bugün

*
geber anne adlı kitabıyla kendisini farkettirmiş iyi bir romancıdır.
eserleri;
geber anne
kaptanın tenekesi
lucy
sandık odası
zindankale
bu yazarın bir de uzunharmanlarda bir davetsiz misafir adlı kitabı bulunmaktadır..her kitabında nedendir bilinmez hep ağzı bozuk kadınlar vardır ve bu kızlar hep en güzelidir.*
ankara fonunda ve zamansızlık ile kurgulanmış romanların yazarı. eski milli hentbolcu. türkiye'de fantastik edebiyat yapılıyorsa, kendisi yapmaktadır.
genç milli takım ve ankaragücü'nün teknik direktörlüğünü yapmış hentbolcu yazardır.
lucky isimli kitabında, bir köpeğin bir araya getirdiği hayatları ankara fonunda anlatan yazar.
Uzunharmanlar'da Davetsiz Bir Misafir adlı harikulade romanın sahibi çok eğlenceli bir anlatım dili olan yazar.
kaptanın teknesi (kaptanın tenekesi değil) isimli müthiş kitabın yazarıdır.

(bkz: hiç bitmemesi istenen kitaplar)
(bkz: ateş canına yapışsın)
kaptanın teknesi adlı kitabı güzeldir, eğlencelidir. nasıl bittiğini anlamazsınız.
koyunun olmadığı yerde keçiye abdurrahman çelebi demekten yorulduysanız, alın size sahici bir yazar. "feleğin sillesini yiyenlerin yazarı".
sevgi kuslari serisinin ilk kitabi deccal'in hatiri, cikti.
radikal kitap okuyuculari, 2013'un en iyi romani sectiler bir onceki kitabi kun'u. sozlukte 10 entrylik ilgi olmasina uzuldum.
sonunda iletisim yayinlarindan ayrilmis ve april'a gecmistir. yepisyeni oyku kitabiyla yeni evindeki siftahi 7 subatta kitapcilarda olacak imis. artik degeri anlasilsin bu adamin be. biyrun glikozlu bi parca:
http://m.radikal.com.tr/k...azdan-oyku-cizgisi-414942
çok çok yetenekli, usta, muhakkak hatmedilesi yazar abi.
ilk geber anne kitabıyla tanıştığım yazardır.

sonra ateş canına yapışsın.

en son deccalin hatırı...

ankara imge kitap evindeki, renkli saçlı kasiyer kız sağolsun, o tanıştırdı beni.
taksit yatırmaya gittim. bir kaç kitap daha aldım. kasaya gittiğimde kızla konuşmaya başladık.
benim saçlarımda renkli olduğu için önce saçlarımızdan konuştuk. sonra yıllardır git gel tanımıştık birbirimizi, biraz özel hayattan konuştuk. sonra benim kitap geçmişime bakıp, "sana bir yazar önereyim mi, çok iyidir. yani ben bayıldım senin de seveceğini düşünüyorum" dedi ve bana öncülük edip sezgin kaymaz kitaplarının olduğu rafa yönlendirdi.

2 kitap almıştım. bana lucy i önermişti ama ben geber anne ile ateş canına yapışsın ı almıştım.
uzunca bi süre okumadım. elim gitmedi. zaten türk yazarlara ön yargılıyım. hiç başlayasım gelmedi.
kitaplıkta beklerken annem bana "kitap versene bitirdim son kitabı" dedi. bende geber anneyi al o zaman dedim.
baktım kadın okurken gülüyor, kitapta kaldığı sayfaya parmağını koyarak kapatıp, kafasını yana düşürüp yukarı bakıp gülümsüyor.
belli yaşıyor kitabı.
derken merak ettim bende okudum.

farklı bir tarzı olduğu kesin. anlatımı çok güzel. kitap akıp gidiyor. ve yaşatıyor. kerem i hayal ederken ister istemez gülümsetiyor. anneye ve tayfuna kızdırıyor, babaya ve abiye acındırıyor. yurt müdürlerinin diyalogları çok samimi, düşünceleri de diyalogları gibi...

bir solukta bitirip ateş canına yapışsın ı okudum. o meleklerin konuşmaları, diyalogları o kadar keyif verdi ki, bir çoğunu baştan okudum. yine tüm anlatılan cennet zihnimde. anlatıma göre neyin nerede olduğunu, derslikleri, küçük afacan melekleri, azazil i mikaili israfili azraili cebraili ademi havvayı hepsini sanki kitabı okumadan önce biliyormuşum gibi...

keyifle okuduğum için mutlu, çabuk bittiği için hüzünlüydüm.
derken deccalın hatırını aldım.

yine benden önce annem okudu.
en güzeli bu diyerek 2 günde bitirip verdi kitabı.

gerçekten de öyleydi. üçü arasından ayrım yapamam. lakin deccalin hatırı biraz daha uzun sürdüğünden mi yoksa karakterlerin hepsinin ilginçliğinden mi bilemiyorum, daha da keyif verdi.

misal geber anne de kerem, ateş canına yapışsın da azazil, deccalın hatırın da tüm karakterler şahsına münhasır, ilginç, asla sıradan olmayan, alışılmışın dışında yazılmış.

akıp gitti yine kitap. hemen bitti. deccala, bayram'a, berna'ya, kübra'ya irfan'a çok üzüldüm. zila'yı öyle bir anlatmış ki, gülhan gibi teoman gibi bende aşık olacaktım. veysel ve naim gibi doktorların, dostların hayalini kurdum. kıvırcık ın saçlarıyla oynayıp, selo ile saklambaç oynadım.

üstelik en güzel tarafı, kitapta bir kaç ölüm oldu, ve resmen satır aralarında geçilmişti. dram yok, duygusallık yok, normal akışta tek bir cümle ile anlatılmış ölümler.

ve anlatım tarzı.
kısacası çok güzel bir kitaptı.
ahmet ümit'ten sonra okurken zevk aldığım ikinci yazardır sezgin kaymaz.

keşke daha önceden fark edip daha önce okusaydım ama kısmet bugüneymiş.
bütün kitaplarını okumadan rahata erişemeyeceğim sanırım.

(bkz: kalemine sağlık)
Akışkan dil, duru ama kıvrak uslüp ve 15 kitap. Sevgiler Sezgin bey.
tanım : yazar gibi yazar, adam gibi adam!

hala sezgin kaymaz okumayan varsa mutlaka okusun, şahane kurgular, şahene konular ve inanılmaz akıcı bir dil.

(bkz: hastasıyız)
Özgün dili, samimi yazış tarzı kendini okutturan yazar. Bakele hikayesi oldukça hüzünlüdür. Anlatır, öğretir, ağlatır.

"benim babaannemdi, ama bütün köyün, annemgilin ve dedemin dediği gibi bakele derdim ben de ona. dedeme ise dede.
dedem, babamın anneme davrandığından daha iyi davranırdı bakele’ye.
“sen yorulma, ineği ben sağarım.”
gider sağardı.
“su vereyim mi bakele?”
verirdi.
bazı geceler çok soğuk olurdu yayla, “dur bakele…” derdi bakele’nin elindeki odunları alıp. “sobayı ben yakarım.”
yakardı.

şehre indiği her sefer kalın kalın kitaplar getirip “bakele…” derdi, “al. oku sen. işlere ben bakarım.” bakele dedeme kocaman güler, “sağ ol ibrahim.” deyip gömülürdü getirdiklerinin arasına. okurken, suyun altına girmiş de nefesini tutuyormuş gibi gelirdi bana. sıkılırdım önce, sonra korkardım, sonra gidip dedemin eteğini çekiştirir, “bakele’ye bi şey mi oldu dede?” diye sorardım. “şşt.” derdi dedem. “okuyor oğlum, ne olacak? hadi gel, biz de gazetenin resimlerine bakalım seninle.” alırdı beni kucağına, işaret parmağıyla göstere göstere okur, anlatırdı.
“sen niye okumuyosun dede?”
“işte ben de gazete bakıyorum ya.”
yanlarına gittiğim her yaz bir şeyler öğrenirdim. kitap okunur, gazete bakılırdı meselâ. sağılan ineğin arkasında durulmazdı. uyuyan köpeğin yakınından geçilmez, eriğe tırmanılmaz, örümcek öldürülmez, kelebeğin kanadına dokunulmazdı.
öğrenirdim.

bakele macirdi.
“macir ne demek dede?”
“göçmen demek oğlum.”
“göçmen ne demek?”
başka memleketten gelmiş insan demekti.
okul gibiydi benim için köy. duvarsız, çatısız. kışın şehirde okurdum, yazın köyde.
yazdan yaza gelip gidiyor, her yaz biraz daha büyüyor, okuryazar falan oluyor, dedemin getirdiği gazetelere kendim bakmayı, bakele’nin elinden bıraktığı kitapları kendim okumayı öğreniyordum.
macir’in macir değil muhacir olduğunu meselâ… orta iki’de.

ve bakele’nin gözünün içine bakan dedeme saygı duymayı, onu giderek bakele’den daha fazla sevmeyi öğreniyordum. ama dedemi daha çok sevdiğim için değil; dedem bakele’yi babamın annemi sevdiğinden daha çok sevdiği için.
babam annemden su isterdi: “semiha, su getir.”
dedem, bakele istemeden getirirdi suyunu. soğurur da getirirdi hem.
“semiha çay koy.” derdi babam.
dedem çayı demler, getirip bakele’ye ikram eder, “beğendin mi?” diye de sorardı.
babam anneme kızardı sık sık. temizlik yaparken “ayağını kaldırıver.” dediğini duysa, “bir rahat vermedin.” diye terslenirdi. “bağırtacaksın beni şimdi çocuğun yanında.” annem korkardı babamdan.
dedem, bakele evde yokken temizlerdi evi; en çok da onun oturup kitap okuduğu köşeyi temizlerdi. “mis gibi yaptım bakele. otur, rahat rahat oku.” bakele dedemden hiç korkmazdı.
bakar öğrenirdim ben. güzel şeyler öğrenirdim.

lise sondaydım. bir kış vakti döndüm ki babam evde; gözleri kızarmış, annem bir köşede hem ağlıyor hem toparlanıyor. “köye gidiyoruz. hazırlan.” dediler. bakele ölmüş.
yol boyu bakele’yi düşünmeye çalıştım ama hep dedem geldi gözümün önüne. kime su getirecekti? kim yorulmasın diye ineği sağacak, kim rahat okusun diye köşeyi süpürüp silecek, kim için çay demleyecekti?
ne edecekti dedem?
biz vardığımızda gömmüşlerdi bakele’yi. günahmış. ölü bekletilmezmiş. dedem önümüzde düştü, annem ağlar, babam ağlar; köyün küçük kabristanına gittik. başucuna bir tahta dikmişler, toprak hamile gibi kabarmış, bakele içinde yatıyor. ama ben gene ona veremedim aklımı. gözüm de dedemdeydi gönlüm de. ne zaman başucu tahtasında “vesile kara, ruhuna fatiha” yazısını gördüm, anca o zaman bakele’ye gitti aklım.
vesile?
“acaba…” diye düşünüyordum dua edermiş gibi yaparken, “bakele babaannemin gayrimüslim adıydı da dedem tutup vatan hasreti çekmesin diye?..” ama yok. bakele yedi göbekten müslümandı.

üç gün kaldık köyde. gelenden gidenden anneme de yaklaşamadım babama da. ağlayıp duruyorlardı. dedem donmuş gibiydi bir tek. gözü hep bakele’nin kitap okuduğu köşede, onu ne kadar özlediğini bilmesen gülüyor dersin, yüzünde de yumuşacık bir ifade.
annemgil komşulara veda etmeye gidince cesaretimi toplayıp yanaştım dedemin eteğine.
“dede?..” dedim, “bakele ne demek?”
anlattı.
“canım” demekmiş.
ve “aşkım” ve “bir tanem” ve “her şeyim” ve “ömrümün vârı” ve “gözümün nûru” ve “kalbim” ve “işığım” ve daha yüz binlerce güzel söz, güzel ses demekmiş.
ilk “canım” demek istediğinde ar etmiş dedem, “hanım” dese “malım” demiş gibi olur diye korkmuş, “vesile” dese çok resmi, soğuk. ama kendinden tarafa bakmasını istiyormuş, onu görmesini, onun içini, yüreğini, sevdasını fark etmesini istiyormuş; anlatacak, dökülecek, gerekirse ağlayacakmış. “baksana” dese olmaz, “bak hele…” demiş, devamını getirebilecekmiş gibi.
bakele dönüp bakmış.
dedem bütün söyleyeceklerini unutmuş, öylece kalmış.
beklemiş beklemiş bakele, gülümsemiş, dedemin elini tutmuş, bakmış ki dedem yutkunup duruyor, “anladım ibrahim…” demiş. “anladım… sen bana bakele de bundan sonra, ben anlarım senin ne demek istediğini.”

aşk, âşık olduğunla yekvücut olmakmış.
öyle dedi dedem."