bugün

1940 denizli doğumlu yazar. yurt dışında doktorasını yapmıştır. yurd dönüşünde askere alındı. askerliği sırasında görüşlerinden dolayı sürgün yemiştir. yazdığı bir kitaptan dolayı da hapis cezası almıştır.
*batılılaşma kavramına karşı,asla basit olmayan ,entellektüel ve tutarlı bir duruş sergiledigi paradigmanın iflası kitabı yüzünden 20 ay hapis yatan profesör.
Batılılaşmaya değil batılılaşma,çağdaşlaşma,kalkınma adı altında halkın neredeyse 200 seneye yakındır kandırılmasına yenilgi tuzağına düşürülmesine karşıdır.Paradigmanın iflası çok açıksözlü ve kaliteli bir kitaptır.Ayrıca klasik kemalist sol aydın kalıbını yerle bir etmiştir zannımca.Kitabın kapağında resmi ideolojinin eleştirisi giriş yazmakla beraber devamı gelmemiştir.Yada diğer kitaplarda tamamlanmıştır,bilemeyeceğim.Ayrıca kalkınma iktisadının yükselişi ve düşüşü adlı kitabıda ciddi bir çalışmanının ürünü olan kaliteli bir kitaptır.
1940'da denizli doğumlu. izmir atatürk lisesi ve ankara Üniversitesi siyasal bilgiler fakültesi iktisat ve maliye bölümünü bitirdi. paris ve poitiers üniversitelerinde doktora öğrenimini tamamladı. azgelişmişlik emperyalizm, kapitalizmden sosyalizme geçiş sorunları üzerine birçok araştırma yaptı. yurda döner dönmez askere alındı. yedek subay okulu'ndayken 'sakıncalı er' sayılarak erzurum'a (oltu) sürgün edildi. askerlik sonrası değişik kuruluşlarda araştırmacı olarak çalıştı. bir süre sosyal hizmetler akademisi'nde iktisat dersleri verdi. abant izzet baysal Üniversitesi iktisat bölümü Öğretim Üyesi iken paradigmanın iflası adlı kitabından ötürü terörle mücadele yasası'na muhalefetten 20 ay hapis cezasına çarptırıldı. haymana kapalı cezaevi'nde cezasını çekti.

eserleri: Çevre kapitalizmi ve azgelişmişlik süreci, devletçilikten 24 ocak kararlarına, borç krizi Üzerine bir deneme, paradigmanın iflası, kalkınma iktisadının yükselişi ve düşüşü, azgelişmişliğin sürekliliği.

türkiye ve ortadoğu forumu vakfı ve özgür üniversite'nin kurucusu, koordinatörü.
http://www.ozguruniversite.org/
cumhurbaşkanlığı seçimi üzerine yazdığı son yazısıyla, sahte ikilemlere, yanlış tahtırevallilere karşı toplumu uyarma görevini yapan, paradigmanın iflasını bir kez daha aklımıza getiren, yüreğimize sokan aydın kişi;

http://www.acikgazete.com...n=journalist&aid=2600
doktorasını paris ve poitiers üniversitelerinde tamamlamıştır. doktora aşamasında ve sonrasında, azgelişmişlik emperyalizm, kapitalizmden sosyalizme geçiş sorunları üzerine birçok araştırma yapmıştır. yurda döner dönmez askere alınmış, yedek subay okulu'ndayken sakıncalı er sayılarak erzurum'a (oltu) sürgün edilmiştir. askerlik sonrası değişik kuruluşlarda araştırmacı olarak çalışmıştır. bir süre sosyal hizmetler akademisi'nde iktisat dersleri vermiştir. abant izzet baysal üniversitesi iktisat bölümü öğretim üyesi iken paradigmanın iflasıadlı kitabından ötürü terörle mücadele yasası'na muhalefetten 20 ay hapis cezasına çarptırılmıştır. taksim tünel'deki mevcut sistem üniversitelerine alternatif yapıda olan özgür üniversite'nin kurucu kişisidir. ayrıca özgür üniversite forumu adlı derginin sahibi ve genel yayın yönetmenidir. geçtiğimiz senelerde 'paradigmanın iflası' adlı kitabı ile ilgili olarak başkaya'ya bir kez daha soruşturma açılmıştır.

eserleri:
çevre kapitalizmi ve azgelişmişlik süreci
devletçilikten 24 ocak kararlarına
borç krizi üzerine bir deneme
paradigmanın iflası
kalkınma iktisadının yükselişi ve düşüşü
azgelişmişliğin sürekliliği
yediyüz
yenilgi tuzağı
batı merkezci bakış açısına karşı bir yazar. fakat ne gariptir üretici güçleri teorisini 2.enternasyonal'in şeflerinin görüşleriyle eş tutarken, devlet-sınıf ilişkilerinde sınıfı devre dışı tutmayı iyi biliyor. bunun için ve komintern'i suçlamanız için troçki'nin arkasına saklamasına gerek yoktu. laclau ve ya althusser'den feyz alabilirdi devlet görüşleri için. komintern içinde hindistan'lı roy'a başvurması da zaten yeterli. anti-markizan eğilimlerini marksizm sosuyla kapatan melun kautsky'i ne kadar andırıyor şu yeni post-marksistlerimiz. eskinin kampüs maocuları ile birlikte şimdinin kampüs liberalleri ele ele tüm marksizm çöpe şiarı sanırım yaban ellerde birinci sıraya oturuyor.
kapitalizmin krizi ve 30 yillik yalanin sonu isimli makalsiyle kapitalizmin yapisal bunalimini genel hatlariyla anlatmis yazar.

http://sendika.org/yazi.php?yazi_no=20300
kapitalizmin neden bitecegini guzelcene anlatan adam.

http://www.ozguruniversit...kaya_radikal_elestiri.php

size bir bölümü işaretleyecektim ama bulamadım.

'kapitalizmde üretim araçlarının sahibi daha fazla kar etmek ister. daha fazla kar için üretimden gelen parayı üretime yatırır. üretim için üretim yapar. sürekli genişleyen bir üretimi dünya kaldıramaz. kaynak yetmez.'

edit: amerika neden uzaya gitmek için harıl harıl calısıyor? hammadde için.
bir makale okudum hayatım değişti denebilecek bir yazısında reklamlar konusunu irdelemiş yazar.

Reklamlar insana ve Doğaya Karşı

Kapitalizm, mantığının ve temel işleyiş 'yasalarının' bir sonucu olarak, her seferinde daha çok üretmeden varolamıyor veya her ileri aşamada daha çok üretmeye mahkûm. Lâkin, her seferinde daha çok üretebilmesi, üretilenin tüketilmesiyle mümkün. ikincisi, kapitalist üretimde asıl amaç insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmek üzere değişim değeri üretmektir. insan ihtiyaçlarının tatmin edilmesi gereğiyse, kâr etmenin bir türevidir. Oysa medenî bir insan toplumunda, insan ihtiyaçlarını tatmin etmek üzere kullanım değeri üretilmesi gerekirdi. Şimdilerde insanlığın yüzyüze geldiği sayısız kötülükler ve saçmalıklar, araçlarla amaçların yerdegiştirmesi ters-yüz olması, velhasıl öküzün arabanın arkasına koşulmasının sonucu... Bu kepazelik kendinden menkûl bir bilim ve sürekli kutsanan bir yeni, yenilik/yenilikçilik retoriğiyle tartışılır ve anlaşılır olmaktan çıkıyor. Sistem üretim ve tüketim çılgınlığı üzerine oturuyor ama bu dünyada üretimin de tüketimin de bir karşılığı var, olması gerekiyor. Zira dünyanın kaynakları sınırsız değil. Türkçenin henüz öztürkçeleştirilmediği dönemde, tüketim ve tüketici yerine, istihlâk ve müstehlik kelimeleri kullanılırdı. Bilindiği gibi, istihlâk helâk'tan türemedir. Helâk: mahvolma, ölme, harcanma... gibi anlamlara geliyor. Fransızca'da Latince cum-summa dan türeme kelimelerden biri olan consumer de bitirmek, yok etmek, öldürmek, yakıp kül etmek... gibi anlamlarla yüklü... O halde insanların yaptıklarının, ne anlama geldiğinin bilincinde olmaları önemli. Eğer daha çok tüketmek daha çok tahrip etmek, daha çok yok etmek, daha çok kirletmek, daha çok atık [çöp] demekse, şu tüketim çılgınlığının saçmalığı açık değil mi? Bu sefil durum bir önkabule dayanıyor: daha çok tüketmek daha büyük mutlulukla özdeş sayılıyor. Tükettiğin kadar mutlusun, tükettikçe mutlusun, ne kadar çok tüketirsen o kadar çok mutlusun... Elbette çelişki ve saçmalık bununla sınırlı değil, öyle bir burjuva uygarlığı ki, birilerinin [azınlık] daha çok tüketebilmesi, başkalarının [çoğunluk] gerekli olanı tüketemez duruma gelmesiyle, yaşam için gerekli asgarî araçlardan yoksun bırakılmasıyla mümkün... Şimdilerde 1 milyar insan açlıkla cebelleşiyor, yılda silahlanmaya 1400 milyar dolar, reklamlara da 450 milyar dolar harcanıyor... Sadece bu rakamlar burjuva uygarlığının ne menem bir şey olduğunu, insanlığı ne duruma getirdiğini göstermeye yeterli değil mi? Maddi tüketimle insan mutluluğu arasında doğru yönde bir ilişki olduğunu varsaymaktan daha büyük aymazlık olabilir mi? Sistem, çoğunluğu akıl almaz bir sefalete mahkûm ederken, çok tüketen azınlığı da insanlıktan çıkarıyor ama ne hikmetse ona da 'mutlu azınlık' diyorlar... Demek ki, herkes için aynı anlama gelen bir mutluluk tanımı yok... işte onca övünülen, onca yüceltilen kapitalist uygarlığın marifeti... Ortalıkta medeniyet tanımına uygun bir şey var mı?

Adına yarışır, medenî bir insan toplumunun bazı değerlere dayanması gerekir, işte paylaşım, dostluk, kardeşlik, karşılıklı saygı ve sevgi, zayıfları kayırma, hoşgörü, eşitlik ve özgürlük bilinci, estetik duyarlılık, estetik-entellektüel etkinlik, v.b... Sadece ahlâk dışı değil, ahlâka da karşı olan kapitalizmin kitabında bunların hiçbirine yer yoktur. Orada söz konusu olan rekabet, para, güçlünün yasasıdır ve insanın ürettiği eşya [şeyler] onu üreten insandan daha 'değerlidir'... Kapitalist sistemin devamı için daha çok üretme zorunluluğu var ama üretmekle iş bitiyor. Üretilenin mutlaka satılması [realizasyon] gerekiyor. Fakat sistemin kaçınılmaz olarak bir kutupta zenginlik biriktirmesi, karşı kutupta yoksulluk ve sefalet biriktirmesine bağlı olduğu için, üretilenin satılması yani realizasyon ekseri sorun oluyor. Kapitalizm toplumsal eşitsizlik yaratmadan ve onu derinleştirmeden yol alamıyor. işte reklamın ve reklamcının pis misyonu bu aşamada ortaya çıkıyor ve söz konusu pürüzü aşmak üzere devreye giriyor. Reklam potansiyel müşterilerin [satın alabilir durumda olanlar] daha fazla satın almasını sağlamak üzere kelimeleri deforme ediyor, dili ve sembolleri manipüle ediyor, kelimelerin ve kavramların içini boşaltıyor. insanlarda satın alma istek ve arzusunu harekete geçirmek için göze pek görünmeyen bir strateji uyguluyor. Bütün bu reklam stratejisinin amacı insanları satın almaya ikna etmek ve o amaç için aldatmaktır. Reklam, kimi zaman gülünç, kimi zaman 'sempatik', kimi zaman da şaşırtıcı görüntü, imaj ve dille tehlikeli bir iş yapıyor, sürekli yenilenen bıktırıcı imajlar, sözler, görüntüler, sesler, vb. insanları alıklaştırıp- yaşamın anlamını yok ediyor. insanların düşünme yeteneğini köreltiyor, iyiyle- kötü, doğruyla-yanlış, güzelle-çirkin ayrımı yapmasını zorlaştırıyor. Bunları yazarken reklamcı taifesinin: "siz insanları akılsız, öyle kolay kandırılır yaratıklar olarak mı görüyorsunuz, bu onlara harekettir..." dediklerini duyar gibiyim ama dananın kuyruğu öyle değil. Zira yaptıkları söylediklerini yalanlıyor. Asıl amaçları insanları satın almaya ikna etmek üzere etkilemek değil mi? Oysa insanlar pekâlâ manipüle edilebiliyor ve etkilenebiliyor ve şartlandırılabiliyor... Elbette bıktırıcı tekrar da işlevsiz değil. Bu yüzden George Orwell haklı olarak: "64 bininci tekrarda herşey gerçek haline gelir" demişti... Gerçekten bir şey ne kadar çok tekrarlanırsa bilinçaltına yerleşme olasılığı da doğru orantılı olarak büyüyor... Bu konuda şartlı refleks denilenle ilgili bildiğinizi hatırlamanız yeterli... Fakat reklâmcı sadece mal satmanın hizmetinde değil, politika pazarında da etkili, zira politika da giderek metalaşmış bir faaliyete dönüştü. Seçilmenin yolu artık reklamdan ve reklamcıdan geçiyor. Bu politikanın iflası demektir. Şunun için ki, mâlûm "politika toplumsal yaşamı adalet içinde düzenlemek" anlamındadır... Oysa reklam ve reklamcının istediği yurttaş değil tüketicidir... Reklamcının başarısı insana insanlığını unutturmaktan geçiyor. Ünlü çokuluslu reklam şirketi DDB'nin patronu Bill Benbach : "Onları bön ve aptal hale getir [Keep them simple and stupid]" derken, reklamla amaçlananın ne olduğunu pek de nâzik olmayan bir üslûpla ifade ediyordu... Reklamcı her türlü imkân ve aracı kullanarak potansiyel müşteriyi satın almaya ikna ediyor. Bu amaçla insanları 'çocuklaştırması' gerekiyor... Başka türlü söylersek reklamcının imâl etmek istediği insan 'çocuk olarak kalmış, çocuklaşmış büyüklerdir'... büyümüşte küçülmüş değil de, küçülmüş de büyümüş... Şu malı veya hizmeti satın alırsan mutlu olursun, almadığın zaman mutsuzsun. O halde reklamın önce insanda mutsuzluk duygusu, eksiklik duygusu yaratması gerekiyor ki, mutluluğa terfi etmek üzere önerilen ürünü satın alsın. Velhasıl mutsuzluk durumundan kurtulmanın yolu satın almaktan geçiyor... Elbette sadece satın almak değil, herkesin aynı şeyi satın alması, daha çok, daha çok ve daha çok satın alması... durmadan satın alması... Öyle bir insan ki, nedensiz ve amaçsız, dur durak bilmeden satın alıyor, satın almak için satın alıyor ve satın aldığı için 'mutlu' olduğunu sanıyor. Reklam sahip ol diyor, insan ol demesi mümkün değil. Metroda bir reklam gözüme batmıştı... Batmaması mümkün mü... iştahla çikolatalı pastayı yiyen genç kızın resminin altında: "mutlu et kendini" yazılmıştı. Reklamda sanki iki farklı kişilik resmediliyordu veya genç kızın kişiliği ikiye bölünmüştü: biri mutsuz olan ve pastayı yiyince mutlu olacak olan, diğeri de yeme fiilini gerçekleştirmek üzere pastayı satın alacak olan... Reklamların tahribatının nerelere vardığının sadece bir örneği... Asgari sağduyu ve düşünme yeteneğine sahip biri daha çok sahip olmak eşittir daha büyük mutluluk denklemine itibar eder mi? Ne kadar sembol ve değer varsa insanları tüketim düşkünü, tüketim bağımlısı [alkol, uyuşturucu... bağımlısı gibi] yapmak üzere seferber ediliyor...

Bir şey üretmek demek doğadan bir şeyler almak, eksiltmek demek ve kullanılan doğal kaynaklar sınırsız değil. Kapitalist üretim ve onu meşrulaştıran kendinden menkûl "iktisat bilimi", doğal kaynakların sınırsız olduğunu ilân etti. Böyle bir saçmalığa insanlar inandırıldı. Reklamlar her gün binlerce defa 'daha çok tüket' diyor lâkin üretilenin çoğu çöpe atılıyor. Çöpe atmak için üretimin kural haline geldiği bir dünyada milyonlarca insan açlıktan ölüyor ve hâlâ kapitalist üretim tarzının yegane rasyonel üretim tarzı olduğuna insanlar inandırılmak isteniyor. Üretim ve tüketim çılgınlığı ve atıklar doğa tahribatını derinleştirirken, insanı, toplumu ve doğayı kirletiyor. Aslında çöp dağlarına bakarak insanlığın içine sürüklendiği sefil manzaraya dair fikir edinmek mümkün... Reklamlar üretilenin eskimesine izin vermiyor. Yeni olan muteberdir düşüncesi sürekli yenilenip, tam bir saplantı haline getiriliyor ve tabii durmadan şeylerin yenileri üretiliyor ve yeniye sahip olmak mutlu olmak demek... Reklamlar ürün fiyatlarını yükseltiyor ve 'kaliteyi ucuza' aldığını sanan şanslı tüketiciye yükleniyor. Ödediğiniz fiyata reklam maliyeti de dahil...

Reklamlar basın özgürlüğünün de düşmanı. Şimdilerde yazılı basın, radyo ve televizyon reklamlarla ayakta kalabiliyor ve reklamı verenler de büyük çokuluslu şirketler. Şirketler reklamı kestiğinde televizyonun da fişi kesiliyor, gazeteler kapanıyor, radyolar susuyor. Böyle bir durumda gazetecilerin reklamı eleştirmesi mümkün mü? Reklamı yapılan malın kalitesine dair itirazda bulunabilir misiniz? Zaten reklam tek yönlüdür ve reklama maruz kalanın söz hakkı yoktur. Reklamlara dair eleştirel bir yazının, haberin yayınlanması mümkün mü? O zaman ancak reklamı sorun etmeyenler büyük medyada yer bulabilirler ve yalan ve tahrifat korosuna dahil olabilirler. Mesele okuduğunuz bu yazının veya benzerlerinin büyük gazetelerde yayınlanması, televizyonlarda yankı bulması mümkün mü? Böyle bir ortamda da başta yazılı basın olmak üzere medya denilenin bir tür reklam kataloguna dönüşmesi kaçınılmaz... Oysa basının [veya medyanın densin] adına lâyık olabilmesi, paranın ve devletin iktidarından bağımsız olmasıyla mümkündür.

Reklamlar israfın hizmetinde ve insanlara markalarla tuzak kuruluyor. Marka, malın kalitesini sorun etmeyi engelliyor ve değerinin çok üstünde satmanın da garantisi. Üstelik marka mal almak marifet sayılıyor. Ucuzluk kampanyaları ve promosyonlar israfı daha da büyütüyor. insanlar ucuza satın alma yanılsaması tuzağına düşürülüyor. iki alana üçüncüsü bedava türü kampanyalar insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmak demek. Bir insanın ihtiyacı olmayan şeyleri ucuz olduğu için satın alması ne anlama geliyor? Ucuza satın alma da ekseri bir yanılsama olmak kaydıyla. Kaldı ki, gerçekten ucuzsa bile ucuza satın almak uzun vadede itibar edilebilir bir şey de olmamalıdır. Mallar emek harcanarak üretiliyor ve ucuza üretilmesinin koşullarından biri ve başlıcası da üreticinin, işçinin, esnafın, çiftçinin aşırı sömürülmesidir ki, bunun uzun vadede bumerang etkisi yaratması kaçınılmazdır. Reklamlar satın alma gücü olmayan insanları da 'marka' mallar satın almaya özendirip borçlandırarak düşük gelirli ailelerde gereksiz sıkıntılar, dramlar, huzursuzluklar yaratıyor, gençleri suça özendiriyor...

Tüketiciyi manipüle eden, gereksiz ihtiyaçlar yaratan, doğa tahribatını derinleştiren, erkek egemenliğini ve önyargıları pekiştiren, ürün fiyatlarını yükselten, insanları bunaltan, çevreyi kirletip-çirkinleştiren, sürekli yalan söyleyen... reklamlara karşı çıkmak gerekli ve mümkün. Bu saldırıya başta örgütlenerek, örgütlerle karşı çıkmak mümkün ama bireysel planda da yapılabilecek şeyler var ve bu ikisi birbirini tamamlamak durumunda. Reklam karşıtı örgütler oluşturmak ve muhalif örgütlerin bu konuda duyarlı ve sorumlu davranmalarını sağlamak için çaba harcanabilir. Kaldı ki, kapitalizme karşı mücadele ettiğini söyleyen örgütlerin reklamın tahribatı karşısında tepkisiz kalmaları, onu ciddiye almamaları anlaşılır bir şey değildir... Her birimiz gönüllü yetingenlik tercihi yapabiliriz. Sade yaşamanın, azla yetinmenin insanlık demek olduğu düşüncesini yaygınlaştırmak üzere pekâlâ işe kendimizden başlayabiliriz... Kapitalizmin ve reklamların dayattığını değil de ihtiyacımız olana sahip olmakla yetinebiliriz. israf ordusundan firar edebiliriz. Bir şeyi satın almadan önce ve mutlaka bu bana gerçekten gerekli mi? sorusunu sorabiliriz. Reklamların kölesi olmamanın mümkün ve gerekli olduğunu kendi yaşamımızda gösterebiliriz. insan mutluluğuyla sahip olunan eşya arasında doğru yönde bir ilişki olduğuna dair genel-geçer yaygın ama saçma kabulün dışına çıkabiliriz. Asıl zenginliğin meta dünyasının dışında olabileceği düşüncesini yaygınlaştırabiliriz. Bunun için de işe sürüden ayrılarak başlayabiliriz... Bu vesileyle reklamı sanat sayanlarla, reklamlarda rol alan sanatçılara da bir çift sözüm var: Bir kere reklam kirletiyor ve kirletme eylemiyle sanatın bir ve aynı şey sayılması abestir. Bizzat reklamın varlık nedeni sanatın ve sanatçının inkârıdır; ikincisi, gerçek sanatçının reklamlarda rol alması, bir şekilde reklama bulaşması kabul edilebilir değildir. insanları aldatıp-alıklaştıran, kirli ve kirleten reklamlarda rol almayı, bu sefil oyunda kendini maskara etmeyi içine sindiren biri kendi varlık nedenine ve kendi etiğine ihanet etmiştir. Sanat güzelin ve daha güzelin, hayatı güzelleştirmenin, ona anlam katıp-zenginleştirmenin hizmetinde, reklam da yalanın, insanı ve toplumu kirletmenin, doğayı tahrip etmenin hizmetinde olduğuna göre...

http://www.ozguruniversite.org
insanlara önce ihtiyaçları olmayan bir şey satılıp, ihtiyaç haline getiriliyor, sonra da satılan şey sürekli yenileniyor. insanlar yeniye sahip olmak için çırpınıp duruyor ve yeniye sahip olduğunda mutlu olacağını sanıyor. Oysa ihtiyaçları olmayan lüzûmsuz bir nesnenin peşinde koştuklarının farkında değiller. Gerçekten cep telefonu diye birşeye ihtiyacınız olduğuna inanıyor musunuz?

gibi bir tespite imzasını atmış akademisyen..
sosyalizmin radikal kültürel kopuşlarını özellikle görmezden gelen, eleştiricilerin emperyalist-sol * kişi-örgütler tarafından tehdit edildiği aman diyeyim bir çeşit insan...
sadece kendi büzükdeşleri arasında bilimadamı olarak kabul edilir, tüm nefreti bundandır.
ırk kavramını kabul eden kişi asla bilimadamı olamaz... *
ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının bireysel düzlemde nasıl vahim sonuçlar yaratacağının canlı delili olan bir insandır. sen adamı fikirlerinden dolayı mahkum eder,zulme tabi tutarsan o da şirazesinden çıkar, hücrelerine kadar sinmiş hınçla bütün birikimini inkar edercesine zırvalamaya başlar afedersin müdürüm. yaptığı budur başkaya'nın ,paradigmanın iflasını anlatacağım derken kendi entelektüel konkordatosunu ilan etmiştir aslında. yerli malı dühring.
ülkede herşeyi olduğu gibi iktisadı da* ithal edip tüketiyoruz, kendi iktisadımızı üretmiyor tüketiyoruz diyen bağımsız iktisatçı.

hocamızdı zamanında*. bir kitap yazdı alıp götürdüler.

(bkz: paradigmanın iflası)
http://www.toplumsaldevri...ncel/yalan-fikret-baskaya
kemalizm ve riyakar sosyalizmi belki de dünyada en iyi işleyen insanlardan birisidir. elbette ki kapitalizm in vahşi yüzünü gözlerimizin önüne sererek bunu başarıyor. yeryüzündeki tüm izm lerin aslında hedefledikleri dontrinlerden ne derece sapkın olduklarını çok rahat şekilde sanki bakkaldan ekmek alırcasına okuyucuya ulaştırıyor.

bence aydın kelimesinin bu topraklarıdaki karşılığıdır.
paradigmanın iflası adlı kitabında resmi ideolojinin eleştirisine güzel bir giriş yapmıştır. okunması gereken bir kitap, ayrıca yazar bu kitap yüzünden belli bir süre hapis cezası almıştır.
son günlerde hararetle yapılan birçok tartışmanın odak noktası "demokrasi"nin başlangıçtan bugüne tarafsız bakış açısıyla, "reel demokrasi" fikret hoca'nın ince eleyip, sık dokuyarak tahlili'ni yaptığı okunması gereken yazılarından biri.

http://www.ozguruniversit...2%3Aguenluek&Itemid=8

--spoiler--
Tarihte bilinen ilk “reel demokrasi” Atina demokrasisiydi. Aslında Atina demokrasisi ilginç bazı ilkelere dayanan bir doğrudan demokrasi rejimiydi ama son derece dışlayıcıydı. Nerdeyse köle sahibi ‘kısır sınıfın’ rejimiydi. Zira, köleler, azad edilmiş köleler, kadınlar, yabancılar, küçük köylüler, zanaatkârlar, ticaret erbabı sürece dahil değildi. Dönemin iki figürü Eflatun ve öğrencisi Aristo açıkça halkın sürecin dışında tutulmasından yanaydılar. Aralarında bazı görüş farkları olsa da halkın bu amaç için ehil ve yetkin olmadığı konusunda inançları tamdı. Eflatun sıradan insanların içgüdüleriyle hareket ettiklerini, karın doyurma dışında bir dertleri olmadığını, aşırı özgürlüğün tiranlığa götürdüğünü, denetimin kitle bilincini de kapsaması gerektiğini, bu bakımdan hükümetin kültür sorununu önemsemesini, yurttaşların bilincinin doğru fikirlere göre oluşturulmasını, sonuç itibariyle yönetimin filozofların işi olmasını, zira sadece onların gerekli akla ve bilgeliğe sahip olduklarını düşünüyordu
--spoiler--
özgür üniversite de yayınlanan yeni makalesi.

--spoiler--

Fikret Başkaya - Demokrasi Değil, oligarşi

"TC Anayasında Türkiye’nin ‘demokratik bir cumhuriyet’ olduğu yazılı. Siyasetciler, akademisyenler, medya erbabı, sanatçılar, kendi kendilerini “aydın” ilan eden diplomalılar Türkiye’deki rejimin demokratik olduğuna inanıyor. Üç nedenden dolayı böyle bir inanç geçerli denebilir: Birincisi, insanlar her söylenen inanma eğiliminde oldukları için, ikincisi, genel oy hakkı, çok parti sistemi, seçimler, parlamento, “hür basın”, vb. varlığından ötürü. Üçüncüsü de diktatörlük değilse o halde demokrasidir, monarşi değilse demek ki, demokrasidir... şeklinde bir anlayışın geçerli olmasından. Oysa monarşiyle demokrasi arasında, diktatörlükle demokrasi arasında oligarşi diye de bir rejim türünün varlığı nerdeyse hiç akla gelmiyor... Neden akla gelmediği de mâlum... Genel algı kabaca şöyle: Türkiye demokratik bir ülke ama bazı eksikleri var. işte yeni bir anayasa yapılır ve bazı kanunlarda da değişiklik yapılırsa, Türkiye Batı demokrasileri ligine dahil olacak, artık 200 yıllık rüya gerçek olacak, “muasır medeniyet” seviyesinin üstüne çıkılacak. Velhasıl Batı’da demokrasi var ve bizim de bazı eksikliklerimiz var. Yakınlarda bir profesör “Türkiye’nin 137 yıllık demokrasi mirası var” diyordu. Kimbilir herhalde öyle söylesin diye profesör yapmışlardır. Oysa, ikiyüzlülüğü ve yalanı sevmeyen biri olsaydı, “Türkiye’nin 137 yıllık demokrasiyi engelleme deneyimi var” demesi gerekirdi..."

MAKALENiN TAMAMı için: http://www.ozguruniversit...-demokrasi-deil-oligari-i
--spoiler--
Meksikalı Carlos Slim Helu’nun 73 milyar dolar serveti var. Dünyanın en zengin 10 kişisinin 452 milyar dolar serveti var. Bu rakamları başka rakamlarla yan yana getirirseniz, insanlığın içinde bulunduğu utanç verici durum görünür hale gelir. Peki bu 10 kişinin 452 milyar dolar şahsi servete sahip olması nasıl mümkün oluyor? 1 milyardan fazla insanın günde 1 dolardan az gelirle “yaşaması” sayesinde… 2.8 milyar insanın günde 2 dolardan az gelirle “yaşaması” sayesinde… 1 milyardan fazla insanın sağlığa uygun içme suyundan mahrum olması sayesinde… Dünya nüfusunun %20’sinin dünya zenginliğinin %90’ına el koyduğu bir dünyada, huzur, refah, barış olur mu? Bu dünyanın artık yaşanabilir bir yer olmaktan çıktığı anlamına gelmez mi? Durum böyleyken, “nurlu ufuklardan” dem vurmanın hâlâ bir kıymet-i harbiyesi var mıdır? Herkese ait olması ve ortakça kullanılması gerekenin dar bir azınlık tarafından sahiplenildiği, özel mülk haline getirildiği bir dünya, yaşanabilir bir dünya mıdır? Bu sürdürülebilir bir durum mudur?

Fikret Başkaya
gece gece uyku kaçıran.
''muz cumhuriyeti değil, büyük hırsızların cumhuriyeti'' yazısıyla doğru tespitlerde bulunmuş değerli yazar.
`http://www.ozguruniversit...yuek-hrszlarn-cumhuriyeti`
üretmek, tüketmek, yok etmek!

Neoliberal küreselleşme çağında tüm toplumlar daha çok üretime ve daha çok tüketime kilitlenmiş durumda. Üretim artarsa, ekonomi büyürse işlerin yoluna gireceği söyleniyor. Lâkin her üretim artışının sonunda beklenen sonuç ortaya çıkmıyor, işler daha da sarpa sarıyor. Kapitalist ürettiğine değil, üreteceğine bakar. Gözü ürettiğini görmez. Onu önündekine değil de ilerdekine, gelecektekine baktıran da çılgın rekabettir. Aslında kapitalist, “ileriye doğru kaçmaya mahkûm” bir bireydir ve bu yüzden de bireysel iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye mecbur eder. Zira daha çok üretemez ise, daha büyük bir artı-değer kitlesine el koyamaz ise, toplam artı-değerden daha büyük pay alamaz ise, rakipler tarafından yutulur, alan dışına itilir, yarışı kaybeder. Tabii daha çok üretmek de, daha çok satmakla mümkündür. Kapitalizm koşullarında bu işi başarmanın yolu, kapitalizmin kendi suretinde bir insan yaratmasından geçiyordu. Ancak o zaman insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmak mümkün olurdu. Şimdilerde çok sayıda gereksiz, dahası zararlı şeyin üretiliyor ve satılıyor olmasının sırrı orada yatıyor.

Bir insan ihtiyacı olmayan şeyleri satın almaya, her seferinde daha çoğunu satın almaya nasıl ikna edilebilir? Eğer refahın ve mutluluğun daha çoğa sahip olmaktan geçtiğine inanırsa... Refah ve mutluluğa ulaşmanın daha çok maddi şeye sahip olmaktan geçtiğine dair bir yanılsama içindeyse. Tabii, kapitalizm dahilinde herkesin üretilen ve satılan her şeye sahip olması mümkün değildir. Zira birilerinin (azınlığın) daha çoğa sahip olması için, başkalarının (çoğunluğun) satın alamaz duruma getirilmesi gerekiyor. Sistemin işleyişinin bir sonucu olarak, zenginlik giderek küçük bir grubun elinde toplanıyor. Çoğunluk yeterli bir gelire ve dolayısıyla satın alma gücüne sahip olamıyor. Netice itibariyle, toplum çoğunluğu sürecin dışına atılıyor. işte üretimin her seferinde “lüks mallara”, gereksiz ve zararlı şeylere yönelmesinin, insanların da ihtiyaçları olmayan şeyleri satın almasının sebebi bu. Ve sonuç ortada: Bir tarafta en hayati ihtiyaçlarını karşılayamaz durumda olan, açlıkla, yoksullukla cebelleşen, sefalet ortamına itilmiş milyarlarca insan, diğer tarafta dünyanın zenginliğine el koyan ve yön veren dar bir küresel oligarşi ve çevresi ve onu taklit edebilen bir küresel orta sınıf... işte “büyüme”, “kalkınma”, “ilerleme”, “demokrasi’, “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü”, “insan hakları”, vb. dedikleri böyle bir şey...

Fakat hepsi bu kadar değil, aşırı düzeyde zenginlik ve yoksulluk üreten ve aradaki uçurumu derinleştiren bu süreç, bir de ekolojik bozulmaya neden oluyor. Başka türlü ifade edersek, insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atacak düzeyde canlı yaşamın temelini aşındırıyor. Her geçen gün sosyal mahiyetteki sorunlar büyüyor, ekolojik riskler derinleşiyor ve insanlara “ilerde” işlerin yoluna gireceği” söyleniyor... Ve hedef ufukta bir çizgi gibi uzaklara kayıyor... Küresel oligarşinin adamları ve onların uzantıları ve müttefikleri olan “yerel” mülk sahibi sınıfların sözcüleri, “yoksulluğun kökünü kazımaktan” söz ediyorlar. En son verilen tarih 2015’ti ve 6 ay sonra doluyor. Lâkin vaad edilen sürede yoksulluk daha da artmış bulunuyor. Hem neoliberal çılgınlık, saldırganlık ve küstahlık pupa-yelken yol almaya devam edecek, her şey özelleştirilecek, metalaştırılacak, parayla alınır-satılır hale gelecek ve hem de yoksulluğun kökü kazınacak! Bu, insanlarla alay etmek değil midir? Eğer gerçekten yoksullukla mücadele diye samimi bir kaygı olsaydı, açlık 6 ay içinde insanlığın gündeminden çıkardı. Zira dünyada akıl almaz bir “zenginlik” stoku var. Ve yapılacak iş de çok basit... Nasıl, bir zamanlar kölelik yasaklanmıştı, o zaman hemen yoksulluğu da yasaklarsınız, aşırı gelir dağılımı adaletsizliğine son verirsiniz, olur- biter. Herkesin olan, hepimizin olan, toplumdan gasp edilen, asıl sahiplerine iade edilir! Birilerinin yoksulluğu, başkalarının herkese ait olana ve olması gerekene el koymasının sonucu olduğuna göre... Daha önce de yazdım, eğer dünyadaki zenginlik [gelir] eşit bölüşülseydi, her dünyalıya günde 19, ayda 570, yılda 6840 euro düşecekti. Bu 5 kişilik bir aileye yılda 34 200 dolar [yaklaşık 95 760 TL] düşecek demektir... Öyleyse neden yoksullukla mücadele söylemi hep gündemde? Böylece küresel oligarşi ve bir bütün olarak yeryüzünün egemenleri kendi konumlarını “meşrulaştırmak” istiyorlar. Asıl amaç asla yoksullukla mücadele değil... Amaç oyalamak için aldatmak... Bu nedenle, “yoksullukla mücadele söylemi” yoksullar cephesini değil, zenginler taifesini angaje ediyor!

Aşırı üretim ve tüketime endeksli geçerli neoliberal kapitalist işleyiş, akıl almaz bir israf ve yok etmek anlamına geliyor. Sistemin mantığının ve işleyişinin bir gereği olarak, satın alınan malların ve hizmetlerin sürekli yenilenmesi ve yenilenme hızını artması gerekiyor. Bu amaçla da reklamlar devreye sokuluyor. Tabii medyanın ve moda endüstrisinin rolünü de unutmamak gerekir. Aksi hale sistemin işlerliği mümkün olmazdı. Satın alınan şeyler, eskimeden kullanımdan düşüyor, normal ömrünü doldurmadan çöpe atılıyor. Bu amaçla modeller sürekli olarak yenileniyor. Ürünlerin, eskime/demode olma ömrü önceden, üretim aşamasında programlanıyor. Bir ürünün ne kadar zamanda kullanılamaz hale geleceğine üretici şirket karar veriyor. Buna “programlanmış eskime” deniyor... Bir insanın sapa sağlam bir aleti, kullandığı bir nesneyi atıp, yenisini alması, bu tür bir saçmalığa tevessül edebilmesi ancak düşünme yeteneğini yitirdiğinde, sorumluluk duygusundan arındığında mümkündür. Yedek parça üretimi bilinçli olarak savsaklanıyor ve yedek parçaya ulaşım zorlaştırılıyor. Dört yaşındaki arabasını yenileyen birine: “Neden böyle bir şey yaptığını” sorduğumda, “bundan sonra çok masraf çıkarır...” cevabını vermişti... insanlar öyle bir reklam bombardımanı altında, öylesine reklam kölesi olmuş durumdalar ki, elindekini atıp yenisini almadan edemiyor... Buna çöpe atma-satın alma refleksi de diyebilir siniz... Yani tam bir “şartlı refleks hâli”! Her yıl cep telefonunu değiştirmenin mantığı nedir? Her üç-dört yılda yeni bir araba satın almak ne anlama geliyor? Kapitalist sistem insanı insanlıktan çıkarmış durumda. Yepyeni pencere perdeleri neden değiştirilir? Ortalama insan, artık ne yaptığını, yaptığının ne anlamıma geldiğini bilmiyor. Bir şey üretmek için hammadde, enerji ve emek gerekir ve bir şeyi kullanım ömrü dolmadan çöpe atmak, hammadde, enerji ve emek israfı demektir. Daha da ötede doğayı kirletmektir. Her yıl çoğu plastik su ve süt şişesi olmak üzere doğaya 260 milyon ton plastik atık (çöp) atılıyor. Bir plastik torbanın ortalama kullanım zamanının 12 dakika olduğu tahmin ediliyor, lâkin toprakta çözülebilmesi için 400 yıl gerekiyor... Ve yerin altından çıkarılan madenler, enerji kaynakları, topraklar, vb. sınırsız değil. Bu tempoyla kullanım devam ederse [zira genel eğilim daha da artacağını gösteriyor], bu saçmalık daha ne kadar sürdürülebilir ?

O halde bu sefil durum nasıl mümkün oluyor? Değirmenin suyu nereden geliyor ve yapılanın anlamı nedir? Malûm, üretmek ve tüketmek aynı zamanda yok etmektir... Emperyalist oligarşinin ve “yerli oligarşilerin” bu şımarıklığı ve hovardalığı, şimdilerde Güney denilen dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerin doğal kaynaklarının ve emeğinin aşırı sömürüsü ve yağması sayesinde mümkün oluyor. Ve bu yeni ortaya çıkmış bir durum da değil... Kristof Kolomb’un macerasına kadar gerilere gidiyor. Eğer yoksul ülkelerin madenlerine, enerji kaynaklarına, emeğine, tarım ürünlerine, emperyalist devletler ve onların çokuluslu şirketleri tarafından yok pahasına el konmasaydı, bu günkü üretim ve tüketim çılgınlığı mümkün olur muydu? Gardroplar yılda bir kaç defa yenilenir miydi, cep telefonları, araba modelleri, vb. bu kadar hızlı değişir miydi? Bir cep telefonunun bir buzdolabından daha çok enerji tükettiğini biliyor musunuz?

Eğer Güneyin doğal kaynaklarına, maden ve enerji varlığına, biyolojik çeşitliliğine Batı tarafından el konulmamış olsaydı, topraklarında neyin nasıl yetişeceğine emperyalist odaklar karar vermeseydi, söz konusu ülkeler kaynaklarını kendi refahları ve kalkınmaları için kullanmış olsalardı, bu günkü saçma üretim ve tüketim çılgınlığı mümkün olur muydu? O ülkelerin onca insanı açlık ve yoksullukla cebelleşir durumda olur muydu? Mallar bu kadar ucuza üretilebilir ve bu kadar ucuza satılabilir miydi? Dünyanın beşinci büyük çokuluslu şirketi oyan Total, ortaklarına yılda 10 milyar dolar kâr payı dağıtıyor. Bu rakamın bir çok ülkenin milli gelirinden fazla olduğunu unutmamak gerekir. Bu şirket eğer Kongo’nun, Gabon’un, Nijerya’nın petrolünü, Birmanya’nın doğal gazını, vb. ve diğerlerinin enerji kaynaklarına el koymamış olsaydı, bu mümkün olur muydu? Eğer bu şirket, o ülkelerin yöneticilerini satın almamış olsaydı, bu talan mümkün olur muydu?

Oldum olası ucuza üretip, ucuz satmak bir marifet sayılıyor. Bir şeyi “ucuz üretmenin” ve “ucuza satmanın” ne demeye geldiği neden hiç bir zaman tartışma konusu yapılmıyor. Ucuza üretmenin ne demeye geldiğini merak edenler Soma’ya baksınlar. ABD’nin, Avrupa’nın, Japonya’nın, bir bütün olarak sanayileşmiş ülkelerin II. Dünya savaşı sonrasındaki ekonomik başarısı, yoksul (yoksullaştırılmış demek daha doğru) ülkelerin petrolünü, stratejik öneme sahip madenlerini ve biyolojik çeşitliliğini sudan ucuza kullanmaları sayesinde mümkün olmuştu... Üçüncü Dünya ülkelerinin o zamanki yöneticileri, yağma ve talanı sınırlama girişiminde bulunduklarında başlarına neler geldiğini meraklılar biliyor...

Tuhaf bir şekilde “ucuza üretme” adına insanlar aşırı sömürüye maruz bırakılıp, yoksullaştırılıyorlar. Aslında ucuza üretmek kârı büyütmektir. Kapitalizm dahilinde ucuzun öteki adı yüksek kârdır... Kârın büyüyebilmesi için ücretlerin olabildiğince düşürülmesi gerekir. Sonuçta geniş emekçi kesimler yoksullaşıyor ve üretilen “ucuz” malları satın alamaz hale geliyor. Bu sefer de bankalar devreye girip insanları borçlandırıyor. Şu ünlü “tüketici kredisi”... Ve herkesin cebinde bir kaç kredi kartı... Fakat gözden kaçan bir şey var, insanlar karınlarını doyurmak için bile bankalar tarafından rehin alınıyorlar ama üretilen gıda maddelerinin yaklaşık yarısı çöpe atılıyor... Ve bu skandal nedense pek tartışma konusu yapılmıyor! Velhasıl dünya nüfusunun %20’sinin maddi refah içinde yüzebilmesi, geri kalan %80’nin yaşam için gerekli şeylerden mahrum olması sayesinde mümkün oluyor!

Aslında durum çok açık ve çözümü de sanıldığı kadar karmaşık ve zor değil. işlerin sarpa sarmasının, insanlığın bir bütün olarak sayısız sorunlar, kötülükler, riskler, belirsizliklerle yüz yüze gelmesinin, yaşamın anlamsızlaşmasının ve gezegen riskinin ortaya çıkmasının biricik nedeni, herkesin olana, herkesin olması gerekene birileri tarafından el konulmasıdır. Şimdilerde “Büyük insanlık” küresel bir çitlemeye maruz bırakılmış durumda. O halde bu yanlış, haksız ve mantıksız durumu aşmaktan başka çare yok. Yoksullaştırılmış çoğunluk maruz kaldığı bu adaletsizliği hiç bir zaman kabullenmedi. Zaten öyle bir şey eşyanın tabiatına de aykırı olurdu. XVII. yüzyılda, ingiltere’de ortak topraklara (common land) yeni yetme kapitalistler tarafından el konulduğu ünlü çitleme yıllarında, halkın itirazı bir anonim şiirin birinci dörtlüğünde şöyle ifade edilmişti:

Çaldı diye herkesin olan kazı

Adamı asıp kırbaçladılar kadını

Saldılar lâkin zalimin büyüğünü,

Herkesin olanı kaz kafalıdan çalanı (1)

Gerçi itiraz hiç bir zaman eksik olmadı ama geride kalan dönemde bu yanlış ve haksız durumu düzeltmek de mümkün olmadı. Şimdi bu işi başarmayı zorunlu kılan başka bir neden de söz konusu: Vakitlice bu yanlış düzeltilmez ise, insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayabilir. Zira, toplum-doğa metabolizması artık sorunlu hale gelmiş bulunuyor. Başka türlü söylersek, kapitalizm dahilinde insan toplumlarının etkinliği, doğanın kendini yenilemesine mâni.
(bkz: Paradigmanın iflası)

değerli bir yazar.
Gündemdeki Haberler
güncel Önemli Başlıklar