bugün

türkçeyi büyük bir ustalıkla kullanan, bilgeliği ile saygı ve hayranlık uyandıran yazar.
kalemine türkiye'de en hakim köşe yazarlarından biridir. değindiği noktalar genellikle toplumda en çok tepki çeken ya da tartışma konusu olan hususlar olsa da onları yumuşatır, ortamı gerginleştirmeden sunar, kısaca eksi oy almamak için yazıyormuş gibi yazar ama ayarın kralını satır aralarında verir. takip edilesidir, hayranlık duyulasıdır.
http://www.zaman.com.tr/?...rh=20060211&hn=255285
dilinin kalemi kadar güçlü olamadığını gördüğüm, türkçeyi en iyi kullanan yazar diye ödül alan, olayları ti ye alarak yazan hoca, fikir adamı, yazar.
sivaslı, aynı zamanda altıncı şehir kitabının yazarıdır. hala cumhuriyet üniversitesi iktisadi idari bilimler fakültesinde görev yapmaktadir.
gazetede ki fotoğraflarında sempatik görünen usta kalem.
müstear ismi recai güllapdan olan yazar.
Bugünkü yazısı ayakta alkışlanacak yazar.

Niçin aydınlanamıyoruz?

"Türk milliyetçiliği, tarihî süreç içinde 'ötekiye' yaygın nefret duygusu geliştirerek ve ötekiyi aşağılayarak gelişti. Dünyadaki örneklerine benzer bir biçimde, nefret edilene karşı her türlü şiddetin meşruluğunu savundu. Irkçı milliyetçilikler nefretle yönetilirler ve bu nefretin yöneldiği kurban ya da kurbanlar her zaman oldu.

Nefretle yönetilen bu milliyetçiliğin son kurbanı oldu Hırant Dink. insani olana karşı şiddet uygulanmasını teşvik etmek, böylece sosyal yaşamın temeli olan empatiyi insanların hayatından silmek, ırkçı milliyetçiliğin karakteristik özelliğidir." (O. Miroğlu, 'Arka Bahçe'nin Kürtleri, Radikal, 25.2.2007)

*

Basılı ürünlerin böyle bir illüzyonu var; ilk elde sanki doğruymuş gibi görünüyor. internet sayfalarındaki ifadeler henüz bu peşin krediyi hak edemediler. Ne de olsa basılı ürünler, Gutenberg'den bu yana geçen beş asır içinde kolay sarsılmaz bir itibar kazanmıştı. internet medyası henüz çocuk; güven telkin etmiyor. Orada yazılıp çizilenlerin okuyucuda daha çok "dedikodu" imiş gibi etki uyandırması bu yüzden.

Hayır hayır, yanlış düzeltmek gibi beyhûde bir gayret içinde olmayacağım; yanlışı tashih, yanlış sahibini ve söylediklerini ciddiye almak anlamına gelir. Yukardaki satırların sahibi bana göre yanlışı düzeltilecekler zümresinde bulunmayı hak etmiyor.

*

Bilim, hakikatin emrinde iken saygıdeğer bir araçtır. Hakikate vâsıl olmak ve her ne ise onunla yüzleşmek irâdesini ıskalamış bir bilim aşkı, benim için sadece marazlardan bir maraz. Bazıları, "Bilim zaten gerçeğe yönelmemiş midir ki böyle bir tefrike ihtiyaç duyuluyor?" sualini merak edebilirler. Cevabı şöyle: Bilim, neyin üzerine tutulursa onun hakikatini gösteren bir büyüteç değildir; bilakis daha işin başında bilim bir "orientation" (yönelme, yön belirleme, hedefle uyum içine girme) problemini ihtiva eder; basitçe ifade olunmak gerekirse otomobilin yaptığı iş, nereye yönlendirildiği ve hareketi esnasında doğru kullanılması (etik) ile ilgilidir. Yanlış oryantasyon ile bilimi vasıta kılarak hatalı sonuçlara ulaşmak mümkündür ve bilim tarihi bu yüzden heyecanlı bir serüvendir.

*

Baştaki ibareler, yanlış oryantasyona ilginç bir misâl teşkil ediyor, çünkü hakikate değil, ideolojik doğruları pekiştirme maksadıyla kaleme alınmış şeylerdir, "türrehat" zümresindendir; ciddiye alınıp cerh ü tâ'dili ayrıca tenezzül gerektiren bir meseledir.

*

Okur-yazarlık, geçen yüzyılın yücelttiği bir değerdi; artık tek başına mânâ taşımıyor; okur-yazarlığın yanına tefrik ve temyiz kabiliyetini de ilâve etmek lâzımdır. Haber ve bilgi sağanağı altında bunaltılan 21. yüzyılın insanı, doğru bilgilenmek bakımından -meselâ- 16. yüzyılda yaşayanlardan daha talihsiz ve daha çok risk altında bulunuyor. Ne var ki insanların kısm-ı âzâmı tefrik ve temyiz kabiliyetinden mahrum olduğu için, bazılarımızın "aydınlanma" diye tekrarlayıp durduğu o büyük ideal hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir hülyâdır.

Çünkü insanların büyük çoğunluğu, okudukları ilk şeyi doğru kabul ederler ve böylece yeniden başa dönmüş oluruz.

*

Haberleşme araçları ve genel eğitimin araçları, insanları tefrik ve temyiz kabiliyetini haiz "ferd"ler olarak olgunlaştırmakta başarısız ve isteksizdir. Çağdaş demokrasilerin en büyük zaafı budur; fikir ve söz hürriyeti, bu zaafı izale etmiyor, sadece bu zaaftan doğan acıları kısa süreliğine dindiriyor.

*

Bağlayalım: Türk milliyetçiliğini doğuran ve hâlâ aktif halde bulunduran saik, ağzı olanın ona dahletmesinden neş'et eden tepkiler olmuştur. Irkçılık ithamı ise, bu çerçevede daha ziyade itham sahibine yaraşıyor.

http://www.zaman.com.tr/w...tr/yazar.do?yazino=505538
yazdığı son yazıda sağlam tespitler yapan yazar.yazı aşağıda efenim :

bir ak partiliyi cumhurbaşkanı seçtirmemek için motorla bu kadar oynamaya ne gerek vardı ki; neticede bakınız balataları yaktık; saçmalıklar, bırakın düzeltmeyi, listesi bile yapılamayacak derecede çoğaldı.

birisi egzoza çiğ patates tıkıyor, öteki karbüratöre kum serpiyor. bir başkası piston yatağına bir avuç çivi atarken diğeri direksiyon simidi ile sol ön tekeri becâyiş ettiriyor. yapmayın yahu yazık; şoförü protesto edeyim derken arabayı haşat etmek revâ mıdır?

şüphesiz farkında değilsiniz ama hatırlatalım; bir memleket böyle batar, bir ülke böyle bölünür, bir kamu düzeni böyle iflas ettirilir. dün itibariyle gördüğüm manzara budur; türkiye'de herkes çıldırmış neredeyse.

başbakan, iki doğrudan sonra bir yanlış yapmamayı eksiklik sayıyor; "diklenmeyeceğiz, dik duracağız" gibi güzel bir sözün yanına anayasa mahkemesi kararını "yüz karası" diye nitelemesinin başka mânâsı yok.

anayasa mahkemesi, baykal'ın tehdidini ve genelkurmay bildirisini görmezden gelip başbakan'a celâllenerek iki yanlış bir doğru sarmalına sıkıştığının ve kurumun itibarını fena zedelediğinin henüz farkında değil.

ordu, basına açık toplantılarda ülkenin en hassas güvenlik meselelerini kemâl-i zevkle tartışıyor. basın aracılığı ile hükümetten kuzey ırak'a girmeleri için siyasi (yazılı) karar talep ediyor, hemen ardından "barzani'ye bişey yapacak mıyız?", "amerika da var orada" diye yüksek sesle mütereddid zihni idmanlar yapıyor.

basınımız bağcılar lisesi'nde satanist ayinini suçüstü etmiş havasında saçmalarken gaşy hâlinde; ak parti'nin kapatılma davasına bir dosya daha eklemenin sevinciyle ellerini ovuştururken avuçlarından duman çıkmakta.

kendini herkesten akıllı zanneden ve 27 nisan'da hükmen siyâsi mevtâ statüsüne giren bazı muhalefet liderleri, "otobüsü duvara toslattınız; şimdi de duvarı suçluyorsunuz" diye hem nalına hem mıhına vurduğunu zannetmekte (bkz. meşhurların son sözleri)

tam da zamanıymış gibi hükümet, polisin yetkileri konusunda tartışmalı bir kanun teklifini meclis'e götürerek "acaba kendimi hangi baldırımdan vursam daha şık olur" hesabında.

bazı gazeteler, pkk tarafından sabote edilen trenin yük konşimentosunu yayınlayarak, "iran'ı köşeye sıkıştırdık" havalarıyla acar habercilik yaptığı iddiasında.

havada kesif bir yanık balata ve benzin kokusu... motordan yükselen garip gıcırtı ve patlama sesleri...

dava nedir hatırlayalım? bir cumhurbaşkanı seçimi... "o olmasın, başkası olsun" pimpiriklikleri...

mefhumun muhalifinden hareket edelim; darbecilerin pek sevdiği, ayılıp-bayıldığı uzatmalı devlet başkanı şu anda fiilen görev (direksiyon) başında; arabanın hali ise ortada: devletin kurumları birbiriyle yaka paça, temel kavramlar yerlerde sürünmekte. peki, "devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmekle" (104. madde) görevli sayın a. n. sezer'e "vallahi bravo; görevini çok iyi ifa ediyor" diyebilecek bir ferd-i vâhit çıkar mı? çıkar! burası türkiye, kafa karışıklığının tavan yaptığı, devlet şuurunun buharlaşıp stratosfere çekildiği memleket.

sahi yahu, orada, yani çankaya'da kimse var mı?

kestirmeden söyleyelim: sıktınız artık, hepiniz, parkinson'un dediği gibi kendi liyakatsizliğiniz fevkine tırmanmak için ortalığı birbirine kattınız. sizlerden daha iyisine layık olduğumuz konusunda artık tereddüdüm kalmadı. yeter!
bir başka, akil adam. enfes tespitlerin hocası.
http://www.samanyoluhaber...&hid=52097&sec=11
ötüken yayınlarından bir çok kitabı bulunan zaman gazetesi yazarı.
(bkz: üstat)
sahsını, tüm türkiyeyi temsil ettigine inandırmış birisi.
(bkz: ne ictiysen aynisindan istiyorum)
sinsi bir yazarmış.
(bkz: sayin buyukanit a vatandastan acik mektup)
söyleyeceklerini dolaylı yoldan çaktırmadan anlatmayı seviyor galiba.
http://ahmetturanalkan.net/

daha fazla bilgi için tıklayın.
vericek cevabı olmayanların savunmak adına mani dizdikleri adamcağız.
düşündüklerini çatır çatır açıklayan kaliteli insan. yazdığı yazılar kimilerine ağır geliyor olsa gerek. ama anlayan anlar sevgili hocamızı. hoca derken yanlış anlaşılmasın kendisi iktisat fakültesinde öğretim görevlisidir.
küçük hocaefendidir kendisi.yanlış anlaşılmasın kendisine iktisat fakültesindeki öğrencileri öyle demektedir diye biliyorum.
kendine beyinsiz deme cüretinde bulunan yüzeysel ve idiot yeni nesillerin anlayamayacağı alim kişi.
(bkz: akıl yaşta değil baştadır)
gazete okumama rağmen özellikle takip ettiğim az sayıda yazar vardır. işte Alkan, bu az sayıda yazardan biridir. Düşündüklerini çekinmeden söyleyebilen, okurken sizi sıkmayan ustalıkta kalem oynatan ender yazarlardandır.
bugünkü yazısında kabine listesini geri çevirme üzerine leziz bir yazı yamıştır.

--spoiler--

devlet şuuru

Buna istiskal derlerdi eskiden, şimdi bir garip karşılıklar çıktı; bazıları jest, bazısı ise rest diyor. Bu istiskalden jest mânâsı çıkaranların haline eskiden pişkinlik derlerdi, şimdi ne derler bilmiyorum.
Cumhurbaşkanının başbakanı istiskâli! Cumhuriyet tarihinde eşi benzeri yok. Hadisenin tek olumlu, hatta olağanüstü tarafı, başbakanın sinirleri üzerinde müthiş bir denetim kurarak gazetecilere o açıklamayı yapabilmesi, hatta gülümseyebilmesi. Başbakan'ın âsâbına bu derece hâkim davranması, altı çizilmesi gereken önemli bir liderlik vasfıdır ve takdiri hak ediyor. Sair zamanlarda, "Ben olsam başbakandan daha iyisini yapardım" diye düşünebilirsiniz ama tam da o durumda, bundan daha iyisini yapabilmek her kişinin kârı değildir.

Dün Ahmet Selim fevkalade incelikli bir tenkid kaleme aldı bu konuda. Çoğumuzun aklından geçeni o seslendirdi; devlet başkanlığı ile başbakanlık arasındaki resmi ve sempatik ilişkilerin ne halde olduğunu az buçuk tahmin ediyorduk ama telefonların kesik olduğundan haberimiz yoktu!

Belki farkında, belki değil; AK Parti'ye durup dururken en azından % 15'lik AKP'li olmayan seçmen desteğini tahrik edenlerin başında Cumhurbaşkanı'nın ve bürokratik uzantılarının bu garip davranışları vardır: O görmezden gelmeler, göz göze gelmemek için duvarları delip geçen derin bakış türleri icat etmeler, durum kaçınılmaz hale geldiğinde bakışları ufûnetin en kahhar destesinden bir ok haline getirerek fırlatmalar... Belgeleri var bunların, fotoğrafları çekildi. Cumhurbaşkanının başbakandan nefret ettiğini belgeleyen kareler. Bırakınız devlet idaresini, bir anonim şirkette bile bu kadar hissiliğe tahammül edilmez.

Böyle yapa yapa, partisine henüz kurumsal kimlik ve sahicilik kazandırmakta bile ne derece başarılı olduğu su götüren Başbakan'a ve partisine bir Demokrat Parti efsanesi (plastik değil, hakikaten DP'den bahsediyoruz) şeklini veren odur. Defalarca yazdık, "Yapmayın; milletin dengesini bozacaksınız; teraziye çok ağır yükler bindirirseniz artık nüansları fark edemez hale gelir" dedik okumadılar; çok alâmetler belirdi, görmediler, hâlâ olup bitenin farkında değiller. Bütün hesap şu galiba; iki sene sonra emekliler kulübünde prafa oynarken masadakilere, "hiç zahmet edip listeni çıkarma dedim; mosmor oldu, yüzü renkten renge girdi" filan gibi gevrek ve harcıalem hatıralar nakletmek (arkadaşı var mıdır; zannetmem ama?..) Etraftan "bravo Necdet Bey, büyüksün; hadi bir daha anlat" pohpohlamaları...

Cumhurbaşkanı'nı ciddiyetle seven ve takdir eden bir kitle var; onu rejimin, cumhuriyetin, laikliğin, aydınlanmanın, dürüstlüğün sembolü zanneden bu kitle, hangi dala çaput bağladığını şu son hadisede iyi fark etmelidir. Çaputun altta yatan mevtâya faydası veya zararı yoktur fakat yaşayanların itikadını bozar, çünkü bâtıl itikâttır. Sayın A. Necdet Sezer, uzadıkça uzayan görev süresinde "iyi devlet adamı" sıfatına örnek gösterilecek pek az karara imza koydu; eylemiyle değil retçi davranışlarıyla dikkat çekti. Tarafsızlığına gelince hükmü kendisi versin; herhalde kendisi bile tarafsız görev yaptığını ileri süremeyecektir. Bizim gençliğimizde en sıra neferi ülkücüde bile "devlet şuuru" denilen şey, bundan daha çok tecelli ederdi.

Devlet şuuru!

Şu son "listeye bakmaya gerek yok" hadisesi, devlet başkanlığı, ilk senesinden sonra öfkeli ve takıntılı memur çizgisinin üstüne bir türlü çıkamadığı Cumhurbaşkanlığı kariyerinin icmâli gibidir; tarihe, aksi ve geçimsiz bir devlet başkanı olarak geçmek hazin bir final.

Artık kabul edilmeli ki Sezer'li Çankaya, AK Parti'nin kusurlarını, defolarını hızla izale eden bir dolgu macunu fonksiyonu icra etti; Sezer'siz Çankaya ise (derin bürokrasinin muhtemel aksiliklerini sürdürmezse) hükümeti icraatıyla yapayalnız bırakacaktır.

Biz hayır dilemekle yükümlüyüz; hayrın nereden tecelli edeceğini ise biz bilemeyiz.
--spoiler--
neden zaman gazetesi'nde yazdığını hala anlayamadığım ama kitaplarını okumaktan ve kendisi ile sohbet etmekten aşırı derecede zevk aldığım insan, hocam. kitaplarını özellikle altıncı şehir'i herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum.
vakti zamanında kendisine yönelttiğim bi eleştiriyi, * 'yaşınızın 18 olmasını göz önünde bulundurarak hoş karşılıyorum ama isminizi yazmadığınız için ciddiye almıyorum.' (yani: çocuk, çekil lan ayak altından; senle mi uğraşacağım lan hergele. hadi bak bu sefer yaşına bağışladım, bi dahaki sefere acımam ona göre) şeklinde cevaplamış olan yazar.
yazabilmek kabiliyet gerektiren bir uğraştır. herkes yazamaz. herkesin yazdığı da birbirini tutmaz. kötü yazan vardır, iyi yazan ve daha iyi yazan vardır.

sözlüğe kayıtlı insanların da nihai amacı yazmak ve yazdıklarını okutmaktır. yazdıklarını okutabilmek için de iyi yazmak gerekir. eleştiri ise apayrı bir kabiliyet gerektirir.

şimdi sözlükte bir şekilde yazar payesi almış insanların bir kalem üstadı olan ahmet turan alkan hocayı eleştirmeden önce kırk defa düşünmeleri gerekir.

sen paçoz, kolpa yazarlığınla ahmet turan alkan başlığının altına "hoca" ulen bu hatta küçük hocaefendi, zaten fikirleri de kofti bilmem ne diye yazarsan en basit deyimle haddini aşmış olursun. okuyanlar da sana hadi oradan der.

demem odur ki eğer yazmak güzel yazmak istiyorsanız hele bir de hicve merakınız varsa turan hoca okunması gerekenlerin en başındadır.
dile olan hakimiyeti, sistemi elestiren hicivleri, usta-cekirge yazilariyla meftunu oldugum mukemmel yazar. son gunlerde yasanan hadiselere dair mukemmel bir yazi yazmis. okumayi siddetle oneririm.

Bu günlerde "uluorta namaz" moda oldu. Bir gazeteci, vaziyeti daha da dramatik hale getirerek, "Akmerkez'de uluorta namaz kılınıyor, sırf gösteriş olsun diye, belki de birisi müdahale etse ikinci bir Sivas yaşanacak..." satırlarını kaleme alınca, derhal titreyerek her dürüst vatandaş gibi, dört gün önce şahit olduğum tüyler ürpertici bir "uluorta namaz" olayı hakkında bildiklerimi ifşâya karar verdim.
Evet, acı fakat hakikat; inanmayacaksınız ama vatandaşın biri kamuya açık alanda "uluorta" namaz kılıyordu.

Hava hayli soğuktu, akşamın karanlığı bastırmıştı.

Suç mahalli, Ankara tren garının ikinci peronuydu (Anıttepe'ye kuş uçuşu 1 km); merdiven çıkışındaki büfenin yaklaşık onbeş metre ötesinde sabit bankların olduğu mıntıka. Olayı soruşturacak kurum ve kuruluşlar, gerekirse oradaki büfecinin şahitliğine başvurabilirler. Büfeci beni hatırlayacaktır; kendisinden iki çay istemiştim, o da, "abi çay bitti" demişti de kendisinden üç tane peynirli börek satın almıştım.

Derken... O müthiş manzara ile karşılaştım!

Dilim varmıyor, hâlâ ürperiyorum, takriben 50-60 yaşları arasında, kıyafetinden sıradan biri olduğu anlaşılan bir adam resmen, alenen, uluorta ve kimseden müsaade almaksızın namaz kılıyordu! (Tecrübelerime dayanarak bu yurttaşın akşam namazı kılmakta olduğunu tahmin ediyorum.)

Hayır, tam olarak o esnada namaz kılmıyordu ama bu maksat için ciddi bir eylemlilik içindeydi; bir nevi cürme azm ve teşebbüs; zannımca "kaamet" getiriyordu; Kaametin ne olduğunu bilmeyenler Diyanet'in web sitesine bakabilirler.

Rejime, kanunlara ve anayasaya saygılı bir vatandaş olarak duruma derhal müdahale etmek ihtiyacı hissettim. Tam olarak niyetim şöyleydi; "Beybaba" diyecektim, "Burası kamu alanı, hava soğuk, yer ıslak. Sen de pardesüyü çıkarıp yere sermişsin. Gar binası içinde mescid var; oraya git de buralarda perişan olma; üstelik durup dururken bir de karşı devrimci eylem görüntüsü vermesen daha iyi olmaz mı?"

Diyemedim, çünkü Beybaba çoktan iftitah tekbiri çekip ilk rekâta el bağlamıştı bile (iftitah, tekbir ve rekât için bkz. diyanet.gov.tr).

Sonradan durumu öğrendim; bu beybaba meğer yalnız değilmiş. Doğu Ekspresi vaktinde gelecek diye birlikte seyahat ettikleri çoluk çocuğu ve eşyası ile hayli merdivenden inip çıkarak perona gelmişler. Tehiri işitince beybaba, çoluk-çocuğu üşümesinler diye gar binasındaki bekleme salonuna yollamış, kendisi de 2. perondaki eşyalara bekçilik etmekteyken namaz vakti gelincee...

Al sana karşı devrim: "Niyet ettim akşam namazının farzına, durdum divâna!"

Vâkıa kimsenin rûhu bile duymadı. Peronda bizden başka kimse yoktu ve sonradan anladığıma göre beybabanın oracıkta vaktin namazını edâdan gayrı şansı kalmamıştı ama karşı devrim karşı devrimdir arkadaşlar ve ben, duyarlı bir yurttaş olarak dokuz kusurlu hareketten birini teşkil eden bu cürmü ihbar etmek zorundayım ve işte eeet-tim!

Büfeciyi boş verin, hatırlamayabilir; benim elimde kapı gibi video görüntüleri var; üstelik öyle dandik cep telefonu videosu değil, HD kalitesine yakın, yarı profesyonel bir kamera görüntüsü (tesadüfe bakınız ki o esnada oğlumla bir şahsi belgesel çekimi yapmaktaydık)

Ve o gün, yani 12 Şubat akşamı Doğu Ekspresi, gara bir buçuk saat tehirli girdi; bir saat de soğuk trenin içinde bekleştik. inanmayan istasyon kayıtlarına bakabilir (ama zor görür).

Olayın sarsıntısını hâlâ üstümden atamadım çünkü trende yol boyu çok sarsıldık; sarsıldık durduk. Mühim değil, yeter ki rejim sarsılmasın!
zaman gazetesindeki yazılarında genelde mizahi bir dil kullandığı için ara sıra 'ciddi' şekilde kaleme aldığı yazıları okuyunca kişiye 'acaba mizah vardı da ben mi görmedim?' sorusunu sorduran yazar.