bugün

entry'ler (382)

dmt

diğer herşey gibi sadece yoğunlaşmış bir enerjiden gelen frekans.Sadece bir frekans.Armut ağacının da,vücudumuzdaki böbreğin de titreşimi,frekans seviyesi var.Tanrı molekülü diyorsanız bir de ibogaine yi deneyin göriyim ananızın amını.

yazarların en sevdiği sanat müziği şarkıları

https://www.youtube.com/watch?v=9-Cng6RKbOA

etkileyici dizi müzikleri

https://www.youtube.com/watch?v=qmhMYDpFrvM

bir kızın patlak olduğunu anlama yöntemleri

yay takım yıldızına doğru yüzünü çevirin ve zerdeçallı suya bulandırıp bi güzel burnundan kokain gibi çekmesini sağlayın.

sözlük yazarlarının iddialı olduğu konular

dantelli tangalar arası iletişim ve teletapi kurabilme yetisi.

refleksoloji

Bir çok kültürde eski zamanlardan beri uygulanan Refleksoloji, ayaklarda bedenin tüm bölgelerine, organlarına ve sistemlerine karşılık gelen refleks noktaları olduğu ve bu noktaların beden anatomisinin aynası olduğu prensibine dayanan bir sanattır. Özel el ve parmak teknikleriyle bu refleks noktalarına uygulanan baskı, stresin azaltılmasını sağlayarak bedende fizyolojik değişikliklere yol açar.
Refleksoloji’nin temelinde, rahatsızlıkların enerjinin belli bir yerde bloke olmasından kaynaklandığı tezi yatar. Bu ilaçsız terapi, beden fonksiyonlarını normalleştirerek vücudun kendi kendini iyileştirme mekanizmasını harekete geçirir. Normalleşmiş beden fonksiyonları insana rahatlama, kaliteli bir uyku ve toksinlerden arınmış bir beden sağladığı gibi, dolaşım sistemini de güçlendirir; ağrıları dindirir. Refleksoloji tekniğiyle, bütün vücuda masaj yapmadan stresi vücuttan uzaklaştırmak, rahatlamayı ve dinlenmeyi sağlamak mümkündür.
Refleksoloji sinir noktalarını belirli tekniklerle uyarmanın ortaya elektrokimyasal mesajları çıkardığını bununda nöronların yardımı ile ilgili organı uyardığını savunur.
Bunun yanısıra psikolojide özellikle panik atak ve depresyon hastalığının tedavisinde destekleyici olarak uygulanmakta olup, başta Rusya ve Amerika'daki engelliler üzerinde özellikle otistik ve spastik engelli çocuklar ile felçli hastalar olmak üzere birçok engel grubunda ciddi gelişmelerin ortaya çıkması sebep olmuştur.
Ayak ve el refleksolojisi belli noktaların manuel uyarılarak vücuttaki sinirlerin ve kan dolaşımının uyarılmasıdır. En yaygın uygulanan ise ayak refleksolojisidir. Stres belkide günümüz insanlarının karşılaştığı en temel sorundur. Bu sorunun sinir sistemimiz üzerindeki etkisi son yıllarda yapılan araştırmalarla kanıtlanmış olup günlük hayatta yaşadığımız birçok sorun buna dayalıdır. Stres kan dolaşımını yavaşlatır refleksoloji ise kan dolaşımını hızlandırarak vücudun besin almasını ve toksin atımını hızlandırır. Refleksoloji yaptıranların bağışıklık sistemlerinin daha iyi çalıştığı özellikle kışın yaşanılan soğuk algınlığı ve grip tarzı hastalıklara daha dirençli oldukları araştırmalarla ve yaptığımız çalışmalarla sabittir. Düzenli refleksoloji yaptıran hastalarımızın bu tip deneyimlerini bize aktarmaları bizim için sürpriz değildir. Aslında bu arada bir başka yorumuda refleksolojiyi tanımlarken anlatmakta fayda var. Enerjinin bloke olduğunu temelde de hastalıkların bu sebeple çıktığını söyleyen yorumlarda tıpkı tıkalı bir kanalın açılıp normal seyrine kavuşan bir kanal gibi anlatan bir yorum.
Refleksoloji, ayaklarda, bedenin tüm bölgelerine, organlarına ve sistemlerine karşılık gelen refleks noktalarına, el ve parmaklarla uygulanan bir baskı tekniğidir.Ayaktan transdermal yolla yapılan her hedefli uyarı öncelikli olarak merkezi sinir sistemini oradan da beyni direkt etkiler bu sayede beyindeki ilgili organ yada böleyi kontrol eden nöronlar arasındaki sinaptik bağlar zenginleşip karmaşıklaşarak görevini daha iyi yapacak seviyeye gelir.
korku, üzüntü, endişe ve benzeri olumsuz duygu ve düşünceler bedende dengesizlikler yaratır. Dengesini yitirmiş beden verimli çalışamamaktadır. insan bedeninin verimli çalışması için sinir akışının kesintisiz olması gereklidir. işte refleksoloji'de ayak noktalarına uygulanan uyarılarla o noktalarla bağlantılı olan çeşitli guddeler, organlar ve hücrelerde ve sonuçta tüm bedende sinir sistemi düzenli çalışmaya başlar dolaşım düzenlenir.Böylece vücudun kendi kendini tedavi etme gücü ortaya çıkar.
Vücudun dengede kalmasını sağlamak için, her organ ve bez için kan dolaşımı ve sinir sisteminin optimum çalışması çok önemlidir. Çünkü organlar ve bezler vücudun sağlığı için çalışırlar. Bunların her biri kendi katkısını sağlar ve organizmanın mükemmel çalışmasını sağlarlar.Sinir yumaklarından oluşan bu tel şeklindeki yapılar yani sinir ağları uyarıları merkezi sinir sitemi ile vücudun diğer kısımları arasında getirip götürürler. Bunlar vücudun “tellerini” oluştururlar. Her karmaşık tel sisteminde olduğu gibi burada da kısa devre olabilir. Kısa devre genellikle, önemli bir organa bağlı önemli bir sinir demetine veya bir sinire yapılan baskıdan kaynaklanır.
Gevşeme ile birlikte sinir ve damarlardaki baskı ortadan kalkar, kan dolaşımı iyileşir ve buna bağlı olarak oksijen açısından zengin besin maddeleri vücudun her tarafına yayılır.
Günümüzde refleksoloji koruyucu sağlık konseptinde bir tedavi olarak görüldüğü gibi sinirlerle ilgili birçok nörolojik problemde ciddi bir destekte sağlayabilmektedir.
REFLEKSOLOJiNiN EN ÇOK ETKiLi OLDUĞU PROBLEMLER
MiGREN
BEL-BOYUN FITIĞI
ALT ISLATMA
YÜRÜME VE MATOR BOZUKLUKLAR
SPASTiK BOZUKLUK
GELiŞiM GERiLiKLERi
OTiZM
KARPALTUNEL-EL BiLEĞiNDEKi SiNiR SIKIŞMALARI
EKLEM AĞRILARI VE ROMATiZMA
DEPRESYON –ANKSiYETE-PANiK ATAK
FELÇ VE TRAVMALAR
KONUŞMA BOZUKLUKLAR
KABIZLIK VE HAZIMSIZLIK
HORMON SORUNLARI
VAJiNiSMUS –ERKEN BOŞALMA- CiNSEL SOĞUKLUK
KAS RAHATSIZLIKLARI…
REFLEKSOLOJi NE SAĞLAR
-Kan dolaşımını düzenleyip lenfatik sistemin çalışmasına katkıda bulunur.
-Vücudun toksinlerden arınmasına yardımcı olur.
- Refleksolojinin dikkat eksikliğine iyi geldiğini algılama, hafıza ve öğrenmeyi kolaylaştırdığını biliyor musunuz?
- Ağrı kesici etkisi vardır özellikle eklem ağrıları ve stres kökenli başağrılarında çok çabuk etki gösterir.
- Hücrelerin iyi şekilde beslenmesini sağladığından yaşlılık belirtilerini geciktirir.
- Bağışıklık sistemini güçlendirdiği için hastalıklara daha dirençli olunmasına yardımcı olunur.
- Stresi azaltmada başarılı etkiye sahip oldoğundan anksiyete ve panik atak bozukluğunda etkildir.
- Vücut organlarının iyi çalışmasını sağlar.
- Ameliyat sonrası vücudun toparlamasına yardımcı olur.
- Kaslar ve tendonlardaki spazmı azaltır.
- Sinir sistemi üzerinde rahatlatıcı bir etkiye sahiptir busebeble depresyon düzeyini düşürür.
- Hastalık sonrası vücutta toplanan ödemin atılmasına yardımcı olur.
- Hareketsiz yaşam tarzı olan kişilerde olumlu etkiye sahiptir.
- Yağ ve ter bezlerini aktifleştirerek cildin nemlenmesini sağlar.

kuantum fiziği

Kuantum fiziğini anlamak için, fizik ile metafizik arasındaki bağa göz atmamız yerinde olur. • Fizik; Gözle görünen ve elle tutulan madde boyutundaki elemanların atom yapılarındaki değişmeleri ele alır. • Metafizik; Etkileriyle hissedilen fakat madde ötesi var,olanları ele alır. Fakat ikisi,de birbirleriyle ilişki içindedir. • Evrensel enerji; Fiziki olmadığı halde fiziki alanda kendini gösterir. Atom maddenin parçasıdır, enerji onun içindedir, fakat maddenin parçası değildir. Elektron nüvenin etrafında hareket eden atomun parçacığıdır. Işık ise kitlesi olmayan enerji tezahürüdür. Beden fiziki varlık fakat Ruh şuur ile bedeni kontrol eden enerji titreşimleridir. Işık elektromanyetik dalgalar gibi yayılır ve şekli olmayan enerji türüdür. Kısaca, madde parçacıklarından oluşur ve kitlesi vardır. Titreşimler dalgalardır enerjiyi taşır ve kitlesi yoktur. Fizik açıklamasında elektromanyetik dalgalar olsun, ışık yayılması olsun parçacıkları içine alabilmektedir.Yani içine aldıklarını etkileyebilmektedir. Bazı hallerde elektronlar ışığı yönlendirebilmektedir. Bu enerji etkisine ‘Foton’ denir. Kısaca kitlesi olmayan ışık parçacıklarının özeliğini gösterir. Elektronlar ise parçacıkların özelliğini taşımakla birlikte dalgalarında özelliğine sahiptir. Elektronların oluşturduğu dalgaların yansıma karakteri vardır. Bu sebeple meydana getirdikleri elektromanyetik alan değildir. Parça veya dalga kendi başlarına bir şey olmayıp aynı şeyin iki kısmıdır. Böylece foton ve elektron birbirlerini tamamlayan bir bütündür. Yukar,daki açıklamadan anlaşılacağı gibi GERÇEK, fiziki ve fiziki olmayan var,olmadır. Beş duygumuz varlığımızın fiziki yönüdür ve fiziki olmayan tarafı ise ruhsal varlığımızdır. Kuantum bilgisi,de iki yönün bütünsel birleşimidir. Fiziki ve fiziki olmayan şeyler kendi başlarına bir şey ifade etmez ve onlar aynı gerçeğin içindeki mutlak birliğin tamamıdır. Fakat özellikleri gereği ayrıcalıkları vardır. Fiziki olan sınırlı bir alan içine kapalı durumdadır. Fiziki olmayan evrenin içine sınırsız olarak yayılmıştır. Kuantum fiziği açıklaması ile fiziki olmayanda fiziki olanla beraber gerçeği oluşturur. Kainat fiziki görüşün içindedir, fakat fiziki olmayan ruhsal varlık kainatı kapsayan evrensel enerji dalgasında bir hücre gibidir. Buna göre fiziki bilinç, zaman ve mekan içinde, fiziki olmayan mutlak bilinç, zaman ve mekan ötesinde kalmaktadır. Fiziki alanda sinyal taşıyan dalgaların hızı vardır. Fakat fizik ötesi alandaki dalgalarda hız yoktur. Aynı anda gitmesi istenen yerde belirir. Fiziki maddecikler bütüne bağlıdırlar. Dalga ve Ruh evrende birleşiktir. iki tarafta mutlak içindeki gerçeğin kendisidir. Her an ve geçmiş, şimdi ve gelecek birbirine bağlıdır. işte kuantum fiziği her şeyin etkilenmesinin sadece geçmiş değil, geleceğinde etkilendiğini açıklar. Bu bilgiye göre zaman ve mekan kendi içinde yer almaktadır. Evrensel enerji gerçeği bilinmesine rağmen fizik ötesi olduğundan, insan şuuru ile ona ulaşamıyor. Çünkü şuur beyinde bedenin bir parçasıdır. Şuuru oluşturan beyin hücrelerinin anlayış kapsamında olanlarına nöron denir. Onlarında bir diğeriyle olan binlerce haberleşme bağlantısı vardır. Her nöron aldığı işareti ötekine işleme koyduğunu bildirir. Nöronların hepsi biyolojik taramayla uyum içinde değişirler. Kısaca, dış olayların iç durumu etkileyerek hafızaya kayıt yapmalarıyla hatırlama işlemi mümkün olur. Beynin bu karmaşık göreviyle şuur meydana gelir. ilgili beyin, hücrelerinin bulunduğu ortamda duygusal algılama yaparlar. Deneyimlerinden öğrenerek kayıt ettikleri farklı derecede olur. Beyin fiziksel olduğundan bedendeki beş duyguyla bağlantılıdır. Şuur nöronların ortak fonksiyonuyla mutlak içinde bedenin parçacıklarıdır. Kişi, şuurunun kapasitesi nispetindeki mantığıyla varlığının analizini yapar. Şuur evrim içinde oluşan kimyasal beynin harika bileşimidir, fakat aktivesinde sınırlıdır. Evren şuurun dışında kalan dışsal görüştür. Yüksek şuur beynin dalga kategorisi içindedir. Yeri ve mekanı olmadığından evren içinde devamlı titreşir. Böyle olmasına rağmen dalgalar fiziki kısımlarla birlikte çalışır. Kişinin bir yüksek şuuru varsa da, aslında evrendeki yüksek şuurla bir zihindir. Bütün evreni kaplayan O tek zihin bütün zihinleri birleştirir. işte o gerçek içinde her ruh bir bütündür. Bilinç üstünde ona bir ifadeyle “YARATAN” denir. Aynı zamanda evreni kaplayan dalga titreşimleri olarak varlığı bilinmektedir. Geçmiş hal ve gelecek ile bağlantısı vardır. Yüksek şuur her şeyi bilen alimsel zekanın bir ürünüdür. Mademki gelecekle,de bağlantısı vardır, o halde gelecek O ilahi zeka tarafından bilinmektedir. Buna göre yüksek şuurla uyumlanıldığında, gelecekte olacakları bilmek gayet tabiidir. Fiziki aracımız olan bedeni ona göre hazırlamanın yolları vardır. Fiziki varlığımız evrenin içinde, fakat evrensel enerji kendi içimizdedir. Fiziki olmayan bu enerji merkezlerine ‘Çakra’ adı verilir. Bu merkezlerin uyandırılması, yani titreştirilmesi gereklidir. Konsantrasyon ve nefes alma metotlarıyla oluşturulan enerji, tepe çakrasından yüksek şuurla teması sağlar. Yüksek şuur evrensel olduğundan yüksek zekanın sonsuz enerjisiyle devamlı temastadır. Çakralar, fizik ötesinden gelen evrensel enerjiyi fiziksel güce çevirirler. Evrensel enerji evrenin neresinde olursa olsun kullanılmaya hazır bulunur. Evrensel enerjinin çakralar aracılığıyla bedende nasıl fiziki güce dönüştüğüne bir göz atalım. Bedenin uygun yerlerine yerleşmiş salgı bezleri bulunur. Yüksek şuur ile uyumlanıpta evrensel enerjiyle temas kurulduğunda çakralar kendi frekanslarında titreşirler. Kendileriyle bağlantılı salgı bezlerinde üretilen salgıyı sinir sistemi yoluyla hormonlara dağıtır. Şuurun yüksek şuurla uyumlanmasının tek yolu meditasyondur. insan şuuru fiziksel beynin bir ürünüdür. Beynin sihhatli olması onu geliştiren doğru gıdalarla mümkündür. Beyinde oluşturulan harika kararlardan yalnız fiziki yaşamı değil, astral alemdeki ruhunun mertebesinide belirler. Şahsın şuuru kendisine ait olduğundan belirli sınır içinde işlemini görür. Fakat yüksek şuuru, beynin dalga katagorisi içinde evrenin her yerindedir. Bu prensip kanununa göre beyinlerde meydana gelen dalgalar aynı bütünün içinde yer alır. Buradan görülüyor ki, yüksek şuur fizik ötesi aslımız olan ruhumuzun titreşimleridir. ister bedenli, ister bedensiz olan ruhlar evreni sınırsız kaplayan evrensel enerjiyle daimi temastadır. Mutlak içinde zaman ve mekan ötesi bu alemdeki ilahi planın bilinmesi bir mucize sayılmaz. Geleceklede temasta olan yüksek şuurun kapıları açıldığında kişiye bilgiler sunulur. Yüksek şuuruyla uyumlu olanlar evrensel enerjiyi şuurunda düşündüğü canlılar üzerinde titreştirebilirler. Nerede olurlarsa olsunlar kuantum teorisine göre fiziki olanı fiziki olmayan enerjiyle etkileyebilirler. Şifa göndermenin temel gerçeği bundan ibarettir. (Düşünce gücüyle maddeyi etkilemekte yine aynı prensibe dayanır). En önemli olan; bir şeyi tasarlarken içinizde sevgi titreşimlerinin daimi ve saf olmasının sağlanılmasıdır. Bu, ilahi zekanın yaratma prensibinde vardır. Kainat kurulduğundan itibaren değişiklikler ve gelişmeler yüksek zeka tarafından yapılan planın tatbikatından başka bir şey değildir. Fiziki bilgi açısından bakıldığında şuurumuz olayların analizini sınırlı mantık içinde yapmaktadır. Asıl gerçek, şuur ötesi boyutunda mantık dışında kalır. Şuur üstü olayların sebebinin yalnız ilahi zekanın planı gereğince yapıldığını bilir ve tabii karşılar. Şuurda üzüntüye sebep olan yanlış düşünceler salgı bezlerindeki ifrazatı etkiler. Hormonlarda hastalıklara sebep olurlar. Etrafınızdaki ve medyadan işittiğiniz üzüntülü haberlerin etkisi altında kalmayın. Burada olmanın maksadını yüksek şuurunuza uyumlanarak algılayın.Varolmanızın sebebini bilirseniz ilahi görevinizi doğru yaparsınız. Ruhi tekamülünüzün tek yolu budur. Kendinizi ilahi sevginin kucağına bırakın. Eski elbiselerinizi bıraktığınız gibi aslınız olan ruhunuz bir gün bedeninizi terk edecektir.

kartal

Kartal, kuş türleri içinde en uzun yaşayanıdır. 70 yıla kadar yaşayan kartallar vardır.
Ancak bu yaşa ulaşmak için, 40 yaşındayken çok ciddi ve zor bir karar vermek zorundadır.
Kartalın yaşı 40a vardığında pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir ve bu nedenle de beslenmesini sağladığı avlarını kavrayıp tutamaz duruma gelir.
Gagası uzar ve göğsüne doğru kıvrılır. Kanatları yaşlanır ve ağırlaşır. Tüyleri kartlaşır ve kalınlaşır.
Artık kartalın uçması iyice zorlaşmıştır. Dolayısıyla kartal burada iki seçimden birini yapmak zorundadır:
- Ya ölümü seçecektir,
- Ya da yeniden doğuşun acılı ve zorlu sürecini göğüsleyecektir.
Bu yeniden doğuş süreci 150 gün kadar sürecektir.
Bu yönde karar verirse kartal bir dağın tepesine uçar ve orada bir kaya duvarda, artık uçmasına gerek olmayan bir yerde, yuvasında kalır. Bu uygun yeri bulduktan sonra kartal gagasını sert bir şekilde kayaya vurmaya başlar.
En sonunda kartalın gagası yerinden sökülür ve düşer. Kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını bekler. Gagası çıktıktan sonra bu yeni gaga ile pençelerini yerinden söker çıkarır. Yeni pençeleri çıkınca kartal bu kez eski kartlaşmış tüylerini yolmaya başlar. 5 ay sonra kartal, kendisine 20 yıl veya daha uzun süreli bir yaşam bağışlayan meşhur yeniden doğuş uçuşunu yapmaya hazır duruma gelir.
Kendi yaşamımızda sık sık bir yeniden doğuş süreci yaşamak zorunda kalırız.
Zafer uçuşunu sürdürmek için, bize acı veren eski alışkanlıklarımızdan, geleneklerimizden ve anılarımızdan kurtulmak zorundayız.
Ancak geçmişin gereksiz safrasından kurtulduğumuzda, deneyimlerimizin yeniden doğuşumuzun getireceği olağanüstü sonuçlarından tam olarak yararlanabiliriz.

akaşik kayıtlar

Bugün gök yüzüne baktığımızda yukarıda gördüğümüz ışık, o yıldızdan çıkmış ve milyon yıldan sonra bize yansıyan ışıklardır. Yanı o yıldızın bulunduğu bir gezegenden bizim dünyamızı gözleyen varlıklar belki de dinozor çağını görüyorlar. Evrende hiç bir enerji yok olmaz. Sonsuza kadar devam eden bir süreklilik vardır. Ve bu süreklilikte hiç bir bilgi kaybolmaz.. Evrene dağılıp yok olmaz...

Bütün bilgilerin depolandığı, kainatın pusulasından, dengesinden şaşmaması için hak edişleri hakkınca dağıtan enerjisel bir kütüphaneye Akaşa deniyor.

Yaratılışın başından sonuna kadar geçmişin geleceğin kayıdı olarak biliniyor. Bilgilere göre seyyal ve her yerdelik içinde hava, su, katı madde ve ateş olabiliyor. Güneşi, gezegenleri, yıldızları ve tüm kozmosu meydana getiren olarak bilinmektedir. Bir görüşe göre; nasıl evrende hiç bir madde dönüşümler geçirmekle birlikte yok olmuyorsa, hiç bir hareket, düşünce olay da yok olmayıp Akaşa denilen süptil cevhere kayıt oluyor. Akaşa; Her eylemin, düşüncenin, sesin, nefesin, ışığın titreşimlerinin kayıt olduğu, ruhsal ve fiziksel âlemden yansıyan tüm tesirlerin en hızlı bir biçimde yoğunluklarına göre sınıflanıp kaydolduğu türden bir arşivdir

Akaşik kayıtlar varlık sisteminin tüm olaylarının kayıtlandığı bir nevi arşivleme sistemidir, bu arşivleme sistemi geçmiş ya da geleceği dosyalamaz, her şey "şimdi" de olmakta ve bütün kayıt "şimdi" nin kaydıdır. Sıradan bir akıl-zihin bakışıyla bunu ilk anda kavramamız beklenemez ancak bir takım benzetmelerle şu şekilde bir izah belki anlamamızı kolaylaştırabilir;

''içinde yaşadığımız zaman aslında "şimdi" ne oluyorsa ondan ibarettir, şu an yaşadıklarımız "dün" olarak yaşanmış "insan aklıyla belirlenmiş" zaman çizgisinin devamıdır ve yarın devam edende, gerçekte devam eden şimdi çizgisinin bir parçasıdır. Bizim gelecek olarak gördüğümüz zamanlar aslında devam eden şimdilerde sürekli olarak yaratım dadırlar. Bu yaratım mekanizması karmik faktörlerin, yüksek ilahi yasaların, insan düşünce ve eylemleri ile ortaklaşa işlemekte olan büyük bir sistemden oluşur.''

Eter, ruh ya da bilinmeyen madde olarak da isimlendirilir. içinde çeşitli yaşam fonksiyonları barındırır. Sadece bilgi değil, her türlü iletişim, oluşum, intikal ve keşfedilmemiş nice potansiyele sahiptir. Çok çalışma ve hak ediş sonucunda onu kullanmaya başlayanlar için büyük bir güç oluşturur. Olanaksız olan mümkün olur. Bilinmeyen bilinir, görülmeyen görülür.

Akaşik kayıt tüm evrensel bilgileri içerir. DNA da bir Akaşik kayıttır. Yeni bir göksel bilgi diyor ki: Büyük Akaşa içinde, Büyük Merkezi Güneşte yer alan DNA bilgi bankası bulunur. Bu zamanda geçirdiğimiz dönüşümler oraya kaydolacak ve insanlık ileri doğru büyük bir geçiş yapacaktır.

yeryüzü ile konuşma sanatı

stephen buhner ın şu cümlelerle açılış yaptığı çok özel bir kitaptır :

Kadim ve yerli halkların bir çoğu, bedenlerinin neresinde yaşıyor oldukları soruduğunda ilginç bir açıklamada bulunur, göğüs bölgelerini gösterirler. Oysa bizlerin yaşadığı kültürden insanlara aynı soru sorulduğundada, onlar baş bölgelerini işaret ederler; özellikle de gözlerinin 2,5cm üzeri ile kafatasının 5cm ötesine doğru olan yerdir gösterdikleri. .Batılılar ile yerli halklar arasındaki büyük farklılık, işte bu noktada belli eder kendini. Nitekim kendini kalbinde tarif edenler ile beyninde tarif edenler, dünyayı oldukça farklı yollardan deneyimliyorlar.Dünyaya kalpleri yoluyla yaklaşanların önünde açık duran alemler, dünyayı beyni ile deneyimleyenler tarafından algılanamaz bile.
Bilinçlilik ile ilgili olarak 1960'ların sonlarında başlatılan araştırmalar, tamamıyla beyin üzerine odaklanmıştı. Batılıların varsayımına göre, bizleri diğer yeryüzü sakinlerinden ayıran farklılık beynimizle ilgiliydi. Halbuki son 20 yılda bazı araştırmalar, bilinci bu önyargı olmaksızın ele aldılar ; dolayısıyla da araştırmalarında çok daha açık fikirli bir yol izleyebildiler. Bu araştırmacılardan bazıları, bilincin beyinle sınırlı kalmadığını fark ederken, onun düşünüldüğünden daha hareketli olduğu ve bedendeki başka alanları kendine kolaylıkla mesken tutabildiğini fark etmeye başladılar. Böylelikle kalbi, kalbin biliş ve farkındalıktaki rolünü incelemeye giriştiler. Son zamanlarda kalp üzerine yapılan çalışmalarda açığa çıkan en önemli keşiflerden biri, her bir organımız gibi insan organizması bütünün de doğrusal ifadeler olmadığı ile ilgiliydi; onlar, doğrusal olmayan daha karmaşık organizmalardır, bütünün parçaların toplamından çok daha fazlası anlamına geldiği organizmalar...

Bilim insanları, milyonlarca ve milyarlarca molekülün -kapalı bir kabın içine yerleştirildiklerinde- hareketlerinin ilk başta rastlantısal olduğunu keşfettiler. Fakat önceden tahmin edilemez bir anda, tüm moleküller aynı anda eşzamanlı olmaktaydılar. Birlikte hareket edip titreşmeye başlıyorlar, sıkı sıkıya birbirine bağlanmış çiftler halinde eş -düzenli bir bütüne dönüşüyorlardı. Her bir molekülün bir alt birim olduğu tek bir sistem... Eş zamanlı oldukları anda, parçalarının toplamından daha fazlası olan bir şey beliriyordu. işte bu ne kadar da yakından bakılırsa parçaların içinde asla bulunamayacak şeydi, bizlerin ruhu gibi. Bu eş zamanlılık anında, yeni bir sistem aniden ortaya çıkan davranış biçimleri sergiliyordu. Bütün sistem, parçalar ya da alt birimler üzerinde etkin olmaya başlıyordu ve bu sayede daha karmaşık eş zamanlılıkların oluşmasına öncülük ediyordu. Parçalardan bütüne ve bütünden parçalara doğru öyle hızlı ve kesintisiz bir bilgi akışı söz konusu oluyordu ki, bu sayede sistem iyiden iyiye kararlı hale geliyordu. Bu bilgi akışı çevreden içeriye ve içeriden de çevreye olmak üzere bir yol izliyor ve sistemin kararlılığını etkileyebilecek dış etkenler olup olmadığını inceliyordu.

Bu bilgi akışı çeşitli dillerde ortaya çıkmaktaydı; ısı dalgalanmaları, basınç veya hız değişimleri, kimyasal bileşimlerin ayarları, elektromanyetik sinyallerin akışı ve daha pek çok şey. Fakat tabii ki, konuştuğumuz dildeki gibi, önemli olan sözlerden çok sözlerin özü olan anlamdır. Bir molekülün içindeki anlamları ifade eden elektromanyetik (EM) imza, onu algılayan organizmaya, o molekülün kendi varoluş durumunu ne şekilde etkileyeceğini anlatır. Bu anlamlar incelenir, organizmayla bütünleşir ve bir karşılık verir.

Tüm yaşayan sistemler aynı işleyiş biçimini sergiler; hepsi de kendi kendini düzenler ve ani davranış biçimini sergiler; hepsi de kendi kendini düzenler ve ani davranış biçimleri gösterirler. Hepsi de, kendi kendilerini düzenledikleri noktada dengeyi bozacak karışıklıklara karşı olağanüstü hassastırlar. Gerçekte onlar dengenin eksiksiz olduğu anı hatırlar ve yaşamları boyunca o dengeye uyumlanmış olarak kalırlar. Geçmek durumunda kaldıkları eşik, onlar için canlı birer kimlik gibidir. Dolayısıyla içteki ve dıştaki dünyalarını, milyarlarca ve milyarlarca temas noktalarında oluşturdukları, birbirine sıkı sıkıya bağlı çiftler üzerinden gözlerler. Böylelikle varoluşlarını sürdürebilmeleri için gelen tüm enerjiyi, madde ve bilgiyi işleyebilirler. Başka bir deyişle onların her biri ileri bir zeka düzeyindedir; her biri ruhun gücünü taşımaktadır; Bir ruh gücü ise parçaların toplamından öte varoluş durumuyla ortaya çıkan güçtür. Kalbimiz, böylesi doğrusal olmayan bir sistemdir. Bir yandan kendini örgütler, bir yandan da ani davranış sergiler. O yalnızca kuvvetli bir endokrin bezi değildir, o eşsiz bir tür beyindir, bilici, algılayıcı organ ve güçlü bir elektromanyetik üretici ve alıcısıdır.

Kalpte kalp atışlarını düzenleyen hız ayarlayıcı hücreler vardır. Kendini düzenleme anında, hız ayarlayıcı ilk hücre düzenli aralıklarla nabız gibi atmaya veya salınmaya başlar. Onun ardından biçimlenen her hız ayarlayıcı hücre kendini bu ilk hücreye eklemler; böylelikle yeni hücre de ilk hücre ile eş zamanlı atmaya başlar. Eğer kalbin hız ayarlayıcı hücrelerinden biri bedenden alınıp canlı tutulacak ve bir kenarda yaşatılacak olursa ritmi bozulur; çılgınca ve düzensiz bir biçimde atmaya, çırpınmaya başlar, ta ki ölene kadar. Oysa hız ayarlayıcı bir hücre alınıp bir hücrenin çok yakınlarında bir yerlere konursa, birbirlerine dokunmasalar bile eş zamanlı hale gelerek birlik içinde çarparlar. Düzensiz çarpan bir hücreyi düzenli çarpan bir hız ayarlayıcı hücrenin yanına getirirseniz çırpınması durur ve onunla birlik içinde atmaya başlar. Onların fiziksel olarak birbirlerine dokunmaya ihtiyaç duymamalarının nedeni -salınan her biyolojik oluşum gibi- çarptıklarında bir elektrik alanı yaratmaktadır. Birbirine dokunması gereken,yalnızca bu alanlardır.

Bireysel hız ayarlayıcı hücreler, kalpte milyonlarca hücre ile sıkı sıkıya eşleşirler. Onların bir arada oluşturdukları alan, her bir hücrenin tek başına oluşturduğundan çok daha geniştir. Oluşturdukları alanın elektromanyetik gücü, beyinin elektromanyetik gücünden 5 bin kat daha fazladır ve aşırı hassas bilimsel araçlarla bedenden 3 metre uzaktan bile ölçülebilir. Bu alanın en güçlü olduğu yer, bedenin yüzeyinden 45cm'lik mesafedir ve oradan uzaya doğru sonsuz bir şekilde yayılır; tıpkı radyo dalgaları gibi. ( Eğer 150 veya 180cm.kadar mesafede durup kollarını iki yana açmış olan bir arkadaşınıza doğru yavaş yavaş yaklaşmayı deneyecek olursanız, onunla 30 veya 45cm'lik bir mesafeye geldiğinize bu alanı hissedebilirsiniz. O anda ''onun alanına'' girmiş olduğunuzu fark edersiniz. Bu, kalplerinizin birbirine dokunduğu bir deneyimdir.) Bu alan, kabaca omurga boyunca konumlanır, leğen kemiğinden kafatasının tepesine kadar uzanır. Bu tıpkı yeryüzünün manyetik alanı gibidir; Kuzey Kutbunun Güney Kutbuna uzanan...

Kalp hücreleri yalnızca birbirlerine katılmakla kalmazlar; kalp ve -onun alanı da- karşılaştığı herhangi bir elektromanyetik alana dahil olabilir. Bu iki alanın birlik içinde salınmaya başladığı anda, çok hızlı bir bilgi alışverişi gerçekleşir. Kalbin her alanındaki bilgi diğeri tarafından alınırken, kalbin işleyişi değişir; hormonal akış değişir, fizyolojik olarak farklılıklar meydana gelir. Özünde, karşılıklı bir konuşma halidir yaşanan. Bu tür bir karşılıklı konuşma, bizler için oldukça doğal bir durumdur; çünkü yaşamımızın ilk deneyimlerinden biridir. Annemizin rahmindeyken, anne kalbinin alanıyla çevrelenmiş bir haldeyizdir. Çocuğun oluşmakta olan kalbi, anneninkiyle birlikte çarpar ve doğumdan sonra da özellikle süt verirken aynı durumu sürdürür. Annenin elektromanyetik alanı bilgi ile doludur; çocukla ilgili neler hissettiği, sevilip sevilmediği, istenip istenmediği... Annenin anlam dolu duyguları, kendi elektromanyetik alanının biçimini değiştirmektedir. Bebek ise, mevcut bilgiyi alarak onu çözümler, tıpkı bir radyo alıcısının radyo dalgaları demetini alarak çözümlendiği gibi.

Bizler doğumdan sonra her zaman elektromanyetik alanlara karşı hassasiyet gösteririz; çünkü anne karnında böylesi bir iletişim dilinin içinde biçimlenmişizdir. Doğumdan sonraki evrede kalp ,karşılaştığı elektromanyetik alanlardan bilgi alabilmek üzere onları düzenli olarak tarar. Bizler bu alanları eşsiz bir yoldan deneyimleriz; duygular olarak.

Nasıl ki temel renkler bir araya gelerek gördüğümüz tüm diğer renkleri oluşturuyor ya da temel tatlar, tadabildiğimiz tüm diğer tatları meydana getiriyorsa, temel duygular da -çılgın, üzgün, sevinçli, korkmuş- bir araya gelerek deneyimlediğimiz diğer duyguları meydana getirirler. Kalbin içine aldığı belli elektromanyetik enerji tayfı, renkler veya sesler olarak değil de duygular olarak deneyimlenir. Kalbin işleyişindeki en küçük bir farklılık, yeni duygu kümeleri yaratırken, duygusal durumdaki en küçük değişim de yeni kalp ritimlerinin oluşmasına yol açar. Her ikisi de elektrokardiyografik (EKG) ve manyetokardiyografik ( MKG) okumalarda hemen kendini gösterir. Kalp, aslında uzmanlık alanı duygular olan ''olağanüstü duyarlı'' duyu organıdır. Karşılaştığımız elektromanyetik alanlar içinden algılayabileceğimiz ince duygu farklılıkları, deneyimlediğimiz renkler veya tatlar kadar çeşitlilik gösterirler. Ne yazık ki bu ince ayardaki duygusal dünya algısı, bilinci beyine yerleştirmeye alışmış olanlarımızın içinde körelmeye uğramıştır. Kalpte düşünmeye ve bu tür bir algıyı geri kazanmaya başlamanın en sade yollarından biri, önünüzdeki herhangi bir nesneye, belki de bir bitkiye bakarken şu soruyu sormaktır: ''Bu nasıl bir duygu?'' işte o zaman, bu nesnenin elektromanyetik imzası kalbinizde ilerlerken, o isimlendirilmeyen eşsiz duygu bütününü deneyimleyeceksiniz.

Yaşayan canlılar, oldukça karmaşık elektromanyetik alanlar taşırlar. Her alan, onu meydana getiren organizmayla ilgili her şeyi kodlar; onun sağlık durumunu, tarihini, içinde barındırdığı güçleri ve daha çok daha fazlasını... Çok basit bir örnek üzerinden ilerlemek gerekirse, bir bitkinin ürettiği her kimyasal, onun kendine özgü elektromanyetik imzasından tanınabilir. Kaldı ki birçok bitki, her gün yüzlerce ve belki de binlerce farklı kimyasal üretir. Kalbin algısı ile ilgili daha çok bilgi edinmek, bir bitkinin tıbbi etkilerinin o bitkinin elektromanyetik alanıyla doğrudan ilişkilendirilmesi yoluyla doğru bir şekilde belirlenebilmesini sağlar. Elektromanyetik alan kalpten geçince tahlil edilmek üzere beyine yönlendirir; beyin ise, elektromanyetik imzanın içindeki anlamın özünü kavrar.

Kalpteki hücrelerin yüzde 60 ile 65'i sinir hücresidir; tıpkı beyinde olduğu gibi. Kalbin sinir hücreleri de beyindeki sinir hücreleriyle aynı biçimde işlev görürler; ganglia'da kümelenir, akson-dendritler üzerinden bedenin sinir ağı ile bağlantıya geçerler.

Bu rastlantısal bir şekilde gerçekleşmez; kalbin, beyindeki belli merkezlerle doğrudan bağlantıları vardır ve bu bağlantıları kesmek mümkün değildir. Kalp ile beyin arasında her an doğrudan, aracısız bir bilgi akışı söz konusudur. Kalbin amigdala, talamus, hipokampus ve korteksle bütünleşik bir bağlantısı vardır. Beyindeki bu merkezler şu işlemde meşguldürler: 1) duygusal hatıralar ve onların işlenmesi; 2) duyusal deneyimler; 3) hafıza, mekânsal ilişkiler ve çevreden gelen duyusal girdilerin anlamlandırılması; 4) sorun çözme, akıl yürütme ve öğrenme. Beyinle ve merkezi sinir sistemiyle olan iletişimi güçlendirmek için, kalp kendi sinir taşıyıcılarını ( nörotransmitler) üretir ve ihtiyaç oranında açığa salar.

Kalbin elektromanyetik alanı; bir insan, bir hayvan veya bitki olsun herhangi başka organizmanın elektromanyetik alanına uyumlandığında bir organizmadan diğerine süratli bir bilgi akışı gerçekleşir. Bu bilgi akışı kendine özgü bir dilde olsa da kelimeler yoluyla gerçekleşmez. Bir anlamda bilgi aktarımına, kelimeleri kullanmaksızın anlamın doğrudan taşınması gözüyle de bakılabilir. Araştırmacıların keşfettiği üzere bu bilgi öncelikle kalbe akar ve ardından beyin ile kalp arasındaki doğrudan bağlantılar üzerinden ileri işlemler için beyine gider. Bilgiyi saklayabilmek için, onu kullanılabilir bir biçime dönüştürürüz. Tıpkı bir radyo alıcısının radyo dalgalarını müziğe çevirdiği andaki gibi bir tür tercüme süreci gerçekleşir... Halbuki insanlardaki süreç çok daha karmaşıktır. Duyusal veri deposundan, hatıralardan, deneyim ve bilgi birikiminden beyin bilgi akışıyla ilgili bir geştalt ( bütünsel biçim) meydana getirir. Dolayısıyla söz konusu tercüme çeşitli biçimlerde belirebilir: bir dizi görü olarak, ses, görüntü, duygular, tatlar ,sözler veya kokular olarak. Çoğunlukla bu tercümenin beliriş biçimi, genellikle kişinin içinden büyüdükleri kültüre bağlı olarak değişkenlik gösterir. Burada önemli olan bu tercümelerin aldığı biçimi değil, içlerinde taşıdıkları anlamdır.

Bu deneyimler, büyük Alman şairi ve botanikçi Geothe'nin de gösterdiği gibi isteyerek başlatılabilir. Veya yerli kültürlerde yaygın olarak bilindiği gibi aniden gerçekleşebilirler. Bu tür ani olaylardan bazıları bu kitapta değinilmektedir; insan ile bitki arasındaki elektromanyetik alanların birbiri içinde karışması, kendi ahengi içinde gerçekleşir ve eş zamanlılık belirdiği anda, iki organizma arasında doğrudan ve derin bir bilgi akışı başlar.

Antik yunan döneminde, kalbin eğer canlılarla bir değiş tokuş haline 'aisthesis' adı verilmişti. Bu ifade, kelimenin tam manasıyla 'nefes almak' anlamına geliyor. Yunanlılar, gelmekte olan anlamların etkisi hissedildikçe, iki organizma arasında gerçekleşen bu uyum anına eşlik eden bir tür soluğun kesilmesi veya derin bir ilham durumunun varlığını fark etmişlerdi. Onlar bu durumu, ruhun özünün değiş tokuşu olarak nitelemekteydiler. Öyle ki, parçacıkların toplamından daha fazlası olan ve de eş zamanlılık anında varlık bulan bizlerin ruhuna kendi dışındaki bir ruh dokunuyordu.

Bu tür bir alıp verme halini yaşayan insanlar üzerinde görülen en büyük etkilerden biri, bizlerin asla yalnız olmadığı bilincinin kesintisiz farkındalığıdır. Kendimizi, ruhu olan olayların bizlere bu tür bir paylaşımı gerçekleştirecek kadar önem verdiği ve bizlere eşlik ettiği bir durumun içinde buluruz. Böylesi derin bir alıp verme halindeyken, yalnızca diğer yeryüzü sakinlerinin böylesi derin bir alıp verme halindeyken, yalnızca diğer yeryüzü sakinlerinin zeki olduklarıyla ilgili bir bilgiye bağlı kalmayız; onlarla -bilinç beyinde konumlandırdığı zaman gerekli indirgemecilik olmaksızın- kalplerimiz yoluyla doğrudan bir bilgi alıp verme halini de deneyimleriz.

O halde yerli halklar, bitkilerden bilgi aldıkları ya da bilginin görüler veya rüyalar aracılığı ile geldiğini kesinlikle söyleyebilirler. Kaldı ki bu alıp verme hali bitkilerle sınırlı değildir ve doğa aleminin her alanında belirebilir. Bu tür bir yakından doğan, bir başkasının duygularını algılayabilme doğal hali; insanların dünyaya karşı doğaya yabancılaşmış oldukları hallerinden çok daha farklı yaklaşımlar göstermesine sebep olur. Doğrudan algılama sürecine dair açıklamalar, bu süreci daha iyi kavrayabilmemize yardımcı olsalar da, bundan daha önemli olan deneyimin kendisidir; onun nasıl bir duygu olduğunu, yaşamlarımızı ne şekilde zenginleştirdiğini, bizleri var etmiş olan varlık alanıyla herhangi bir yol üzerinden yeniden bağıntı kurabilmemizi sağladığını deneyimlemek... Bir ormanı canlı, zeki ve insanın atası olarak deneyimlediğimizde, onu yerle bir etmek gerçekten de çok güçtür.

En nihayetinde kalbi, algılayan ve bilen bir organ olarak yeniden konumlandırdığınızda belli bir düşünüş biçimi tarafından ele geçirildiğiniz açıktır. Bilincimizi beynimize konumlandırdığımızda doğası gereği ortaya çıkan bu belli düşünüş biçimi, bizim algı ve düşüncelerimizi ifade edişimizi kısıtlar. Monoteizm misali, deneyimlenebilecek olanları dar bir ''izin verilenler '' şeridiyle sınırlar; diğer tüm algılayışları, batıl inançlar, inanca ters düşen veya kabul edilemez olan yaklaşım şekilleri kabilinden ikinci plana atar. Fakat bu kalp merkezli algılama bildiklerimizin en eskisidir; insanlığımıza ve yeryüzünün ekolojik uzantıları olarak ortaya koyduklarımıza derinden bağlıdır. indirgemeci ve monoteist yaklaşımlar, beton yaya kaldırımına benzetilebilir. Onlar, yabanıl olanı baskılar; oysa Hildegard von Bingen'in veriditas olarak adlandırdığı yeşilin gücü, hem içimizdeki hem de dışımızdaki kaldırım taşlarını her zaman delip geçicektir.

Stephen Buhner
Yeryüzü ile Konuşma Sanatı

kuantum biyoloji

Roger Penrose'un Kralın Yeni Usu adlı kitabında ortaya attığı "beyin kuantum fiziği yasalarına dayanarak çalışır ve gerçekte bir kuantum bilgisayarıdır" tezine dayanarak oluşturulan alt bilimdalı

Araştırmalar, kuantum biyolojisi hakkında çarpıcı sonuçlar ortaya koyuyor, vücudumuzun enerji alanı keşfediliyor.

Canlıların ışık yaydığını belirleyen bilim insanları, ayrıca bunların sinyaller taşıdığı kanısında.

insan vücudundan ışık çıkıyor, bir başka deyişle bedenimiz parlıyor.

Önceki yıllarda çok sayıda araştırmacı, bitki tohumlarından meyve sineklerine canlıların ışık yaydığını belirlemişti.

Japonya’nın Tohoku Teknoloji Enstitüsü’nden Dr. Masaki Kobayashi ve meslektaşları, yoğunluğu çok az olduğu için göremediğimiz bu ışığı çok hassas kameralarla görüntüledi.

Bilim insanları zarar görmüş dokulardan daha fazla ışık çıktığını tespit etti.

Dr. Kobayashi ve ekibinin araştırmasına göre, tümör hücrelerinin ışık yoğunluğu çevrelerindeki sağlıklı dokununkinden dört kat fazla.

Almanya’da bulunan Uluslararası Biyofizik Enstitüsü’nün başkanlığını yapan Prof. Fritz-Albert Popp, 1980’li yıllarda yaptığı deneylerin ardından hücrelerin “biyofoton” olarak adlandırdığı ışıkla iletişim kurduğunu öne sürmüştü. O günden beri dünya çapında birçok araştırmacı bu konuya eğildi.

Yaklaşık üç yıl önce, ABD’nin Rush Üniversitesi Tıp Merkezi’nden bilim insanları çok çarpıcı bulgular elde etti. Araştırma sonuçları insan hücrelerinin fotonlarla iletişim kurduğunu gösteriyordu.

Işık, foton adı verilen enerji paketlerinden oluşuyor, 100 Watt’lık bir ampulden saniyede milyarlarca foton çıkıyor. Bir ampulden çıkan ışık çok düzensiz ama biyofotonların teknik lazerden bile daha ahenkli (eşevreli) olduğu belirtiliyor.

Daha önce Prof. Popp ile çalışan biyofizikçi Dr. Beverly Rubik, kanser hastalarının dokularını inceleyen bilim insanlarının, ışığın ahenginde bozulmalar olduğunu tespit ettiklerini ifade ediyor.

Dr. Rubik şöyle söylüyor:

“Biyofoton alanı kavramının, organizmadaki daha derin bir alanın göstergesi olduğunu düşünüyorum. Bir organizma öldüğünde ani bir ışık boşalması oluyor.”

The Journal of Alternative and Complementary Medicine’da yayımlanan makalesinde şu sözlere yer veriyor:

“insanın tam bir bilimsel modeli, uzay-zaman, madde-enerjinin ötesinde unsurlar ve çok boyutlu geometri ya da başka yeni kavramlar gerektirebilir.”

Araştırmaları, Amerika Ulusal Sağlık Enstitüsü tarafından desteklenen Dr. Beverly Rubik, ahenkli ışığın canlılar arasında da sinyal taşıdığı kanısında.

Bilim insanlarını hayrete düşüren, akıllara durgunluk veren bir olaya, kuantum dolaşıklığına işaret ediyor:

“Parçacıklar (fotonlar, elektronlar...), bir kere bağlantıya girip daha sonra birbirlerinden ayrılırlarsa, evrenin iki zıt ucunda olsalar bile ilişkili kalıyorlar.”

Aralarında telepati varmış gibi birini etkileyen diğerini de etkiliyor, arada koca bir galaksi de olsa diğeri anında tepki veriyor.

Minnesota Üniversitesi’nden fizik profesörü James Kakalios, Kuantum Mekaniğinin Hayret Veren Hikâyesi adlı kitabında, kuantum dolaşıklığını, aralarında özel bir bağ olan ikiz kardeşlere benzetiyor.

Araştırmacılar bitkilerin ışık enerjisi kullanarak organik bileşikler ürettiği fotosentez olayında kuantum etkilerinin kesin teorik kanıtlarına göre;

bitki hücrelerinde ışık toplayan makromoleküller klasik fizikle açıklanamayan ancak kuantum fiziğine ait fiziksel kavramlarla açıklanan moleküler titreşimlerin avantajını kullanarak enerjiyi aktarabilmektedir.

Yunanistan’daki Fleming Enstitüsü'nden Luca Turin de BBC'ye şunları söyledi:

“Açıkça kuantum sınırlarında olan üç bölge var. Bu üç şey… kuantum mekaniğinin biyoloji hakkında bir şey söyleyemeyeceği fikrini çürütüyor.”

Bu üçünün en belirgin olanı fotosentez, yani bitkilerin ve bazı bakterilerin gün ışığından faydalanarak ihtiyaçları olan besinleri ürettiği, son derece kullanışlı olan işlem. Fotosentezde "süper-pozisyon" denen durumu, yani aynı anda birden fazla yerde bulunabilmek durumuyla karşılaşılmakta. işleme yakından bakıldığında birçok küçük enerji paketlerinin aynı anda mümkün olan tüm yollardan geçerek en kazançlı olanında karar kıldıkları görülüyor.

“Biyoloji bu sinsi yöntemleri ılık ve ıslak bir ortamda kullanıp hala süper pozisyonu koruyabiliyor. Nasıl yaptığını ise hala bilemiyoruz.” diyor Glasgow Üniversitesinden Richard Codgell BBC’ye.

Sürprizler bitkilerle sınırlı kalmayabilir; hayvanların da bu tarz hilelere başvurduğuna dair sağlam ipuçları var: ülkeleri, kıtaları geçen ve hatta kutuptan kutba uçan kuşların yön bulma yetenekleri de merak uyandırıcı bir davranış modeli sunuyor.

Deneyler Avrupa Kızılgerdanları'nın göç yönlerini ışığın belli renklerine göre belirlediğini ve çok zayıf radyo dalgalarının bu yön duygusunu bozabileceğini gösterdi. Biyologların kuşların hücrelerinde taşıdıklarına inandıkları biyolojik pusulayı hiçbirinin bozamaması gerekirdi.

Dolanımın kuantum etkisi ise daha da mantıklı. Kuantum kuralları altında, “dolanık” çift parçacıkların birbirinden ne kadar uzağa düşmüş olurlarsa olsunlar, birbirlerinin ne yaptığını "biliyorlar" ve hatta birbirlerine ışıktan daha hızlı bilgi aktarımı yapabiliyorlar.

Deneyler kuşların gözlerindeki her bir molekülde bu durumun gözlendiğini gösteriyor ve Londra Üniversitesinden John Morton kuşların bunu nasıl algıladığının hala garip olduğunu söylüyor.

“Bunu… pilotların da kullandığı ‘uyarı göstergesi’ olarak düşünebilirsiniz, gördükleri manyetik alanın görüntüsüyle çevrelerinin görüntüsünü birleştiriyorlar” diyor.

Bu fikir hala tartışmalı; tıpkı burnunuzun da birazcık kuantum biyolojisi kullanıyor olması fikrinin tartışmalı olması gibi. Çoğu koku araştırmacısı koku alma duyumuzun yalnızca koku moleküllerinin burnumuzdaki reseptörlere uyumluluğu ile çalıştığını söylüyor. Ama Dr. Turin koku moleküllerinin titreşim ve salınımlarının etkili olduğunu düşünüyor – tünelleme olarak bilinen bir kuantum etkisi.
Bu fikir elektronların burunlarımızdaki reseptörlerin bir yanlarından kaybolup diğer yanlarında belirdiğini ve bu işlem sırasında geride bir parça enerji bıraktığını söylüyor.

PLoS One’da yayınlanan bir makaleye göre insanların titreşimleri farklı ama şekilleri aynı olan iki molekülü ayırt edebiliyorlar; yani molekül şekli koku almada etkili olan tek faktör değil. Araştırmacıları bu projeye çeken şey ise doğada bilmediğimiz ne kadar kuantum hilesi olabileceği.

**********************************************

inancın Biyolojisi kitabının yazarı Bruce H. Lipton, uzun bir uçak yolculuğu sırasında "Evrensel Şifre: Doğanın Dili Olarak Kuantum Fiziği" (Pagels, 1982) isimli kitabı okurken kuantum fiziğinin biyoloji ile ilişkisini kavrar ve günümüz biyologlarının bunu görmezden geldiklerini farkeder.

Ona göre biyologlar, biyolojiyi Newton'un modası geçmiş fiziksel dünyasına göre anlamaya çalışıyorlardı ve Einstein'ın görünmez dünyasıyla ilgilenmiyorlardı. Maddenin aynı anda parça ve dalga olarak tanımlanabilmesi, doğrudan boşluklarla birbirlerinden ayrılan farklı fiziksel nesnelerin olduğu bir evrende yaşamadığımız sonucunu ortaya çıkardı ve bu anlayışın biyolojiye de uyarlanması gerekiyordu.

Tıpçılar da kuantum fiziğinin bulunuşundan sonra bile vücudu Newton prensiplerine göre hareket eden bir fiziksel makine olarak görme eğilimini sürdürdüler. Örneğin, hormonlar, sitokinler, büyüme faktörleri, tümör önleyicileri gibi kimyasal sinyallerin mekanizmalarının araştırılması doğal iyileşme gibi paranormal olayları açıklamaya yetmiyordu, yaşayan organizmalar ölçülmeyi reddediyordu.

Newton fiziğine göre alıcı IMP'lere bağlanan sinyal sadece bir molekül (madde) olabilirdi fakat zamanla bu durumun geçerliliği de kayboldu. Çünkü kuantum fiziğine göre bu alıcılar enerji sinyallerine de cevap vermekteydiler ve elektromanyetik alanların da hücre fizyolojisi üzerinde etkileri olduğu bulunmuştur.

Kuantum fiziğinin gösterdiği gibi madde ve enerji karışmış durumdaysa, zihin (enerji) ve vücut (madde) da benzer şekilde bağlıdır.

Maddesel olmayan zihin, fiziksel vücudumuzu etkiler, yani zihnin enerjisi olan düşünceler vücudun fizyolojisinin fiziksel beyin tarafından kontrolünü etkileyebilir.

Lipton böylece, kitabın adının neden inancın Biyolojisi olduğuna da açıklamış:

Çevresel uyarılara verdiğimiz tepkiler, algılarımız tarafından kontrol ediliyor ve bu yönetici algılara inanç adı veriliyor. inançların da biyolojimizi kontrol edebildiği düşünülünce inancın Biyolojisi kavramı da anlaşılmış oluyor.

Enerji sinyallerine de tepki verebilen IMPler ve hücreler sayesinde biyolojimiz de etkileniyor.

Fakat öğrenilmiş algılarımızın tümü her zaman doğru değildir. En çok bilinen ve sıklıkla verilen bir örnek olarak placebo etkisi gösterilebilir. Bazen insanlar ilaç kullandıklarına inandıklarında iyileşirler ve bu durumun bazı ameliyatlarda bile işe yaradığı gözlenebilir.

Eğer tıp doktorları bu etkiyi tam olarak nasıl kullanabileceklerini öğrenirlerse hastalıkların tedavisinde etkili, yan etkisiz bir yöntem olarak kullanılabilir (reçeteli ilaçların yan etkilerinin Amerikada her yıl 300000 kişinin ölümüne yol açtığı görülmektedir (iatrojenik hastalık)). Özellikle astım, Parkinson, depresyon söz konusu olduğunda zihinin pozitif düşüncelerle sağlığı etkileyebildiği ve belirli bir iyileşme sağlanabildiği gözlenmiştir.

Fakat tersi bir durumda zihin negatif düşüncelerle meşgul oldıuğunda sağlığa zarar da verebilir (nosebo etkisi).

Tüm bu etkilere kitapta "algı etkisi" ya da "inanç etkisi" deniliyor ve özetle genetik planlarımızı değiştiremesek bile zihinlerimizi değiştirebileceğimiz sonucu ortaya çıkıyor.

Bu da hayatımızı aslında genlerimizin değil inançlarımızın kontrol ettiği anlamına geliyor. Bu yüzden klasik biyojiye kuantum fiziğinin kattığı öngörüler, sağlık ve hastalık konusunda yeni araştırmaları gerektiriyor.

Lipton'a göre disiplinler arası araştırmalarla, doğanın yasaları ile uyumlu olan yeni ve sağlıklı bir hekimlik sistemi oluşturulabilmeli ve kuantum fiziğinin bulguları ile biyotıp bilimi birleşip bir kuantum biyolojik devrim yapılmalıdır.

Kısaca, vücudumuzu ve zihnimizi, genler tarafından yönlendirilen hormonlar ve sinirsel iletkenler kontrol etmiyor; aksine, inançlarımız vücudumuzu, zihnimizi ve dolayısıyla yaşamlarımızı kontrol ediyor.

Düşüncelerin belli frekansları yaydığı ve farklı duyguların farklı frekans boylarına sahip olduğu görüşü, kuantum odaklı beyin yaklaşımında artık sıkça bahsedilen bir konu.

Sonuç olarak bilinçli bir zihin kalıtımdan da çevreden de üstün oluyor ve Lipton, hücrelerin sadece yaşam mekanizmalarınının aynı zamanda nasıl daha zengin ve dolu dolu bir yaşam geçirebileceğimizi öğretebileceğine inanıyor.

Çünkü biz kendimizi birey olarak düşünebiliriz fakat 50 trilyon vatandaştan oluşan dayanışma içindeki bir toplumuz.

Ayrıca Lipton, bu inanışı bir adım daha ileri götürerek dünya ve üzerindeki tüm türlerin birbirleriyle etkileşim içinde yaşadığı bir süperorganizma olduğunu söyleyen Gaia hipotezine de inanıyor.

Genetik mühendisliğinin dünyanın dengesini bozmasıyla bu süperorganizmanın da dengesini bozduğunu söyleyen Lipton, insanların modern bilimle doğayı anlamaya çalışmak yerine onu kontrol edip yönetebilmeyi amaç edindiğini düşünüyor. Doğru söze ne hacet?

Özetlemek gerekirse, Lipton, çevrenin ve bizim çevreyi algılayışımızın, hücre zarındaki IMPler aracılığıyla (sadece fiziksel moleküllerle değil, ayrıca düşünceler olan enerji sinyalleriyle) hücrelerimizin tepkilerini kontrol edebileceğini söylüyor.

Bu anlayışa göre genlerimiz her zaman kaderimizi belirlemiyor, kaderimizi asıl belirleyen bizim algılarımız yani inançlarımız. Daha önce de bahsedildiği üzere bu algılar her zaman doğru olmayabilir ve yanlış algılamalarla sağlığımızı tehdit edecek etkiler oluşturabiliriz.

Sürekli stres ve korku içinde yaşayarak gelişemeyiz ve gelişemeyen bir organizma da zararlara açık hale gelir. Tabi ki bilinçli bir zihin ile bunu değiştirmek elimizde.

Kısaca hücrelerden çıkaracağımız daha çok ders var gibi görünüyor.

**********************************************

Görünmez kuantum dalgalar herbirimizden yayılmakta ve tüm diğer organizmaların içine sızmaktadır. Aynı zamanda her birimiz, kendi oluşumumuzun içerisine karışmış her diğer organizmanın dalgasına da sahiptir…

Bu olağanüstü yeni keşif, aslında dalga etkileşimlerinden (bedenlerin buluştuğu yerde) oluşan yerel olmayan (non-local) kuantum alan içerisindeki her bir yaşayan varlığı pozisyonlandırmaktadır.

Bu nedenle her bir kişi birbiriyle yalnızca empatik bir ilişkide değil; birbine karışıktır.

Nörobilim, kuantum biyoloji ve kuantum fizik şimdi bedenlerimizin yalnızca biyokimyasal sistemler değil; sofistike yankı yapan sistemler olduğunu gözler önüne sermek için yakınlaşmaya başlıyorlar.

Bu yeni keşifler zamansız bağlantılı bilincin bir formunun fiziksel-bilimsel temele sahip olduğunu gösteriyor.

O daha da fazlası, belirli ruhani veya ortak TEK’liğin transandantal hallerinin yeni bilimsel paradigma içinde mantıklı bir temele sahip olduğunu ispatlıyor.

sözlük yazarlarının itirafları

sizi çoğunlukla es geçtim ağaçlar... hayat ağacı şeklinde durmalarınıza rağmen.Nehrin şarkısına çok kulak kesmedim,rüzgarın hafif soğukla yüzüne işleyen fısıltısını bedenime zararlı birşey olarak algıladım çoğunlukla.Kuşların cıvıldaşmalarını,horozların ''ışık geliyor ulaaaaaaaaaaaaan.yaşasııııııııııııın'' diyişlerini uykumu bölen bir parazit olarak algıladım çoğu zaman.Doğanın nacizaneliğiyle bütünleşmektense onu bir resme bakar gibi,mümkünse bir kaç insanla,modernizm kisvesinin altından ruhumuzdaki kanserli hücrelere ve kanayan yaralara bir nebze olsun ilaç istemek gibiydi zihnimizin işletim sistemi.Sen bir anaydın,berekettin ve şımarık çocuklarını hep sevmeyi bildin.Burnumuzun içinden işleyen oksijen molekülleriyle sevişmenin ne olduğunu göremedik,nefes alıp verdik,alıp verdik,alıp verdik.... Ve evet,hep bir kadınla bütünleşme,tek parça olma ihtiyacım.. şimdide sana gelelim.Seninle yürüdüğümüz bu yolda,ikimizinde zihnin yapısına ne kadar uyumlu davranırsak davranalım güçsüz ve saf bir niyetimsi görünen imajımız varya... Hani hep karşımızdaki insanı düşünme eğilimimiz,aman iyi olsun,kendi hayatında iyi yol alsın dediğimiz durumlar var ya... onlar iyi niyet değil dostum.kendi kafamızdaki olmasını istediğimiz iyi imajının bir ekolü.iyi davranılmaz bu hayatta,sabırlı davranılmaz.Güçlü davranılmaz.iyi olunur,sabır olunur,güç olunur.Ve sevginin sadece bir insana verilen bişey olduğunu sanıyorsan da yanılıyorsun nacizane dostum.Sevgi bir insanın herşeye vericeği bir durumdur.Berekettir,ırmaktır,topraktır,can verendir,anadır... Toplumsal normlar içinde sevginin ve aşkın,sevişmenin çerçeveleri çizildi ve dünyanın her yerini ele geçirmiş durumda.adı da yaşama kültürü.Bırak bunları kenara,seni ve beni aldatan,umursamayan,seninle çocuk yapmak istiyorum laflarını sadece lafta kaldıran bir insanı yine sev.Sev amına koyıyım lan.sev.gerçekten sev.iyi olmasını temenni et.mutlu olmasını temenni et.et lan yarrak kafalı.ne bu benim içimde atom bombası dolaştırıyorsun? Ne bu taşlaşmış bakışlarla,eriyen,benliği bile olmayan bakışlar arasında gidip gelmelerin.bunlar senin ve benim sınavım.tarafını seç : iyi mi oluyorsun kötü mü?

islam güncellenmeli

bu dinin,(islamın) veya dinlerin kendisinin değil,yansıma şeklinin bir sorunu.Din sosyolojisi ile alakalı.arada fark var.neyi değiştirilmesinin gerekli olduğu konusunda çok emin konuşmayalım bence.

tonal

Don Juan, tonali "Tonal, bizi biz yapan her şeydir. Adlandırabildiğimiz her şey tonaldir. Bildiğimiz her şeydir tonal ve bu, kişiler olarak yalnızca bizleri değil, dünyamızdaki her şeyi de içerir. Göze görünen her şey tonaldir de denilebilir" diye açıklıyor.

Kişi tonalı doğumla birlikte büyütmeye başlar. Havanın içe çekildiği ilk o anda, tonal içinde erkle nefes alınmaya başlanmış olunur. Yani, bir insanın tonalı, doğumuna yakından bağlıdır. Doğum anında ve sonraki kısa sürede tümüyle nagualizdir. Nagual insanın betimleyemediği bölümüdür. isim, söz, duygu, bilgi yoktur orda.

Nagual konuşulmaz olandır. Tüm olası duygular, varlıklar, özler onun içinde barışcıl, değişimsiz, sonsuza dek salınıp dururlar. Sonra yaşam tutkalı bir kaçını birbirine yapıştırır ve ortaya bir varlık çıkar; tonalin bölgesine doluşan tüm öbür varlıklarla birlikte o yerin şaşaası ve görkemi karşısında körleşip gerçek doğasını unutan bir varlık.

Tonal, sosyal kişidir. O bir koruyucudur ama çoğu zaman bir gardiyana dönüşür. O zaman tonalın, paha biçilmez bir şeyi, varlığımızı koruduğu açıktır.

Bu nedenle Tonalın doğal özelliği kurnaz olması ve kendi yaptıklarını kıskanmasıdır. Burada mesele bir koruyucu ile gardiyan arasındaki farktır. Koruyucu, açık fikirli ve anlayışlıdır. Gardiyan ise zorba, dar görüşlü ve çoğunlukla despottur.

Tonal birleşik örgütlenmelerin yaşadığı yerdir. Yaşam gücü, tüm gerekli duyguları biraraya getirir getirmez bir varlık tonalde beliriverir. Yaşam gücü bedeni bırakır bırakmaz tüm o tekil farkındalıklar çözüşüp gelmiş oldukları yere, naguale dönerler.

Savaşçının bilinmeyene yaptığı yolculuklar tıpkı ölmek gibidir; ancak onun salkımındaki tekil duygular ayrışmayıp, kendi birlikteliklerini yitirmeksizin bir parça genişler yalnızca. Oysa ölümünde bunlar çok diplere batarlar ve daha önce hiç birim olmamışçasına bağımsızca devinirler.
( carlos castaneda nın bir kitabından alıntı )

keder

KEDERLE NASIL BAŞA ÇIKMALI - Sandra Ingerman

Geçenlerde haberleri seyrederken ilginç bir hikayeye rastladım. Tıpta kederi bir hastalık tanısı olarak etiketleme hareketi var. Kederli insanlara, bir antidepresan olan Prozac reçete edilecekmiş.

Yaşamdaki her değişim, bir bitişe yönelen ve tanıdık birşeyin ölümüyle keder hali yaratabilecek, bir ölüm biçimidir. işimizi değiştirebilir, boşanabilir, yaşlandıkça nasıl hissettiğimiz ile ilgili değişim yaşayabilir, yaşamımızı tehdit eden bir hastalık geçirebilir veya sevdiğimiz birinin ölümünü deneyimleyebiliriz.

Ölüm bir son değil aksine yeni bir başlangıçtır. Ve keder deneyimi büyümemiz ve evrimimiz açısından önemlidir. Keder, içinden genişleyebileceğimiz derin bir içsel kuyu geliştirmemize yardımcı olur.

Sıkça insanların nasıl bir “genişleme” çağında olduğumuz hakkında konuştuklarını duyuyorum ve birinin başından dışarı doğru genişleyen zihinsel bir enerji prosesi gözümde canlanıyor. Fakat gerçek genişleme içimizin derinliklerinden gelir. Kendimize kederli olma, yas tutma iznini verdiğimizde, içimizde derinlik geliştiririz.

Kendi yaşamımda farkettim ki kalbim kırılırken aslında genişliyor. Yaratılmış olan bu genişleme, sevgiyi iletmek için daha büyük bir araç haline gelmeme yardımcı oluyor. Ve sevgi en büyük şifalandırıcı güçtür. Daha büyük bir sevgi haline açılmamızda bize yardımcı olan, keder gibi başka birşey daha yoktur.

Kalbimiz genişlediğinde acı çeken diğerleri için daha fazla şefkat hissedebiliriz. Ve bu şefkatle diğerlerinin şifalanması için gerekli alanı yaratırız.

Kederi durdurmaya çalıştığımızda büyümeyi de durdururuz. Ve doğaya baktığımızda, büyümeye devam etmeyen yaşamın öldüğünü görürüz. Keder hali, her ne kadar kötü hissetseniz de, yaşamla doludur. Keder içimizde daha fazla yaşamın akışını sağlayan bir alan yaratmamıza yardımcı olur.

Keder, yeni ilişkilerin, yeni fırsatların yaratılabileceği verimli bir hal yaratır.

Üzerinde durulması gereken konu kederli olduğumuzda kendimizi nasıl destekleyeceğimizdir. Kederi tümüyle bastırmanın yararlı olmadığını düşünüyorum.
ilk olarak, sahip olduğumuz duyguları kabul etmeliyiz. Herhangi bir çeşit üzüntü ve duygusal acıyı kabul ettiğimizde, bu bizi değişime doğru götüren enerjetik bir hareket yaratır. Bir duyguyu bastırdığımızda içimizde büyümeye devam eder. Duygularımızı bastırmanın bir yolunu bulsak bile, duygunun enerjisi içimizde gerilim yaratacaktır. Yaşadığımız tüm duyguları ifade etmemiz önemlidir.

işlerimize ve günlük rutinlerimize dönmemiz gerekebilir ama yas tutmak için kendimize zaman yaratmamız önemlidir. Yas sürecinde olanlara yardımcı olan bir gruba katılmayı düşünebilirsiniz. Gün içinde kendinizle başbaşa kalabileceğiniz zaman yaratın.

iş arkadaşlarınızı ve arkadaşlarınızı kaybınızdan haberdar edin, duygularınızı anlatın ve kendinizi ağlarken bulabileceğinizi söyleyin. Şifalanmanın en iyi yolu, artık kalmayıncaya kadar enerjiyi ifade etmektir. Toplum içinde iyiymiş izlenimi vermek için duygularınızı bastırmak yalnızca şifalanmayı erteler.

Birçok insan için, yalnızca onları dinleyecek sevgi dolu bir topluluğun olması önemlidir. Kültürümüzde çoğumuz, sevdiklerimizi ihtiyaçları olduğunda düzeltmek istiyoruz. Kederde düzeltilecek hiçbir şey yoktur ve gerçekte diğer bir insanın kederini yoketmenin bir yolu da yoktur. Yalnızca orada olmak, dinlemek ve sevgi dolu şekilde desteklemek çok büyük yardım sağlar.

Yas tutan birine acımamak önemlidir. Enerjetik olarak acıma, taşınması ağır bir enerji yüküdür. Kederli olduğunuz esnada binlerce insann size acıdığını hayal edin. Size böyle bir enerjinin gönderildiğini deneyimlemek ister misiniz?

Kendinizi şımartmanın yollarını bulun. Banyo yaparak rahatlamak isteyebilirsiniz. Su son derece şifalandırıcı bir elementtir. Acınızı suya bırakabilir ve sudan acınızı sevgi enerjisine dönüştürmesini isteyebilirsiniz.

Toprağın üzerine uzanabilir veya bunu yaptığınızı hayal edebilirsiniz. Acınızın toprağa süzülmesine izin verin. Acınızı aldığı ve yeni ürünlerin büyümesi için verimli organik maddeye dönüştürdüğü için Toprak Ana’ya teşekkür edin. Yeryüzünün sonbaharda ölüp yere düşen yaprakları alarak zengin ve verimli toprak yaratmak için gübre olarak nasıl kullandığını düşünün.

Bırakmayı dilediğiniz duygularınızı bir kağıda yazarak ateşte yakabilirsiniz. Yerli kültürlerinde ateş değişim ve dönüşüm elementi olarak görülür.

Dışarı çıkabilir ve rüzgarın acılı duygularınızı alıp götürmesine izin verirken esintilerin getirdiği sevgi dolu mesajlara kendinizi açabilirsiniz.

Çalıştığınız elementlere daima şükranlarınızı sunun. Bu, bize yaşam veren elementleri onurlandırmanın bir yoludur. Aynı zamanda, bıraktığınız enerjinin daima sevgi ve ışığa dönüşmesini isteyin. Böylece dünyaya göndermiş olduğunuz şey tüm yaşam için şifa yaratır.

En önemlisi, kendinize yas tutmak için zaman verin. Kendinizi daha iyi hissetmeniz “gereken” bir zaman çerçevesi yok. Duygularınızı gerçekten kucaklamanıza izin verdiğinizde, zaman sizi kendiliğinden yenilenme noktasına getirecek. Yaşamda herşey değişir. Ve kederiniz de buna dahildir.

görmek

Şamanlar “görmek”ten bahsederken, gerçekte, bilinçli zihnin dünyaya yansıttığı yansımalar ve çarpık düşünceleri ve bunların tüm biçimlerini temizlemeyi anlatırlar.

Ruh’un gerçek doğasını tüm gerçeklikte kendini gösterdiği şekilde açıkça görebilmek için, cehaletin perdelerini, dünyanın sahte görünümünü yırtıp geçmektir.

Diğer geleneklerde bağışlayıcılık ve şefkat olarak bilinir.

Görmek, suçlama, suçluluk ve utancı salıvermek için en güçlü yöntemdir.

Görmek, içimizdeki savaşı sonlandırdığı gibi dışarıdakilerle olan çatışmaları de çözerek genişleme ve işbirliğinin yolunu açar.

Sahte kişilik, bağışlamanın ve şefkat duymanın zayıflık olduğuna ve bunun başkalarınca kullanılmak için yeni bir tuzak olduğuna sizi ikna etmeye çalışır. Ayrıca, ne sizin ne de başkalarının hiçbir değeri olmadığına ve bu yüzden kötü muamele ve öz-nefreti hak ettiğinize de sizi inandırmaya uğraşır.

Görmek bu korkunç algıları olanaksız hale getirir. Gerçeği görmek, sizi suçluluğun korkunç stresinden kurtarır ve bu da enerjimizi kalbimizi ve ruh dünyasına diğer kapıları açabileceğimiz biçimde değiştirmemize izin verir.

Şamanlar, insanların görmeyi öğrenmeye başladıkları zaman neredeyse sınırsız güce ulaşabileceklerini çünkü engin yaşam ağıyla çok yakın bağlantıda olduklarını fark ettiklerini söylerler.

Şaman için, gerçekliğin ve benliğin gerçek doğasını görmek büyük bir güçtür; bu, kendini gerçekleştirmek ve sonunda da aydınlanmak için gerekli bir beceridir.

Sandra Ingerman & Hank Wesselman

max planck

Albert Einstein ayarındaki bir-iki teorik fizikçiden biridir. Hatta adı Einstein'dan sonra en çok bilinen fizikçidir (Einstein'dan yirmi yaş büyüktür). Kuantum fiziğinin kurucusudur. 1918 yılının fizik Nobel ödülünün sahibidir. 1885'de profesör oldu. Max Planck'ın yukarıdaki konuşmayı yaptığı yıl, oğlu Erwin Nazilere karşı direniş örgütüne katılmak suçuyla tutuklanıp yargılandı, ölüme mahkum edildi ve 1945'de Gestapo tarafından kurşuna dizildi. Savaştan sonra Max Planck, 1946'da Isaac Newton'un üçyüzüncü yaşgünü törenine Royal Society'nin davet ettiği tek Alman bilim adamıydı. Hayatının son günlerini, çok sayıda üniversitede sürekli seminerler vererek ve dolaşarak geçirdi.

Max Planck ; "Bir fizikçi olarak; yani bütün hayatı boyunca rasyonal bilimlere, yani maddenin araştırılmasına hizmet etmiş biri olarak, uçuk sayılacaklardan biri değilim kuşkusuz. Ve atomu keşfimden sonra size şunu söylüyorum: Aslında madde diye birşey yok!

Madde denen şeylerin hepsi, atomu oluşturan partikülleri titreştirerek küçücük güneş sistemleri şeklinde birarada tutan bir güç tarafından oluşturuluyorlar ve hepsi o güçten ibaret. Uzayda ne akıllı ne de sonsuz bir güç olmadığına göre, bu gücün ardında bilinçli ve akıllı bir ruhun olduğunu varsaymak zorundayız.
işte o ruh, maddenin öznedeni! Görünen madde, geçici/süreli olan madde gerçek değil. Görünmeyen, ölümsüz olan ruh gerçek. Ama ruh da kendi başına varolamadığı için, her ruh bir varlığa ait olduğu için, mecburen ruhsal varlıkları kabul etmek zorundayız. Ruhsal - varlıklar kendi başlarına olamadıklarından ve yaratılmış olmak zorunda olduklarından, bu gizemli yaratıcıyı yeryüzündeki her kültürlü halkın binlerce yıldır adlandırdığı gibi adlandırmaktan çekinmiyorum: Tanrı. Gördüğünüz gibi sevgili dostlarım, bütün yaratılışın öznedeni ruha artık inanılmadığı için Tanrı'dan uzakta kalmanın acısıyla yaşarken, görünmeyen en küçük parçacık (atom), gerçeği maddesel materyalizmin mezarlığından çıkarıyor ve kaybedilip unutulan ruhun dünyasına giden kapıları açıyor."

(1944 yılında yaptığı bir konuşmadan.)

ego

Pek çok insan benlik ve egoyu aynı şey gibi ele alıyor. Bu iki yapı ve sistem birbiri ile taban tabana zıt ve çelişen, çatışan yapıdadır. Ego toplumun kişiye yansıttığı, öğrettiği toplumu korumaya ve var etmeye yönelik bir programdır. Benlik ise kişinin kendisini, kendi varlığını oluşturma ve algılama programıdır.
BUNA BASiT BiR ÖRNEK VEREYiM: Ego kibirlenir, benlik ise kıvanç duyar. Kibiri ve/veya kibirlenmeyi toplumdan öğrenirken, kıvanç duymayı kişisel bir başarının tatmini ile hissedersiniz. Neyin ego ve neyin benlik olduğunu insanları kalıplara ve şablonlara sokarak tanımlamaya çalışanların tıkandıkları en temel nokta budur. Ego ve benlik iki ayrı programdır. Ego ilkel beyinin toksit duygularını temsil eder. Benlik ise noe-korteks ve onun duyguları ile temsil olur. Bu iki yapıyı tanımadan kim kendi tekamülünü- gelişimini insan olmaya rotalandırabilir ki? Çoğu yazar veya uzman kavramları henüz ayırmadan ve onların neyi nasıl temsil ettiğini bilmeden reçeteler sunduğunda ortaya anlaşılmaz ve garip sonuçlar çıkar. Ve özellikle de "kaş yapmak ister iken göz çıkartılır". Benliğin olumsuz gelişimi veya oluşumu toksit benlik yapılanması ego ile işbirliği içinde ise bu karmaşayı yaşayan kişilerin zaten tekamül-gelişim, insan olmaya çalışmak gibi sorunları yoktur. Burada bilgiyi oluşturma çabası içindeki kişilerin kavramları ve aktarım dilini çok iyi netleştirmeleri gerekir. insanlar "uzman görüşü" nedeniyle saçma, sapan yollara kanalize edilebiliyor. Ego toplumun bireyde oluşturduğu veya kendisini bireyde temsil eden bir programdır. Bireyin ilkel beyninin yönetilmesine yönelik toplumun kendi devamlılığını ve var olmasını sağlayacak bir programdır. Bireyin var olması için gerekli olan korku, öfke, nefret ve üzüntü gibi temel ilkel beyin duygularının toksit hale dönüştürülmesi sonucu bu program oluşur. Benlik ise bireyin kendisini toplum karşısında var eden neo-korteks duyguları ile temsil olur. Benlik olumlu veya olumsuz gelişebilir. Yani egonun yönetiminde veya egoyla çatışan bir süreçte olabilir. Burada kavramları kendi pozisyonlarına oturtmadığınız taktirde içsel gelişimde yaratılabilecek çatışmanın kaynağını net olarak görememe tehlikesi doğabilir. Kavramları yapılandırırken onların fonksiyon ve işlevlerini net olarak belirlemeniz gereklidir. Ego yönetilmesi gereken bir yapı, toplumu yok etmeden yok edilemez bir programdır. Ego bizatihi toplumun bireyde yarattığı bir muhafız, gardiyandır. Mahkumu ise bireyin kendisidir. Benlik kişinin kendisini değerlilik, yeterlilik, önemlilik, güçlü olmak, var olmak gibi kişilik yapılanmasıdır. Benliğe yönelik olarak yürütülecek çalışmaların geliştirici olmak yerine pasifleştirici bir yapıda olması kişiye fayda değil zarar verir. Egonun da Benliğin de oluşum ve sistemleşmeleri insanın tekamülünde ve bu süreçte üzerinde önemle durulması gereken kavramlardır. Ve her ikisi de geliştirilebilir ve dönüştürülebilir programlardır.
Faruk Acarsoy

morfik rezonans

Bu konudaki en bilinen örnekler, kedi ve köpeklerle sahipleri ile aralarında olan bir tür telepatik ilişki. Prof. Rupert Sheldrake'ye göre ise bu bağ, iki canlı arasındaki son derece gizemli bir ilişkiden kaynaklanıyor.

Rupert Sheldrake, farklı organizma türlerinin her birinin kendi eşsiz, karakteristik biçimine nasıl geliştiği konusuna özel ilgisi olan bir biokimyacıdır. Bu "morfogenetiğin" ya da organizmalarda karakteristik, belirgin biçimlerin meydana gelişinin araştırılmasıdır.

Sheldrake'in ana düşüncesi, canlı bir organizmanın gelişmesinin, bir tür holistik alan ya da güç (enerji) tarafından kontrol edildiğidir. Böyle bir düşünce yeni değildir. Oluşum ilkesi fikri, bu dünyanın "daha az yetkin formlarına modellik hizmeti gören, kendi yüksek realitelerinde var olan, Platon'un "ideal biçimlerine" dek izlenebilir.

Sheldrake'nin biçimlendirici alan önerisi, "morfik alan" aynı zamanda değişime açık bir modele göre form oluşumu sağlıyor.

Morfik alan doğanın bir tür alışkanlığıdır. Atom, molekül ya da kar tanesi gibi organik olmayan olsun veya çiçek, kuş, insan gibi canlılar olsun; belirli bir form meydana geldiğinde, bunun tekrar oluşması olasıdır. Sheldrake, morfik alanların düşünce veya davranışla ilişkili beyin faaliyeti modellerini de etkilediğine inanıyor.

Aksamını değiştirmeden, radyo üzerinde etkide bulunarak, yayına belirgin biçimini veren ses dalgası gibi, morfik alan da embriyolojik gelişmede DNA molekülü üzerinde etkide bulunur. Radyo dalgasının önemli bir yönü, radyodan sesi oluşturmak gerekli enerji çok azını sağlamasıdır. Daha doğrusu, radyo dalgaları sonunda radyodan çıkan, kendisi için çok fazla miktarda enerji içeribilen, yayını yönlendiren ve düzenleyen çok az bir enerji sağlar. Benzer bir biçimde Morfik alanlar da, doğa üzerinde canlı etkiler meydana getirmek için az bir enerji gerektirirler. Bu önce tuhaf bir fikir görünebilir, fakat doğada birçok süreç en küçük enerji miktarından kolayca etkilenen mikro düzeylerde başlar. Büyüyen güller ve zambaklar arasındaki farkı düşünün. Baştaki embriyonik moleküler olaylar esnasında mümkün olan en küçük güçler, daha sonraki gelişmelerde birbirlerini çekebilirler. Bu aşamada konu enerji sorunu değil, bilgi sorunudur. Gülün genetik kodu, zambağınkinden daha farklı bilgi içerir ve Sheldrake'in dediği gibi farklı bir bir morfik alanı temsil eder. Benzer bir örneği, çok küçük enerji düzeylerinde başlayan ve sinir sisteminin geniş alanlarını içeren beyindeki elektrik faaliyeti için de verebiliriz. Gerçekten, sinir sistemi morfik alanların çok ince tesirlerini aramak için doğal yerdir.

Sinir sistemi üzerinde etkisini ortaya koyan morfik alana "motor alan" denir. Motor alan, bir şahinin gölgesini gördüğünde, saklanmak için koşan küçük hayvanların eğilimleri gibi, genetik olarak programlanmış davranışları meydana getirmede önemli olabilir. Motor Alanlar, öğrenmeyi ve hafızayı açıklama içinde yeni bir model sağlayabilirler, yani hatıralar, geçmiş tecrübelerle kurulan motor alanlara eşittir. Bir kişinin bireysel hatıralarının onun eşsiz sinir sistemi ile uyumlu olması gerekmesine rağmen, bu bir kişinin deneyiminin diğerlerini etkileyebileceği anlamına gelir. Gerçektende bir şey bi kere öğrenildiğinde, daha sonra bir başka kişi tarafından daha kolay öğreniliyor. Bir düşünce veya davranış modeli, daha önceden meydana getrilmişse, daha kolay ortaya konuluyor. ilginçtir, bu teori bütün insanlığın paylaştığı, evrensel imajlar ya da temalar olan, Jung'un psikolojik arşetip kavramının ilk bilimsel, makul açıklamasını veriyor. Jung arşetiplerin, tarihsel zamanının çok uzun dönemleri boyunca inşa edildiğine inanıyordu, bu morfik alanların oluştuğu söylenilen süreçle çok uyuşmaktadır. Sheldrake, geçenlerde, "morfik titreşim teorisinin", Jung'un kollektif şuurdışı kavramının, yani arşetiplerin kökten doğrulanmasına yol açacağını söyledi.

Morfik alanlarla eşzamanlılık arasında olan bağlantıyı, iki veya daha fazla bilim adamlarının ya da matematikçinin, birbirinden bağımsız, neredeyse aynı zamanda çok benzer keşiflerde bulunması olayında görebiliriz. Bunun en mükemelle örneği, ingiltere'de Isaac Newton ve Almanya'da filozof bilim adamı ve matematikçi C.W. Leibnitz tarafından aynı zamanda geliştirilen hesaplama metodudur. Newton, Leibnitz' in çalışması hakkında hiç bir şey bir şey bilmiyordu ve gerçekte daha kullanışsız matematik bir yöntemle yetinmişti.

Morfik alanların varlığıyla açıklayabileceğimiz anlamlı rastlantıların diğer örnekleri, daha çok yaygın fakat daha az etkileyicidir. iki veya daha çok kişinin, birbirlerinin farkında olmadan, aynı zamanda benzer şeyleri düşündükleri ya da yaptıkları daha sık görülen durumları içerirler. Örneğin, tam siz onu aramayı düşündüğünüzde, bir arkadaşınız sizi arar. Aramadan önce her ikiniz de bu görüşmeyi tasarlıyordunuz ya da tam bir şeyi düşünmeye başlarsınız, yakınınızdaki bir kişi sizi bu dertten kurtaracakmış gibi, aynı konu hakkında konuşmaya başlar.

Sheldrake'in The Presence of the Past (Geçmişin Varlığı) kitabında küçük bir ingiliz kuşu olan Baştankara'nın öğrendiği bazı basit davranışların yayılması anlatılır. Bu kuşların bir kaçı, insanların evlerine teslim edilen süt şişelerini gagaları ile delerek açıyor ve kapaklarını geriye doğru çekerek sütü içiyordu. Beş santimetre kadar sütü içebililiyor ve bazan da sütte boğulmuş olarak bulunuyorlardı. Dağıtım kamyonlarını izleyen ve şöför sütleri teslim ederken şişelere kırarak giren baştankara kuşlarının raporları da olmuştu. Bu olay ilk 1921'de, ingiltere'de Southhamton'da rapor edildi ve yayılması, düzenli aralıklarla 1947 yılı boyunca, Hollanda, Danimarka, ve isveç'te olduğu kadar ingiltere, iskoç ve irlanda'nın bir çok yerinde kayıt edildi. Olayın, sadece taklit etmeyle olduğu biçiminde geleneksel bir açıklaması mümkün olmakla beraber, bazı gerçekler, bu davranışın yayılmasında morfik alanların aktif rolünün lehine kanıtlar sunuyor. Birincisi, baştankaralar beslenme yerlerinden fazla uzaklaşmayan kuşlardır, oysa süt şişelerini açma alışkanlığı, Avrupa'ya yayılması dahil, daha önce söylenen yerlerden millerce uzak birkaç yerde birden ortaya çıktı. Sheldrake, alışkanlığın birbirinden bağımsız yalnız ingiliz adalarında seksendokuz kere yeniden keşfedildiğini tahmin ediyor. Dahası artan sayıda kuşlar bu alışkanlığı edinince, artan hızla yayıldı. Bu, davranışlarında güçlü motor alanın oluştuğunu akla getiriyor. Yayılmanın öğretici bir örneği süt şişelerinin ikinci Dünya Savaşı sırasında hemen hemen kaybolduğu, fakat 1947 ve 1942'de yeniden yeniden ortaya çıktığı Danimarka'da görüldü. Baştankara kuşlarının çok azı, alışkanlığı savaş öncesi yıllardan ileriye taşıyacak kadar uzun yaşayabildi, buna rağmen, süt şişeleri yeniden mevcut olunca, alışkanlık hızla yeniden ortaya çıktı.

Yine bununla ilgili bir çalışmada, Yale Üniversitesi psikoloğu Gary Schwartz öğrencilere Eski Ahit'ten alınmış çok sayıda ibranice sözcükler verdi. Sözcüklerin bazılarını normalde basıldığı gibi verdi, değerlerinin bazı harflerini rastgele karıştırdı. ibranice bilmeyen öğrenciler, her biri tahmine olan güvenlerini belirterek sözcüklerin anlamını tahmin ettiler. Sheldrake'in teorisinin tahmin edeceği gibi, Schwartz, öğrencilerin, karıştırılmış olan sözcüklerin daha fazla güvenle asıl sözcükleri değerlendirdiklerini buldu. (Anlamlarını doğru tahmin etmemelerine rağmen.) Dahası, Eski Ahit'te nadiren rastlanan sözcüklerle kıyaslandığında sık sık rastlanan sözcüklere duyulan güven oranlarının yaklaşık iki kez yüksek olduğunu keşfetti. Buradaki fikir, tarih boyunca, güçlü morfik alanlar oluşturan sayısız insanın gerçek sözcükleri öğrenmiş olmasıdır; elbette en sık rastlanan sözcükler en fazla görülmüş ve okunmuşlardır. Gerçek sözcüklerin daha kolay kavranıldığı ihtimali, karışık sözcüklerin, gerçek sözcükler kadar yapısal olarak sağlam olduğunu bulan dil bilimci psikologların değerlendirmeleriyle ortadan kalktı. Farsça sözcükler, hatta Mors alfabesi kullanılarak benzer deneyler yapılmıştır. (kaynak1)

Sheldrake'in teorisini Bohm'un örtülü düzen düşüncesi ile uyumlu kılan çok şey var. Hem Bohm hem de Sheldrake yaklaşımlarında holistik ve her iki teoride "yersizliği" (nonlocality) varsayıyor. Sheldrake'in morfik alanlarını, Bohm'un örtülü düzeninin bir özelliği olarak görmek mümkün müdür?

Sheldrake ile konuşan Bohm, morfik alanlar düşüncesinin kuantum potansiyeli kavramında öne sürdüğü özlliklerin birçoğuna sahipolduğunu fark etti. Bu fikrin kökleri, 1927'de, elektron gibi tek partülüklerin, "kılavuz dalgalar" tarafından yönlendirildiğini öne süren, kuantum fiziğinin Fransız öncüsü De Broglie'nin ortaya attığı daha eski bir düşüncede yatıyor. Öneri o zamanlar iyi bir kabul görmedi. Bununla beraber, 1950'lerde Bohm, kuantum potansiyeli biçiminde benzer bir fikir tasarladı ve geliştirmek için De Broglie ‘yle birlikte çalıştı. Daha yenilerde, Bohm yine bu kavramla ilgilenmeye başladı. Kuantum potansiyelinin morfik alanların özelliklerinin bir çoğuna sahip olduğunu belirtiyor. Etkisi yerel değil, bir radyo sinyalinin enerjiden çok, bilgi sağlayarak bir uçağı ya da gemiyi "yönlendirmesi" ne benzer bir şekilde partiküle yol gösterir. Dahası içinde oluşturduğu bütünsel durumun bir ürünü olması anlamında holistiktir. Elbette, morfik alan tek partikülün hareketinden daha fazla yönlendirici olmak zorundadır. Bir organik yapının tüm karmaşık gelişimini, davranış modelini ya da hafıza yönlendirmek zorundadır. Fakat fikir aynıdır.

Kuantum dünyasının mikro yapısıyla, morfik alanların ve eşzamanlılığın makro dünyası arasındaki büyük boşluğu kapama sorunu, sistemler teorisyeni Ervin Laszlo'nun parlak teorik çalışmalı ile çözümlenebilir. O'nun psi alanı hipotezi, Bohm'un kuantum potansiyeline eşit, matematiksel dalga işlevinin, gittikçe artan bir şekilde, gerçek dünyanın karmaşık olayları üzerine direkt etkisi olan yüksek düzenli "yerleşik" yapıları oluşturduğu varsayılıyor.Bu yapılar ya da modeller, Sheldrake'in morfik alanlarına benzeyen yerel olmayan psi alanlarında muhafaza ediliyor. Bu iki teori aynı değil, çünkü psi alanı hipotezi açıkça, kuantum düzeyindeki gerçekliğe değiniyor. Dahası, bunun ana amacı, geniş kapsamlı olguları, özelliklede bizi burada ilgilendirmeyen organik evrimin bazı yönlerinide açıklamaktır. Bununla beraber Laszlo, mikro dünya olaylarını, gündelik hayatın makro olaylarına dönüştürme sorununda, derin ilerlemeler kaydetmiş görünüyor. Fikirleri, eşzamanlılığın gözlemlenen olaylarıyla uyumlu, bir fiziksel dünya perspektifi için tam gerekli olan fikirlerdir.

Rupert Sheldrake gelişim biyolojisinin morfogenetik alan kavramını ciddi bir şekilde ele alıp, bu fenomenleri tamamen yeni bir türden fiziksel etkiler şeklinde yorumlamıştır. Önerdiğine göre, alan, embriyonun son şekli konusundaki bilgiyi belirli bir şekilde depolar ve büyüdükçe, gelişmesine yol göstermeye devam eder. Sheldrake, "morfik rezonans" şeklinde yeni bir unsur ortaya atmaktadır. Buna göre, yeni bir form türü ortaya çıktığında, bu tür kendi morfogenetik alanını kurmaktadır. Daha sonra bu teknolojik bilgi yayılır ve doğa, adı geçen organizmaların gelişmesine kılavuzluk edebilir.

Bu morfogenetik alanlar, yalnızca yaşayan organizmalara özgü değillerdir. Sheldrake'in dediğine göre, kristaller de bu alanlarada sahiptirler ve bu alanlar ayrıca hatırlama yeteneği ile yakından ilişkilidirler. Örneğin, bir hayvan yeni bir şey öğrendiğinde, aynı türün diğer hayvanları onu taklit ederler. Sheldrake'in alanları, uzay ve zaman içinde normal sebep-sonuç bağı içinde hareket etmezler. Gelecekte ise onların doğası, genelde fizikçiler için afaroz edilecek bir şeydir ve dolayısı ile Sheldrake'in çalışması, ana bilim buluşlarının bir parçası olarak kabul edilmez.

bilinç

Bergson'un bellek ve duyu algılayışıyla ilgili ileri sürdüğü kuram tipini, şimdiye kadar yaptığımızdan çok daha ciddi bir biçimde ele alırsak iyi olur. Önerme şudur; Beyin, sinir sistemi ve duyu organlarının işlevi aslında eleyicidir, üretici değil. Her insan, her an kendi başına gelenleri anımsamak ve evrenin heryerinde olan her şeyi algılamak yeteneğine sahiptir. Beyin ve sinir sisteminin işlevi büyük oranda yararsız ve ilgisiz bu bilgi kümesinin her yeri kaplamasından ve kafamızı karıştırmasından bizi korumaktı, bunu doğal olarak her an anımsayacağımız veya algılayacağımız şeylerin çoğunu ve uygulamada yararlı görünenlere özel bir seçimden sonra çok az da olsa yer açarak yapar." Bu kurama göre.; hepimiz potansiyel olarak mümkün olan büyük bilince sahibiz, ancak biyolojik üreyişin selameti için büyük bilinç, beyin ve sinir sisteminin filitrelemesiyle indirgenmiş bilince dönüştürülmektedir. Bu indirgenmiş bilincin içeriğini kavramak için insanoğlu dil gibi sembol sistemleri ve dolaylı felsefeler yaratarak geliştirmiştir. Her birey içine doğduğu dil geleneğiyle; diğer insan deneyimlerinin biriktirilmiş kayıtlarına girebilmesini sağladığı ölçüde yararlanıcı; dil onu indirgenmiş bilincin mümkün olan tek bilinç olduğuna ikna ettiği ve onun gerçeklik duygusunu bozduğu ölçüde kurbandır