısıtlayıcı olmasından dolayıdır, bilemiyorum. yazılanları okurken hep bir eksiklik hissi oluştu. umarım bu yazdıklarım yanlış algılanmaz, yazılmış olanlara ve yazarlarına saygısızlık değil amacım ama sanki bu sayıda bir aksaklık var gibi. iyi okumalar.
gıcırtı | ahlaksiz ve sorumsuz

bir erkek kuş bir dişi kuşa kur yapar önce. etrafında dolanır, renkli tüylerini kabartır, boynunu uzatarak o ana değin hiç çıkarmadığı sesler çıkartır. dişisinin peşisıra uçar, hangi yöne uçarsa artık... ve hangi dala konarsa o da o dala konar. aynı hareketler, aynı sesler. devam eder bir süre bu kur dönemi, dişisinin gönlünü çelene kadar. onun nesi farklıdır ki insandan? onun da bir canı, yüreği, erkekliği, içgüdüleri ve kişiliği vardır; tıpkı erkişi gibi.

sevişirler; kendi meşreplerince. sonra yumurtlar dişi, kuluçkaya yatar, bir süre sonra doğar minicik yavrular. anne ve baba koruması olmasa, beslemeseler, büyütmese ve eğitmeseler, yaşamın zorluklarıyla baş etmeyi, ayakta kalmayı öğrenemeseler; ölür giderler elbet! tıpkı yeni doğmuş bebekler ve küçük çocuklar gibi. neleri farklıdır ki insanlardan?

doğanın, neslin devamını sağlamaya yönelik olarak genlerine işlediği o müthiş görev bilinciyle, yeni nesilleri ayakta durabilene kadar korumak, kollamak ve eğitmektir; onlar için asl-olan. kuşlar ne zaman ki uçarlar yuvadan; işte! o an, farklılaşma başlar insanlarla.

ataya saygı, yaşlı ana-babaya hürmet ve hizmet, aile fertlerinin nesiller boyu birbirlerine sadakatle bağlılık duygularını yaratan ise ahlaki değerlerdir ve vefa duygusu, bu değerlerin etkisi altında şekillenir. bu duygu, insanlar tarafından yaratılmış, geliştirilmiş ve içselleştirilmiştir. öylesine ilginç bir niteliğe sahiptir ki kişinin yalnızca yaşadığı çevreye karşı kendini vefakar bir evlat olarak kanıtlama mücadelesinde değil kendisini-kendine kanıtlama mücadelesinde de etkindir ve bu bağlamda onun eylemlerini şekillendirir.

yaşam kimi zaman öyle sürprizler hazırlar ki insana; bu vefa duygusunun yarattığı sorumluluk bilinci yaşamını dilediğince kurgulamasına engel de olur. tıpkı öykü kahramanımız hasan gibi;

"...her gün saat altıda uyanmış, her gün babasının altını değiştirmiş, her gün yüzündeki tiksintiyi saklamış, her gün babasını sabunlu süngerle temizlemiş, her gün babasına kahvaltısını ettirmiş ve her gün o banka veznesine ayaklarını sürüye sürüye gitmişti. babası ne kadar ısrar etse de onu bakımevlerinden herhangi birine bırakmamıştı. huzurevlerine güvenemiyor muydu? hayır. o sadece hayırlı ve iyi bir insan olmak istiyordu, babasına bakmayı kendisine görev biçmişti. bu görev bilinci onu iyiden iyiye yıpratmaya başlamıştı, ruhu aklıyla vicdanı arasına sıkışıp kalmıştı. neden çekiniyordu? mesele neydi? cehennemde yanmaktan mı korkuyordu? - hayır tanrıya inanmıyorum. el alem ne der diye mi düşünüyordu? - hayır zaten diğer insanlarla düzgün bir ilişkim hiçbir zaman olmadı. her sabah ama her sabah aynı vicdan muhasebeleriyle kendini sınamaktan bıkmıştı lakin aklına gelen bu düşüncelere bir türlü engel olamıyordu..."

öykümüzde, hasan'ın yaşadığı sıkıntılar, zorlu yaşam mücadelesindeki gel-gitler, zaman zaman ortaya çıkan bıkkınlık hisleri, sevdiği kadını bu sorumluluklara ortak etmeye hakkı olup olmadığına dair düştüğü ikilemler, realist bir bakış açısıyla ve içtenlikle ifade edilmiş. öyküyü okurken, onun ne gibi sıkıntılar yaşadığını çok iyi algılayabiliyor hatta kendinizi rahatlıkla onun yerine koyabiliyorsunuz. duygu ve davranış tasvirleri çok başarılı. tahliller ise doyurucu nitelikte.

diğer taraftan otoriter bir babanın felç olup oğlunun bakımına muhtaç hale düşmesi;

"...hasan tek çocuğuydu, hayatla kalan tek bağlantısıydı ama ali, artık ona gerçekten yük olmaya başladığını düşünüyordu. hasan, elindekileri masanın üzerine bıraktıktan sonra açık kapıdan çıkıp içeriden temiz bezi ve sabunlu suyla iki adet süngeri getirdi. babasının bacaklarını iki yana açıp kirli bezini çıkardı, yüzündeki tiksintiyi saklamak için kafasını çevirdi-yine de ali o tiksintiyi anlamıştı- götürüp kirli bezi çöpe attı. tekrar içeriye gelip babasını tamamen soydu ve süngerlerden birini sabunlu suya batırıp tüm vücudunu özellikle de kıçını özenle silip temizledi, kuru süngerle de üzerinden geçti. sonra temiz bezini bağlayıp, temiz kıyafetlerini giydirdi..."

felçli olmasına rağmen bir erkek bünyesine sahip olan ali'nin hissettikleri;

"...altını değiştirirken insanlardaki tiksinti ifadesinden çok, yanında her şeyi yapabilme lüksüne sahip olduklarını düşünmeleri canını sıkıyordu. kadın eğilerek yatağı düzeltmeye başladığında, erkekliğini hatırladı, kanın kasıklarına doğru yol aldığını hissetti. - boşa kan pompalıyor kalp! utandı, daha az önce sağlam olsa bir şey yapmayacağını düşünüyordu şimdi ise kirli düşünceler beynini işgal ediyordu. her şeyi unutmuştu, bir zamanlar sahip olduğu bütün melekelerini unutmuştu. cinsellik de bunların başında geliyordu. insanlar ona baktığı an mutlaka aklından geçiriyordur bunu, peki o iş ne olacak diye? çünkü kendisi sapasağlamken bu durumda bir insan görse istemsizce bunu düşünüyordu. - ne kadar adice bir tutum! kadın kirli çarşafı çıkarıp, yatağa temiz çarşafları serdi. bir içeri gidiyordu, bir salona geliyordu. ali, ümitsizce ve utanarak kadına bakıyordu. istemsiz bir şekilde aklına cinsellik içeren hayaller geliyordu. bir umut işaret parmağını hareket ettirmeye çalıştı, yapamadı..."

ve her şeye rağmen yaşama tutunma isteğiyle birlikte güzel bir tespit;

"...başkası ali'nin yerinde olsa ölmeyi dilerdi lakin ali, böyle de olsa yaşamayı seviyordu. insanların tavırlarını, hali karşısındaki tutumlarını, gıcırdayan kapıyı, hasan'ın sorumluluğu karşısında ezildiğini izlemeyi ve daha birçok şeyi sevmiyordu hatta nefret ediyordu ama yine de nefes almayı, dünyada bulunmayı seviyordu, haftada bir bilemedin iki defa dışarı çıkartılmayı seviyordu. - ne tuhaf! insan şu halde bile yaşamaktan vazgeçemiyor..."

ahlaksiz ve sorumsuz öyküsel kurgulamada oldukça başarılı fakat fiziki kurgulamada gözlediğim bazı küçük fakat yazdığı öyküyü daha başarılı kılmasına engel olan eksikliklerini de düzeltmesi gerektiğini düşünüyorum.

örneğin;

- başlangıç bölümündeki blok paragraf etkisini kırıp okuyucuyu biraz rahatlatmalı. o paragraf uygun yerlerden bölünerek rahatlıkla 4-5 paragraf haline getirilip okuyucuya nefes alma imkanı tanınabilirdi.

- anlatım dilinde, 'yöresel ağız' kullanılmadığı sürece, bozuk sözcük kurumlarının yazım diline aktarılması tercih edilmemelidir. "içine ekmek de doğruym mu?", "yapim mi ben de bi kupon?" veya "hasan, kızma ama bi şey daha söyliycem." gibi ifadeler günlük konuşma dilinde bulunsalar dahi yazım dilinde kullanılmaları halinde öyküyü basitleştirici bir etki yaratılırlar ve bu nedenle yazım kurallarına uymaya azami ölçüde dikkat edilmelidir. kaldı ki öykümüzde olduğu gibi onu kaleme alan şahıs, kahramanlardan biri olmayıp üçüncü bir şahıs ise bu durum daha da göze çarpıcı bir hal alır.

bu küçük ve düzeltilebilir eksiklikler dışında, gerek ele aldığı konunun önemi ve gerekse sade ve anlaşılır ifadeleri ile gıcırtı'nın başarılı bir öykü olduğunu düşünüyorum.
anzülha kapı | akilluslu

kimi yazarlar, meşrepleriyle etkilerler okuyucularını. elbet onların da etkilendikleri olur kimi vakitler diğer bazı yazarlardan fakat tuttukları yol kendi yollarıdır. kendi karakteristik yazımları içerisinde bu etkileri ancak bir ton farkı olarak hissederseniz ki o da çok dikkatli iseniz.

akilluslu, böylesi bir yazar. belli ki bilgili ve donanımlı fakat ilk bakışta alaylı yetişmiş bir sanatçı izlenimi veriyor. yazdıklarını kurgulamıyor, yaşıyor ya da yaşamış sanki. çoğunun yaptığı gibi medyadan anadoluyu izleyip klavye başında ahkam kesen bir havası yok! doğup-büyüdüğü topraklara, kendi kültürüne-medeniyetine, ahlaki değerlerine, kısacası insanına yakın, hatta iç içe. kullandığı kimi tabirler tam da anadolu'nun bağrından kopup gelme;

"...gülik'i şevket'e gelin ettiklerinde ondördündeydi. gür siyah saçlı, yay kaşlı, kara gözlü, saçın kaşın gözün karalığına tezat beyaz tenli, bedeni ondördün tüm coşkusunda, güzelliğin sırf allahtan olduğu yaşta.
dölverir hale eriştiği yılın pişme vaktiydi; üzümler olgunlaşmış pişmeler kaynatılmaya başlamıştı gülik gelinliği giyip dal gibi bedeniyle kapının eşiğinde şevket'i beklediğinde..."

şu ifadedeki güzelliğe bakar mısınız! buram buram anadolu kokusudur burnunuza gelen;

"...bedeni ondördün tüm coşkusunda, güzelliğin sırf allahtan olduğu yaşta..."

gülik'i başka tasvire ne hacet, işte! cism-i cemaliyle karşınızda... ve illa ki zorluyor bu kültür hazinelerini yazım diline kazandırmaya, yani misyonunun ve sorumluluklarının da farkında.

öykücülüğe ilgi duyanların mutlak takip etmeleri gerektiğini düşündüğüm önemli bir yazar akilluslu. şahsen, büyük keyif alıyorum onun öykülerini okurken. ve öpüyorum onu iki kaşının arasından; ot, yonca ve çiçek kokuları getirdiği için bizlere, anadolu kırlarından.
bütün kapılar kapandı | cilekli turta

kimi çocuklar, evlerinin kedisi salon penceresinin önündeki berjer koltuğa oturmuş da gazetesini okuyan babanın ayakları arasında kabarıp sürtüne sürtüne dolanırken, ya da annenin kucağına boylu-boyunca uzanıp mırlaya mırlaya sevilir-okşanırken, ona gıptayla bakıp yaptıklarının her ayrıntısını uzun uzun seyreder ve o kediciğin yerinde olmak için can atarlar fakat onun yaptıklarını yapmaya cesaret edemezler. neden kaynaklandığı ve nereden peyda olduğu bilinmeyen ve tam anlamıyla da tanımlanamayan bir güç tutar da onları buna engel olu-verir. tabiri caizse, deliler gibi severler de sevdiklerini bir türlü belli edemezler. ancak dikkatli ebeveynlerin gözleri, çocuklarının, ayaklarına sürtünen yada kucaklarında sevdikleri o kediye bakışlarındaki kıskançlık ifadesinden çıkarabilirler bu sonucu.

- insanın yapısıyla ilgilidir bu, doğuştandır, fıtratında vardır.

kimi zaman da ebeveynler, çocuklarıyla yer değiştirirler. tıpkı öykümüzde olduğu gibi kedinin yerini bir çocuk, çocuğun yerini ise anne alır;

"...Akşam saat 7. Koca eşek olmuşum, ama hala babamın kucağındayım. Şakalaşıyoruz. Annem uzaktan bizi izliyor. "konuşalım mı biraz anne?" diyorum. "olur." Diyor sessizce.
Kapıyı kapatıyor, yatağa oturuyor, ve ağlamaya başlıyor. Nedenini, niçinini bilmediğim bir şey için, Eylül’ün 30’undaki o acıyı çeker gibi, ağlıyor. Rüya gördüm diyor, "yüzlerce kapı var, bi kapının arkasında da ben varım, görüyorsun ama başka kapıya gidiyorsun...
O güne kadar annemin ağladığını görmeyen biriydim ben. Beni sevdiğini de görmezdim. Hissederdim ama, göremezdim. Öperdim onu, "öpüp durma, sevmiyorum." Derdi.
O gün, annemin kapattığı o kapı sayesinde ben, annemin beni ne kadar çok sevdiğini gördüm. O gece, annemin gördüğü o yüzlerce kapı sayesinde ben, 'anne'’nin 4 harften fazlası olduğunu öğrendim.
'Kapı'’nın hayatımdaki önemi büyüktür bu yüzden. Sevdiklerime ne zaman sevdiğimi hissettiremesem, bir odaya girer, ve kapıyı kapatırım... "

öykü ile deneme arası değişik bir çalışma olmuş bu fakat ne öykü ne de deneme denebilir tam olarak. zira, bu kararı verebilmek için çok kısa. türü her ne olursa olsun, gözlemleri dayanak alan güzel tespitler içeriyor.

şöyle ki;

"...Saklanırız. Göründüğümüzü bildiğimiz halde, Saklanmanın yaralarımıza iyi geleceğini sanarak, bu hayalle yaşayarak, içimizdeki umutsuzluklara saklanırız. Kapıların yüzümüze kapandığı anlarda, hep kuytu köşemize çekiliriz. Bunu fiziksel olarak istemesek de, beynimiz ve kalbimiz sanki bizim bir parçamız değilmişçesine, kendi başına buyrukluklarını sergileyerek bunu bize yaptırırlar.

Doğamıza ayrıkırıdır, istemeyiz, ama yaparız.
Doğamıza aykırılık, mütemadiyen gelişen bir aykırılıktır. Diğerlerinden farklıdır, çünkü biz kalbimizin kapılarını istediğimizde kapatamayız..."

yukarıdaki metnin cümle kurguları açık-seçik ortaya koyuyor ki cilekli turta, bundan çok daha iyi, ağzına bir parmak bal çalmaktan öte okuyucuyu doyuran çalışmaları rahatlıkla ortaya koyabilecek donanıma sahip.

nasıl derler;

- bunu saymayız! yine bekleriz.
intihara çeyrek kala yakınmak | hartigan

Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlıyan bulunur,
Ah! aklımdan ölümüm geçer.
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur;

Ve gönül Tanrısına der ki: -
Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!

cahit sıtkı tarancı / gün eksilmesin penceremden

nasıl da benzerdir duygular, hisler. farkı; ifade ediş biçimleri. biri gün doğsun ister, diğeri aydınlık güne açılan bir kapı, ha! 'mehmet ali' ha! 'ali mehmet'; ne fark eder ki!

"...Karşılığında bana bir kapı göstermesini isteyecektim, öyle ahım şahım olmasına gerek yok, kavak ağacından olsa yeter, diyecektim, bir de menteşeleri açılmayacak kadar paslanmamış olsun. Eşiğine dökülmüş cesaretleri toplayıp içeri girecektim. Ne aradığımı biliyordum. Aradığını bilmenin önemli olduğunu öğrenmiştim..."

anlamlı ve hoş... özellikle de "eşiğine dökülmüş cesaretleri toplayıp içeri girme bölümü" sizce de öyle değil mi? o kapıdan içeri adım atabilmiş kaç kişiden mirastır o dökülen cesaretler ve kim bilir kaçı, kalan son gücünü de o an kullanmış ve adım atmıştır kapıyı açarak: güne doğru...

çok hoşlanıyorum; böylesi derinlere gizlenmiş fakat güçlü bir sesle "ben buradayım! gel de al beni!" diye haykıran anlamlardan. altın damarına rastgelmiş bir madenci iştahı ile kazdıkça-kazasım geliyor. ucu yok! bucağı yok! eşeledikçe illaki bir şeyler çıkıyor. buldukça daha derinlere inesim geliyor ve bu bir döngü halinde sürüp-gidiyor.

bu saatten sonra ben, bir okuyucu olmaktan çıkıp duygularla örülü bu döngünün girdabına kapılmış boğulmak üzere olan, lakin bırakın imdat! dilemeyi, halinden son derece memnun, adeta farklı bir boyutta yaşam sürdüren şanslı bir varlık gibi hissediyorum kendimi. dünyaya geri dönüşlerim, uzun zamanlar alıyor.

"...Kar yağmura çevirdi, nasıl keskin bir rüzgar esiyordu görmeliydiniz. Hayret ettim her şeyi götürmediğine. Aksine; hiçbir şeyi götürmediği gibi, tuttu onun kokusunu getirdi. "Neresi sıla bize, neresi gurbet. Yollar bize memleket." Mırıldana mırıldana Eski istanbul'a doğru yürüdüm. Düzgün burnu yunan büstlerini andırıyordu, gözleri kyanos, saçları kumral, dalgalı, biz ayrıldıktan sonra siyaha boyatmış, siyah ruhuna ne de çok yakışmış! Ölesiye aşığım kapısından geçtiğim bu son kadına. Tarafından öldürülesiye harcandım! Bu yüzden gidecektim batan o köhne şilebe. Siyanür karşılığında, yeni bir kapı için yalvaracaktım büyük şaire*..."

- kutluyorum hartigan, çok iyi bir iş çıkarmışsın gerçekten.
kimsesizler istasyonu | kaideyi taciz eden istisna

bir paragrafı oluşturan tümceler içerisinde aynı sözcüğün |ki bu çoğunlukla eylem sahibi olan özne dir| ard-arda kullanımı, okuyucuyu içerikten kopartıp şekle yöneltir.

"...'angelica' taksiye biner binmez, taksici aynadan 'angelica'ya baktı. taksiciler insan sarrafı olduklarından, 'angelica'nın içindeki kirli ruhu fark etmesi çok zaman almadı. onu götürmek istemiyordu ama nezaketen sordu...

" nereye "

'angelica', sakin bir ses tonu ile " kimsesizler istasyonuna " dedi..."

ve bu durum bir süre sonra adeta bir sözcük avına dönüşerek; "işte! bir tane daha yakalım, evet! bir tane daha, bir tane de burada var!" şeklinde öykü boyunca sürer-gider.

"...'angelica' " ne kadar borcum ? " diye sordu, taksici " borcunuz yok " diye cevap verdi. " neden ? " diye sordu 'angelica'. taksici, " kimsesizler istasyonuna kimi bırakırsak bırakalım para almıyoruz " diye cevapladı. 'angelica', taksicinin acıma duygusundan hoşnut değildi..."

öykümüzün en can alıcı, hatta ona ismini veren, sözcüklerin en özenle seçilmesi gereken bir yerinde; oldu mu şimdi bu? olmadı!

okuyucu olarak yazarın açığını yakalamışım bir kez, egom tavan yapmış ve neşe içerisinde avlanmaya devam ederken, ringde rakibi etrafında tur atıp seyirciye artistlik yapan bir boksör edasındayım. işte! tam da bu sırada, çeneme kontradan bir yumruk almamla birlikte dünya ile maddi-manevi bağlarım kopuveriyor;

"...birinin gözlerinde, sizi sevdiğini gördüyseniz eğer, başka hiç bir söze ihtiyacınız yoktur. sıkıca sarılın ona..."

ben kimim? neyim? nerdeyim? temel sorgularıyla boğuşurken karşımda parmak hesabı sayı sayan ring hakemine mel-mel bakıyorum şimdi.

iyi yazar-iyi okuyucu ilişkisi böyledir işte! final müsabakasına çıkmış iki boksöre benzersiniz. lakayt davranışları asla affetmez rakip; sürekli fırsat kollar ve açık arar, boşluğu bulduğu anda çakı-verir yumruğu ki neye uğradığınızı şaşırır, kendi-kendinize "kitapsız! nerden de gördü o boşluğu" demekle yetinirsiniz. 'kitapsız' sözcüğü aslında takdir içerir ve müsabaka bittiğinde dayağı yiyenin dövene sarılması ise duyulan takdirin bir toplu göstergesi niteliğindedir. işin havasına girer de tadını bir alırsanız, bir daha asla bırakamazsınız.

okumaya devam ederken kimi tespitlerle karşılaşıyoruz fakat bunlar öyle çok bilmiş bir eda ile geniş zaman kipi kullanılarak yapılmış değiller. adeta işini iyi bilen bir hemşirenin el maharetiyle ve hastanın nabzına göre verilmiş serum gibiler;

"...trenin, perona yanaşmaya başlaması angelica'yı iyiden iyiye tedirgin etmişti. geri dönmek istiyordu. biliyordu ki denememek, başarısız olmaktan daha iyi bir seçenekti. böylece kendini kandırabilirdi. başaramadım demek yerine, yapsaydım başarırdım demeyi seçmek, her zaman işin en kolayını seçen bünyesinin tüm telkinleri kalbine ve beynine hücum etmeye başlamasına neden oldu..."

insanların günlük yaşamlarında sıkça tekrarladıkları eylemlere eleştirel bakış açısıyla yaklaşan, başarılı karakter tahlillerinin bulunduğu, okunmayı ve üzerinde düşünmeyi hak eden güzel bir öykü bu.

- siz öyküyü okuya durun! ben şu çeneme bir pansuman yaptırıp döneceğim dostlar.
the fall of the peculiar one | monkberry

çocuğunu her anne-baba sever, ona zarar verebilecek dış etkilerden korur ve kusurlarını hoşgörür. bu, doğanın; neslin sağlıklı bir şekilde devamı için gerekli görüp koyduğu, belki de en önemli kurallar bütünüdür. hal böyle iken, o anne-babanın koruyucu ve kollayıcı görevi üstlenmesini, çocuklarının ufak-tefek kusurlarını, şımarıklıklarını, kapris ve emrivakilerini de müsamaha ile karşılamalarını hoşgörmek gerek. bu demek değil ki kantarın topuzunu kaçırmalarına da göz yumulsun! kaçırırlarsa; ileride onlar yokken çocuklarının başına gelebilecekleri de bilmelerinde fayda olacaktır elbet!

"...insanlar benden hep kaçıyor. Küçük bir çocukken bile sokakta hep tek başıma oynardım. Ama eve döndüğümde hep annem vardı, onunla oynardım ben. Kaçmazdı o çünkü. Bir gün onun da kaçıp gidecek olduğu aklıma geliyor ansızın. Ağlamaya başlıyorum...
babam ağladığımı görüyor; poşetten ekmek ve peyniri çıkartıp onlarla gözyaşlarımı siliyor. Belli etmek istemiyor ama o da ağlıyor. Babalar ağlamaz, ağlamamalı. Ağlasa da bilinmemeli..."

öykümüz özelinde; anne-babanın kaybedilmesinin erişkin çocukta ne büyük bir yalnızlık duygusuna neden olabileceği ve bunun da o çocuk üzerinde ne denli büyük bir ruhsal çöküntü yaratacağını, olası sonuçları ile gösterip başa dönerek, buna izin verilmemesinin gereği vurgulanmış. çocuğu aşırı korumacılık şemsiyesi altına alarak toplumdan enterne etmek yerine, onu kurtlar sofrasına donanımlı olarak hazırlamanın gereğine işaret edilmiş. bu, mesaj verme amacı güden öykü anlatım tekniklerinden ve oldukça sık kullanılanlarından biridir ki bu öyküde gerçekten etkileyici, masalsı bir üslup ile denenmiştir.

"...Sonra şu bulutun öbür ucunda birileri var. Onları duyar gibi oluyorum. Onları en çok geceleri duyuyorum; bir şeyler fısıldıyorlar sanki. Birden onları özlemeye başlıyorum. Dediklerini anlayamadan sessizliğe kaçıyorlar; sessizliğin tekin kalesinin tekinsiz mahzenlerine. Onlar susunca ben bağırıyorum, tekrar fısıldasınlar diye..."

yaşama ve zorluklarına hazırlanmadan, ayakları üzerinde durmayı öğrenemeden onlarsız kalmanın, kurtlar sofrasına düşmenin sıkıntısı ve zorluğudur yaşananlar.

"...O anda bir dal saplanıyor tam çenemin altına. Tam da annemin küçükken beni hep öptüğü yere. O anda çektiğim acı aklıma gelmiyor bile. "Annem görmez umarım, nasıl da üzülür yoksa." diyorum. Görmese de biliyordur gerçi; anneler herşeyi bilir. Küçükken ben, her şeyi anneme sorardım. Tanıdığım en zeki insandır annem..."

renkli bir rüya tadındaki fantastik öyküler, hele böylesi güzel ve gizem dolu bir anlatımla sunuluyorlarsa; inanılmaz bir motivasyon ile hatta bir süreliğine dünyadan koparak, soluksuz okunup bitirilirler.

- ellerine sağlık `monkberry*`, gerçekten 'özel birinin düşüşü' olmuş bu ama adı neden bu değil? takıldım şahsen buna ben.
öyküleri tek tek okunası, güzel sayı.

http://www.soykudergi.com...13/03/soyku-sayi-16-kapi/
aşk vızıltıları | tanzamanitanyeri

karı-koca arasında kavgalar neden çıkar? dünya savaşlarının başlangıç bahanelerinden daha anlamlıdırlar belki de. hani şu, la fontaine'in 'kurt ile kuzu' öyküsünde; nehrin aşağısında olduğu halde kuzuya dönüp de "suyumu bulandırıyorsun!" diyen kurdun bahanesinden. kim bilir! niyet vardır da belki, bir bahane aranmaktadır varsın sudan olsun gibilerinden.

murat ile merve'yi düşünüyorum istemsiz... "ilk kavgalarında bu denli düzeysiz sözler sarf edebilir mi birbirlerine" diye. yani, belki biraz yüz-göz olmak gerek bu kadarı için. eşlerin birbirlerine karşı bu denli sığlaşabilmeleri için biraz zaman gerek. yazar, olayı çarpıcı hale getirmek için egzajere etmek istemiş olabilir ama kantarın topuzu kaçmış sanki;

"+ beni bu hale siz getirdiniz kızım. sen, ayşe, fatma, hayriye...
- bakıyorum da a'dan z'ye liste yapmışsın lazım olur diye.
+ kulağınla dinliyorsun götünle anlıyorsun. hiç mi beyin yok kızım sende?
- annemin evine gidiyorum ben!"

hepsi bu kadar değil malesef daha da beteri var;

"- sus artık! senin gibi bir öküzle evlendiğime inanamıyorum. evlenmeden önce doktor raporunu niye kontrol etmedim ki, belli olurdu o zaman insan değil de öküz olduğun!
+ hee. evlenmeden önce "romantik, deli şey, seni hınzır, ayy uyuz" evlendikten sonra öküz! sanki kendisi fabrikada düzenli bir ayarla sabitlenmiş de gelmiş bana çatıyor. kızım senin 2 haftalık hayatında 300 tane farklı duygu travman var. ben ne yapayım! çikolata sıçacaksın lan yakında. çocuk yapsak, siyahi olacak!
- seni aldattığımı zannedersin tabi hemen.
+ yok amına koyim, içeride badanacı var sanıcam!"

diyaloglardan ağzımızın payını yeterince aldıktan sonra okuyucu olarak "daha nelere şahit olacağız bakalım" hatta, "gelen diyaloglar gidenleri aratırmış" korkusunu da taşıyarak kurguya geçiyoruz...

başlangıçta kavga eden karı-koca ile bir durum öyküsü olarak başlamıştı fakat ardından, olaya şahit olan duvarların ve eşyaların dile gelişleriyle bir fabl'e dönüşüyor öykümüz. aslında, hepsi kendi derdinde çünkü mevcut kavganın neden çıktığını dahi bilmiyorlar. tüm dertleri, bu anlamsız kavgada kendilerine bir zarar gelmemesi.

şimdi bu eşyaların veya hayvanların yerine insanları koymayı deneyin! southpark dizisindeki patlama sesini duyduğunda ne yaptı? "...başını götüne soktu papağan..." insanın böyle bir becerisi yok ama o da cenin pozisyonu alabiliyor ki kuvvetle muhtemel o da onu yapardı. bu psikolojiye sebep olan bir deyimimiz bile var "karı-koca arasına asla girilmez!" misal, sokak ortasında karısını döven bir adama kaçımız müdahale ederiz?

- bakınız! ne diyor, o evde anlam veremediği cümlelere ve kavgalara şahit olan duvar;

"...duvarım ben duvar! kan sıçratmayın yeter, yeniden boyanmak istemiyorum!.."

alışılmadık kurgusu ve kahramanlarıyla ilginç bir öykü bu. bu durumu, okuyucu açısından onu ilgi çekici de kılıyor şüphesiz ve bir solukta okuyup bitiriveriyorsunuz. ancak önemli olan, onu bitirdiğinizde başlangıca göre ne yol katetmiş olduğunuz. onca yolu gitmeye değip-değmemesi.

hele ki, noktayı böyle koyarken yazar;

"...neden kavga ettiğini bilmeyen bir çiftin "neden kavga ettiğini" anlamaya çalışmak, kavga etmek kadar aptalcaydı..."

okuyucu, kafasında 'nedenler', 'nasıllar', 'neredeler', 'ne zamanlar' yumağı ile okuduğu öyküyü analiz etmeye ve çözümlemeye çalışır. bunu gerçekleştirirken de yazarın verdiği ip uçlarına ve yönlendirmelerine itibar eder. yazar, dilediğinde olayı çözer, dilediğinde ise çözümü okuyucuya bırakır veya her ikisini de yapmaz; tam bir kördüğüm haline getirerek çözümsüz bırakır. ancak, çözüm için izlenen yolun ya da yöntemin 'aptalca' olduğu yargısıyla öyküyü nihayetlendirmek yakışıksız bir tutum olur. zira, neticede okuyucu da bu 'aptallığa' ortak olduğunu düşünerek alınır/alınabilir. bu hassas noktaya dikkat edilmeli ve okuyucu daima gözetilmelidir.
talihsizliğin kapı kulları | umut vadeden yazar

"...bekir onların o hallerini uzaktan seyredip keyifleniyordu, sevinçten coşuyordu, iki insanın mutsuzluğundan, hayal kırıklığından koskoca bir yüzsüzlükle kendine pay biçiyordu..."

- müthiş bir tespit! eğriti durmuyor, sırıtmıyor çünkü yüzde yüz gerçek.

vardır böyleleri... mahallenin sözde namus bekçileri. ellerine fırsat geçse, edepsizlik addettikleri şeyin bin kat fazlasını yapmaya teşnedirler lakin, o fırsatı yakalama şansları olmadığından yakalayabilenlerin tekerine taş koyarak, hasetlikle bezeli bir haz yaşar, müstehzi gülümseme eşliğinde kendi marifetlerini takdir ederler.

evinde orgazmı tatmamış kimi kadınlarda da vardır; bu çekememezlik halleri. apartmanlarında kirada oturan kız öğrencilerin kapı nöbetçisi gibidirler; hangi saatte kim girdi-kim çıktı? dün gelen çocuk sarışın kızın nesiydi? bakkal çırağının kızlara servis süresi neden uzadı? su siparişini getiren çocuk damacanayı neden kapıda bırakmadı da eve girdi? tüpçü daha beş gün önce tüp getirmemiş miydi? daha neler-neler. ahlaki değerleri koruma ve kollama kisvesi altında hasetlik kokan türlü türlü düşünceler, eylemler.

iyi kurgulanmış realist bir durum öyküsü bu. herşey çok açık ve anlaşılır. cümle kurguları başarılı. rahatsız etmeyen tespitler eşliğinde verilmek istenen şeyler; adeta 'armut piş ağzıma düş' misali okuyucuya sunulmuş.

- şehvet dolu bir aşka yardım ve yataklık edecek kadar pervasız;

"... mutlu olmamak elde miydi? mutluluk bir saniyelik, bir anlık bir şey değil miydi? ne gereği vardı mutluluğu bu kadar önemsemenin? gelin de bunu ayşe ile timuçin'e anlatın anlatabilirseniz, huzurları yoktu, sadece ve sadece mutluluk peşindeydiler, anlık keyifler, gelip geçici hazlarla baharlar, yazlar kim bilir ne zaman gelir..."

- mevcut ölçütlerle ifade edemediği şeylere yeni ölçütler getirecek kadar mucit;

"...kapıyı büyük ve 'on aile içtenliği' kokan gülümsemesiyle açan ayşe doğruca sevgilisinin boynuna sanki onu bir senedir görmemişçesine bir hasretle sarıldı..."

- yoksa muzip mi demeliydim!

"...timuçin, bu güzel haberi bir içkiyle kutlamak gerektiğini düşündü, fakat cebinde pek fazla parası yoktu, hayatın zulmeden yüzü baht kapılarını 'on kapıkulu' gücüyle yüzlerine kapatmıştı..."

keyif alarak okuduğum bir öykü oldu bu. gülümsediğimi fark ettim okurken. sonra da benim bunu pek yapmadığımı. gerek konusu ve gerekse kurgulanış biçimiyle sayının en beğendiğim öykülerinden biriydi talihsizliğin kapı kulları.

- unutmadan! tımarlı sipahiler daha güçlüdürler. aklında bulunsun umut vadeden yazar.