bugün

entry'ler (56)

dağ filmleri festivali

altıncısı 1 martta başlayan ve 6 marta kadar istanbul'da yapılacak festivaldir.

'national geographic' türkiye'nin festival sponsoru olduğu ve dağ kültürü derneği tarafından düzenlenen 6. dağ filmleri festivali, 1 - 6 mart 2011 tarihleri arasında izleyici ile buluşuyor. tema sponsorluklarını the north face ve salcano'nun paylaştığı festivalde 'dünyadan', 'keşif ruhu', 'ülkemizden', 'doğa-çevre-insan', 'bisiklet', 'kayak' temaları yer alacak. fransız kültür merkezi, galatasaray aynalıgeçit ve harbiye pusula sanat evi'nde ücretsiz gösterilecek filmler, izleyicilere keşif, macera, heyecan ve adrenalin dolu saatler yaşatacak.

türkiye'nin ilk ve tek dağ filmleri festivali kapsamında bu yıl, 6 farklı tema çerçevesinde belirlenen, 21'i yerli 18'i yabancı toplam 39 oluşan bir seçki hazırlandı. yamaç paraşütünden kanoya, çeşitli doğa sporlarından kayağa kadar festivalin ruhuna uygun pek çok konuda çekilmiş yurt içinden ve yurt dışından filmler bir hafta boyunca macera tutkunları ile buluşacak.

genç kuşaklarda kalıcı bir doğa kültürünün yerleşmesi adına önemli bir işlev gören ve bu alanda türkiye'deki büyük bir boşluğu dolduran dff kapsamında, film gösterimlerinin yanı sıra, fotoğraf sergileri açılıyor, kitap standları kuruluyor ve uluslararası üne sahip konuşmacıların seminerlerine yer veriliyor.

festivalde ayrıca genç izleyiciyi hedefleyen 'çekgetir!' amatör video yarışmas (http://www.cekgetir.com) ve festivalde şehir macerası (http://www.sehirmacerasi.com) gibi dinamik etkinlikler de yer alıyor.

festival programı ve gösterim mekan detayları için http://www.dagfilmfest.org adresi ziyaret edebilebilir.

2. günün filmleri ve saatleri aşağıdaki gibidir:
2 mart 2011 - çarşamba (fransız kültür merkezi)
14:00 rubaix'ye giden yol 115'
16:15 baharı beklerken 30'
17:00 kırmıtlı'nın çapkınları 50'
18:00 en uzun yol 5'
uzun ince bir yoldayım 3'
beklerken 8'
19:00 bisiklet rüyaları 108'

itü sözlük

am, göt, meme üçgenine saplanıp kalan, yeni yazarların henüz noktalama işaretlerinin ne anlama geldiği konusunda pek bilgileri ve hatta haberleri olmayan, sosyalliğin bilgilenme ve arınmadan daha önde olduğu platformdur. adına yakışmayan hallerde uzunca süredir, yazık.

saat ibresinin tersi yönünde dönen hayat

Yine getiriyordu hayattaki her şey adamı kadına ama koca bir gökyüzü çöktü hayallerinin üstüne ve yıkıldı binalar 'adamdaki kadın'ın üstüne, enkaz altında şimdi tümden ama eli kaldı dışarıda sadece ya da adam öyle olduğunu düşünüyor fakat ses duyuyordu bazen içinden geliyor gibi, 'hey! kimse var mı orada?'. Yaşıyor gibiydi kadın bazen ama yaşıyor olmaması gerekirdi çünkü adam o en sevdikleri kitabın, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak canlandırdıkları, üstelik de en sevdikleri bölümlerini yine aklından geçirirken ezbere:

+Demek kraliçe olmasaydınız beni sevecektiniz madam, öyle mi? bu durumda, sizi bana karşı böyle acımasız kılanın konumunuzun saygınlığı olduğuna inanabilirim, demek Madam de Chevreuse olsaydınız, zavallı Buckingham ümit besleyebilirdi? Ah! Güzel majesteleri, bu tatlı sözler için yüzlerce teşekkürler.
- Ah! Milord, beni yanlış anladınız; demek istediğim...
+ Susun! Susun! Bir yanlış anlaşılmadan dolayı mutluysam, o mutluluğu elimden alma acımasızlığını göstermeyin. Kendiniz de söylediniz beni bir tuzağa düşürdüler, belki de ölebilirdim, çünkü ne gariptir ki bir süredir öleceğimi hissediyorum.
- Aman Tanrım! Evet dük, benim de bazı önsezilerim, rüyalarım var. Bir keresinde sizin yaralandığınızı gördüm, kanlar içerisinde yatıyordunuz.
+ Sol yanda, değil mi, bir bıçak yarası?
- Evet, aynen öyle, sol tarafta bir bıçakla.
+ Daha fazla duymak istemiyorum madam, beni seviyorsunuz, bu çok güzel.
- Sizi seviyor muyum?
+ Evet. Beni sevmeseydiniz, Tanrı benim gördüğüm rüyayı size gönderir miydi? Birbirlerine yüreğinden bağlı iki insan aynı önsezileri paylaşabilir miydi? Ah! Kraliçem, beni seviyorsunuz, beni ağlatacaksınız!
- Aman Tanrım! Tanrım! Bakın dük, Tanrı aşkına gidin artık, sizi sevip sevmediğimi bilmiyorum. Bana merhamet edin ve gidin. Ah! Fransa'da ölürseniz, ölümünüzün nedeninin bana olan aşkınız olduğunu düşünüp kendimi asla effetmeyeceğim.
+ Ah! Bu halinizle ne güzelsiniz! Sizi ne kadar seviyorum!
- Gidin! Gidin! Size yalvarırım ve daha sonra geri dönün; elçi olarak, bakan olarak etrafınızda sizi savunacak muhafızlarla, size göz kulak olacak hizmetkarlarla geri gelin, o zaman hayatınız için endişelenmeyeceğim ve sizi yeniden görmekten mutlu olacağım.* *
içinden bir başka ses yanlış köprülerde yanlış gemilerin yakıldığını söylüyordu kulağına ve o kadar kontrol etmesine rağmen köprünün bastığı yerlerindeki tahtalarının eksik olup olmadığını, tam ulaşmak üzereyken köprünün ucundaki kadına, köprü çökmüş adam da 'o'na ulaşamadan aşağı düşmüştü. Oysa ne çok seviyordu kadın kraliçe, adam kılıç taşıyan bir dük olmayı ve ne de çok da benziyordu birbirine ulaşamayan tiyatral yönleri ile gerçek karakterleri, çünkü sonunda hep sorguluyorlardı 'biz var mıydık?' diye.

Oysa ki yaşam kadar gerçekti 'biz' olgusu onlar için ama yaşamak gibi sahteydi, çünkü aynı kraliçe gibi, git diyordu ama gelme diyemiyordu kadın. Sadece biliyorlardı ki, bir başka zaman gerekti onlara, erkeklerin, atların sırtında aşkları için düelloya çıktıkları, sevdikleri kadının uğruna gözlerini kırpmadan ölüme gidebilecekleri kadar temiz ve onurlu sevebilecekleri ama kadınların da kraliçeler gibi asil ve kendilerine gösterilen bu aşk reveranslarını kaldırabilecek ya da kendileri için ölen bu adamların ardından yaşamamayı tercih edebilecek kadar tutkulu oldukları ve aşkın birini acı içerisinde yaşarken öldürmek değil, saf ve şerefli ve tutkulu şekilde birlikte ölmek olduğu zamanlar gibi ancak yoktu öyle bir şansları ve kadın çabuk sıkıldı bu şeyden, hemen her şeyden çarçabuk sıkıldığı gibi. işte bu yüzden git dedi adama, sadece git ve bilmiyorum:

-git!
+ya sevgi?
-bilmiyorum, git işte.

Gitti adam kendi yoluna, ne de olsa kendinden önce gelirdi 'o'nun istekleri ve bu da onlardan biriydi, sonra saate baktı bir gün kendini dünya kadar yorgun hissettiğinde, saat kendi yönünde dönmüştü yıllarca ve geçmişti zaman o çürük köprüyü aşma denemesinden bu yana ama akrep ve yelkovan birbirlerini kovaladıkça, eski bir 'an'ın tortusunun korkusundan geçememişti ve ayırdına vardığı tek gerçekti aslında sadece 'saat ibresinin tersi yönünde dönen bir hayat'a sahip olabildiği, gerisi ise zamandan korkmuş bir düştü ve artık bir mucize gerekti adama ve son düşüşü değil, kafa tutuşu olacaktı kaderine, altındaki tahta köprüden boynunda bir iple bir sonraki kayışı.

[http://www.youtube.com/watch?v=t_YzPKnCVLQ ]

amına koyayım diyen kız modeli

takiye yapandır.

köpük balon

bir çocuğun hayallerini içine koyarak özgürleştirdiği saklama kaplarıdır sabun köpüğüne üflenerek şişirilen köpük balonlar, kimi zaman akşam yemeğinden sonra babanın yardımı ile el ve ağız yıkanırken dudaklarla, kimi zaman da suya karıştırılan bulaşık deterjanına, diğer ufak dostlarla birlikte balkonda, annenin çamaşır mandalları yardımı ile üflenerek oluşturulan, gökkuşağı rengindeki yüzlerce irili ufaklı ve her biri bir diğerinden farklı, renkli, kokulu, mutlu hayaller, düşler, istek ve planlar ama en çok da hava dolu, bazen en uzağa bazen en yükseğe ulaştırılmaya çalışılan ve patlayana kadar arkasından bakılan ya da koşarak yakalanmaya çabalanan içi boş ama dop dolu bir çocukluktur ve balon üreticisinin tek sorumluluğu en büyük balonu şişirerek, en yükseğe ve böylelikle en uzağa ulaşarak, o balonla dünyayı gezmektir, üstelik 80 gün gibi uzun bir süreye bile ihtiyaç duymadan, kaybetme ve düşme korkusu hissetmeden, yaşayarak, ter sırtında soğuyarak ve canı acıdığında, kendi düşenin ağlamayacağı genellemesine inatla her seferinde daha şiddetli ağlayarak ve her gün bir masumiyetini kaybederek büyümektir çünkü artık elini ağzını kendi başına yıkama zamanı gelmiştir ve mandallar oynamak için fazla sıkıcıdır, hayaller baloncuklara sığmaz, sığsa balon onu kaldıramaz, kaldırsa uzaklaşamaz ve patlar, üstelik peşinden koşup onu yakalamaya çalışmak da anlamsızdır çünkü büyükleri bir kere demiştir ki elde edilmez hiçbir hayal böyle ve bu sayede rüyaların olağan şekilde gerçekleşmeyebileceği ihtimali dolaşmaya başlar damarlarında ve çocuk hayatın artık patlayan bir köpükten ibaret olduğunu kabullenir, üfleyerek köpük yapmaktan vazgeçer.

aşk

aşk, bir beyaz kağıdın parmağı çizmesidir derinden. öyle zararsız ve bembeyaz bir nesnenin dikkat edilmediği takdir de derinin en altına kadar işlemesi ve kesmesi gibi keser aşk kalbi bir anda. üstelik kan da akmaz düşünüldüğü gibi dışarı, yara içeri kanar; acı içeri akar, damarları kullanarak ayak serçe parmağına kadar ulaşır bir anda. aşk acısını diğer acılar gibi yönetip, bastıramaz insan. ancak acı insanı bastırır ve yönetir. mental olarak güçlendiğini düşünse de insan, kişisel gelişim kitapları okumak gibi bu da bir tür kendini tatmindir aslında. daha sonra, daha güçlü olmayacaktır eğer ki kesiğin üzerine basılacak bir başka el ya da dudak yoksa insanın hayatında yani aslında kalbe kesiği atan beyaz sayfa kazanılamamışsa, başka eller de durduramaz tersine kanamayı. üstelik, yara mikrop kapar. sarpa sarar işler, bilinç kaybı yaşanır en histerik saatlerde, en çok da soğuk yatağa yalnız girdiğinde insan.

ilk çizik atan kağıdın beyazlığı, bir kar tanesini bile kıskandırsa da, sonra ve çok sonra, artık tüm sayfalar, sadece beyaza yakın bir renge bürünecek, kesikler o kadar derin olmayacaktır. üstelik, ilk kesik belki bir asır sonra bile, bir kitap sayfasında ya da o çok 'sevdiği' tatlıyı yerken tekrar acıyacak, belki de sızıntı halinde kanamaya devam edecektir.

aşk, bir beyaz kağıdın parmağı çizmesidir derinden.
yara tersine kanar.
acı, içeri akar.
aşk acının dostudur ve eninde sonunda dostlar bir araya gelecektir.

matrix e istanbul dan bağlanıp adana ya düşen neo

kebap yiyip şalgam içmesi muhtemel kahramanımızdır. tabi bu iki bileşimin tadına baktıktan sonra matrix'i yıkmayı reddebilir, ee ne de olsa bir daha yemek için gelmek isteyecektir.

(bkz: adana kebap)
(bkz: şalgam)

yabancı şarkı dinlemeyen insan

yabancıdan kasıt ingilizce parçalarsa, muhtemelen anlamadığı için boynu bozuk, ezik insandır. bir de anlamadığı halde ingilizce parça dinleyen tiplemeler vardır ki müziğin evrenselliğini kanıtlar böyle tiplemeler. tabi şahinin içinde disko havası dinleyenler, darwin'in aradığı maymundan geçif formu elemanlar ayrı bir katagori, farklı bir tartışma.

uludağ sözlük ten soğuma nedenleri

kimi işlevleri ya da işlevsizliği ile sözlüğü yazarlarını çekememesi, ya da itmesi durumu. çoğu özelliği ile sağlam bir temeli olan sevgili sözlüğümüzde tek sıkıntı sol frame'in hızlı akmasıdır. uzun uzun yazdığınız giriler, yani başlıklar çok kısa sürede 2 ya da 3. sayfaya düşmekte, bir nevi kaybolmaktadır.

yine de iyi ki varsın uludağ.

talaş

yalnızca kayseri'nin değil, türkiye'nin sayılı bölgelerindendir. sahip olduğu tarih ile türk - ermeni - rum milletlerinin ortak noktasıdır bu ilçe, kilisesi, manastırı ve tarihi camileri barındırır bünyesinde. ali dağı vardır sonra yamaç paraşütü için çok uygun ve hatta başka bölgelerde olmayan rüzgarı ile. vadisi vardır kilometrelerce, doğa yürüyüşü ve tırmanışı için. eski evleri bu vadiden kesme taşlardan yapılmıştır, bu yüzden kışları oldukça sıcak, yazları ise soğuktur bu evler. ekstraları anlatılmakla bitmez, görmek yaşamak gerekir. bir de üniversite okuyan, yurt ya da evde kalanlar bilir talasın diğer güzelliklerini.

erciyes iibf

öğrencilerinin unutamadıkları osman isimli bir profesör olan * fakültedir. kokmuş boş beyinli kızlarının kıçları kakmış şekilde gezinirler ama oturup iki kelime sohbet edemezsiniz, neden mi? boşturlar çünkü, evet hepsi için demiyorum ama kantinde oturup, zaman öldürmekten başka bir işleri yoktur. zaten derse de girmezler, zaten girseler de ders dedikleri şeyin zorluk derecesi lise düzeyinde sosyal ders gibidir. yine de iki formülü bir araya getirip de osman unutulmaz'ın dersinden geçemezler.

bu satırların sahibi ise mühendislik fakültesindeki hiçbir hocasını unutmadı - sadece osman'ı değil.

flash edit: bizim fakültenin en kıl hocası için başlık varmış, eklemeden geçemedim.

(bkz: recep kılık)**

giyecek hiçbir şeyim kalmamış sendromu

hemen tüm bayanlar ve karı gibi muhabbetlerde olan erkeklerde görünen sorunsaldır. dolapları kıyafet kaynadığı halde modayı yakalama ya da o mevcut kıyafetleri çok giydikleri için aslında 'yeni giyecek hiçbir şeyim kalmamış' denilmelidir. yine de bardağın dolu tafından bakmak gerekirse, bu giyecek pek bir şeyi olamayan öğrenciler içinde kullanılması muhtemel bir cümledir. evde yiyecek yemeği olmayan, gün aşırı pilav - makarna - hazır çorba üçlüsünden menü oluşturan ezik erkek öğrenci, bira, votkaya para yatırmaktan uzun süre kendisine bir t-shirt bile almaz; işte bir süre sonra kafasına dank eder ki ulan giyecek hiçbir şeyim kalmamış, gelecek ay kredi ile birkaç parça birşey alayım kendime der. fakat tarih tekerrürden ibarettir ve kredi alındığı anda kredi kartı borucuna yatırılır bir güzel. sonra da açık kullanılabilir limitle de alkol alınır, içilir - sızılır. yarın da aynı boktan kıyafetler giyilmeye devam edilir.

allah ın yokluğunu ispatlayamayan ateist

inanmadığı şeyi kanıtlama zorunluluğu hissetmemesi gereken insandır. inanan zaten inanır, olmayan birşeyin olmama özelliğinin ispatlanma durumu oldukça zor bir durumdur. örneğin, varlığı anlatırken sahip olunan dayanaklar (mucize, kutsal kitaplar gibi) varken, manevi bir gücün olmadığını kanıtlamak imkansıza yakın bir durumdur. yine de evrimin varlığına inanmak ve anlatmak, ya da kanıtlamaya çalışmak dolaylı yoldan yokluğa gönderme yapmaktır. tabi bu durumda, hem inanan hem de inanmayan insanların ortak noktası olan big bang yine başka bir kilit noktasını oluşturmaktadır. şöyleki, big bang öncesinde ne olduğunun cevabını muhtemelen ateist ya da inanmayan kişi veremeyecektir, inanan kişiler içinse gerekli bilgiler ve öncesinde olanlar kutsal kitaplarda anlatılmaktadır.

(bkz: evrim teoirisi)
(bkz: türlerin kökeni)
(bkz: big bang)

hastası olunan sözler

tanım: muhtemelen kitap, dergi gibi bir yerlerde okunan ya da izlenen bir filmde repliklerin arasından seçilmiş, kişiye hayat, aşk, ölüm gibi konularda hoşa gidici mesaj veren klişe ya da modern edebi cümlelerdir.

omlet yapmak için yumurtaları kırmalısın. * *
asılmak için doğanlar suda boğularak ölmezler. *
yaban otları kendilerini başak zannediyor. *

türk milletinin saçma sapan dizilerle uyutulması

yıllardır süregelen, televizyon zımbırtısının nasıl 'tehlikeli' bir silaha dönüşebileceğinin kanıtıdır aslen uyutulmak. brezilya dizileri ile staj yapan türk televizyon yönetmenleri yıllar geçtikçe kendi deneme yanılma dizileri ile en sonunda aşk-ı memnu gibi ensest bir dizi ile herkesi ekrana bağlamayı başarmış ve bu gibi diziler yardımı ile ısınan türkiye gündemini hep stand by moduna almayı başarmışlardır. bizimkiler ya da süper baba gibi dizilere baktığımızda, anlatılan olayların hep dostuk, düşük gelir yüzünden ailenin birbirine bağlanması, ya da gece oturup hep birlikte portakal yemenin belki de dünyadaki en büyük mutluluk olmasının yanında kara melek gibi dizilerle başlayan çarpık ilişkilerin günümüzde geldiği nokta ve türk halkının bilinçaltına yerleştirilmesi ile sonuçlanmıştır bu dizi furyası. halbuki şu aşikardır ki türk milletinin elindeki en büyük silah güçlü aile bağlarıdır ama artık hayatımızda bihter kaşar gibi veren bir yenge ve behlül gibi bit yavrusu yeğen vardır. oysa eskiden sadece dallas'ta görürdük bu tiplemeleri ya da yalan rüzgarında.

peki esas dikkat edilmesi gereken nokta nedir? işte bu nokta cuma bütün gün insanların aşk- memnu finalini konuşurken hortlayan terörü unutabilmeleri, veyahut bir kaşarın ölümünün medyada daha çok yer bulmasıdır. işte bu psikolojik savaştır ve çok tehlikelidir. bir milleti bu şekilde tek kurşun atmadan damla damla eritir bitirirsiniz ve kimsenin ruhu duymaz.

(bkz: tehlikenin farkında mısınız)

devrim arabaları

geçmiş zamanda görülen bir rüya olan türkiye'nin tamamen yerli bir üretim araba sahibi olabilme ihtimalinin işlendiği filmdir.

insan izleyince oldukça etkileniyor, evet keşke herşey farklı olsaymış deniliyor, doğrudur keşke olsaydı, ama sanayiye, endüstriye yakın olan insanlar bilir ki aslında şu anda türkiye bırakınız arabayı, dışarıdan devşirdiğimiz tüm teknolojik ürünleri oldukça kısa sürede ve hatta kalite seviyesi yüksek olarak üretebilecek durumdadır. sorulması gereken soru şu olabilir, tamam o gün geçmiş zamanda derdinizi anlatmak zordu, radyo ve gazeteler aracılığı ile peki bugün ne oluyor yahu? bugün halen ülkemize ait bir araba motoru toplanmamaktadır, üstelik tüm motor parçalırını yedek parça olarak üretebildiğimiz halde.

halen bizim tasarımımız olan bir cep telefonumuz yok, ne iş selocan demek geliyor içimden. evet film çok önemli noktalara gönderme yapıyor, ee neden halen mühendisler, teknisyenler duruyor yerinde?

bir gecede hayatını bok edebilen hadise

gerçekleştiği anda gecenin karanlığının aslında hayatına çöktüğünü insana farkettiren olay ve olaylardır. genellikle güven sarsılması listenin başında gelecektir, onu takiben kalp yaraları ve yakın insanların kayıpları da izlemeye devam edeceklerdir.

mini etek giydiği halde ahlaktan bahseden kız

kendisi ve toplum hakkında fikri olup da dile getirebilen, dolayısı ile düşünebildiğini ve mini etek giymeyen ya da yobaz örümcek kafalı aptallardan farklı olan kişidir.

kafasına bir çaput bağlayıp, yüzüne yarım kilo makyaj yapıp; ben inançlarım yüzünden bu ülkede okuyamıyorum - okuma hakkım elimden alınıyor diyen zavallıdan daha matıklıdır ayrıca.

akkuyu nükleer santrali

enerji bağımlılığımızı aşacağımız, temiz bir proje gibi görünen ama çacuklarımıza yapacağımız en büyük kötülüğü beraberinde getiren proje. üstelik artık ilkokula giden bir çocuk bile radyoaktif ve kimyasal atıkların çevereye tehlikelerini ve kolay kolay etkilerinin geçmeyeceğini bilebilirken, başbakan zaten türkiye enerjisinin %80 bağımlı olduğu bir ülkeye, bir de teknoloji bağımlılığını ekleyerek daha da elimizi kolumuzu bağlamıyor mu? bir de ne demişti kenan evren 'biraz radyasyon kemiklere iyi gelir.' evet o yüzden karadeniz insanı kanserden çekmeye devam ediyor, o yüzden çocuklar solunum yetmezliği ile doğuyor ya da kalpleri atmadan ölü doğuyorlar.

ayrıca bu santralin amacı enerji bağımlılığından kurtulmaksa, bir ülkeye daha da bağımlı hale geldiğimiz bir plan bizi ne kadar özgür kılabilir ki? rusya zaten doğla gazımızın %80'ni vermiyor mu, bu proje ile %100'e çekmenin anlamı var mı? ardından da sinop'a bir tane patlattık mı, ohh tadından yenmez. ayrıca rus basınında proje ile ilgili şu yorum da çok ilginç:
--spoiler--
“yapılacak tesisler bizimdir. türkiye sadece toprakları üzerinde bu inşaatı yapacak.”
--spoiler--
ilkokul sırasında bir çocuk özlem çekiyor, ama o devlet erkanı gibi ortadoğu'ya sözde hükmeden bir ülke değil, özgürce topraklarında yaşayabildiği, doğacak çocuklarının sakat yada kanser olmadan büyütebileceği bir ülkenin hayalini özlüyor.
--spoiler--
"savaşlar, katliamlar, ölen, öldürülen çocuklar gördük. kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. biz de öldük. ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. teşekkürler dünya…"
(kazım koyuncu)
--spoiler--

27 mayıs 1960

(#8182930).