bugün

yeryüzü ile konuşma sanatı

stephen buhner ın şu cümlelerle açılış yaptığı çok özel bir kitaptır :

Kadim ve yerli halkların bir çoğu, bedenlerinin neresinde yaşıyor oldukları soruduğunda ilginç bir açıklamada bulunur, göğüs bölgelerini gösterirler. Oysa bizlerin yaşadığı kültürden insanlara aynı soru sorulduğundada, onlar baş bölgelerini işaret ederler; özellikle de gözlerinin 2,5cm üzeri ile kafatasının 5cm ötesine doğru olan yerdir gösterdikleri. .Batılılar ile yerli halklar arasındaki büyük farklılık, işte bu noktada belli eder kendini. Nitekim kendini kalbinde tarif edenler ile beyninde tarif edenler, dünyayı oldukça farklı yollardan deneyimliyorlar.Dünyaya kalpleri yoluyla yaklaşanların önünde açık duran alemler, dünyayı beyni ile deneyimleyenler tarafından algılanamaz bile.
Bilinçlilik ile ilgili olarak 1960'ların sonlarında başlatılan araştırmalar, tamamıyla beyin üzerine odaklanmıştı. Batılıların varsayımına göre, bizleri diğer yeryüzü sakinlerinden ayıran farklılık beynimizle ilgiliydi. Halbuki son 20 yılda bazı araştırmalar, bilinci bu önyargı olmaksızın ele aldılar ; dolayısıyla da araştırmalarında çok daha açık fikirli bir yol izleyebildiler. Bu araştırmacılardan bazıları, bilincin beyinle sınırlı kalmadığını fark ederken, onun düşünüldüğünden daha hareketli olduğu ve bedendeki başka alanları kendine kolaylıkla mesken tutabildiğini fark etmeye başladılar. Böylelikle kalbi, kalbin biliş ve farkındalıktaki rolünü incelemeye giriştiler. Son zamanlarda kalp üzerine yapılan çalışmalarda açığa çıkan en önemli keşiflerden biri, her bir organımız gibi insan organizması bütünün de doğrusal ifadeler olmadığı ile ilgiliydi; onlar, doğrusal olmayan daha karmaşık organizmalardır, bütünün parçaların toplamından çok daha fazlası anlamına geldiği organizmalar...

Bilim insanları, milyonlarca ve milyarlarca molekülün -kapalı bir kabın içine yerleştirildiklerinde- hareketlerinin ilk başta rastlantısal olduğunu keşfettiler. Fakat önceden tahmin edilemez bir anda, tüm moleküller aynı anda eşzamanlı olmaktaydılar. Birlikte hareket edip titreşmeye başlıyorlar, sıkı sıkıya birbirine bağlanmış çiftler halinde eş -düzenli bir bütüne dönüşüyorlardı. Her bir molekülün bir alt birim olduğu tek bir sistem... Eş zamanlı oldukları anda, parçalarının toplamından daha fazlası olan bir şey beliriyordu. işte bu ne kadar da yakından bakılırsa parçaların içinde asla bulunamayacak şeydi, bizlerin ruhu gibi. Bu eş zamanlılık anında, yeni bir sistem aniden ortaya çıkan davranış biçimleri sergiliyordu. Bütün sistem, parçalar ya da alt birimler üzerinde etkin olmaya başlıyordu ve bu sayede daha karmaşık eş zamanlılıkların oluşmasına öncülük ediyordu. Parçalardan bütüne ve bütünden parçalara doğru öyle hızlı ve kesintisiz bir bilgi akışı söz konusu oluyordu ki, bu sayede sistem iyiden iyiye kararlı hale geliyordu. Bu bilgi akışı çevreden içeriye ve içeriden de çevreye olmak üzere bir yol izliyor ve sistemin kararlılığını etkileyebilecek dış etkenler olup olmadığını inceliyordu.

Bu bilgi akışı çeşitli dillerde ortaya çıkmaktaydı; ısı dalgalanmaları, basınç veya hız değişimleri, kimyasal bileşimlerin ayarları, elektromanyetik sinyallerin akışı ve daha pek çok şey. Fakat tabii ki, konuştuğumuz dildeki gibi, önemli olan sözlerden çok sözlerin özü olan anlamdır. Bir molekülün içindeki anlamları ifade eden elektromanyetik (EM) imza, onu algılayan organizmaya, o molekülün kendi varoluş durumunu ne şekilde etkileyeceğini anlatır. Bu anlamlar incelenir, organizmayla bütünleşir ve bir karşılık verir.

Tüm yaşayan sistemler aynı işleyiş biçimini sergiler; hepsi de kendi kendini düzenler ve ani davranış biçimini sergiler; hepsi de kendi kendini düzenler ve ani davranış biçimleri gösterirler. Hepsi de, kendi kendilerini düzenledikleri noktada dengeyi bozacak karışıklıklara karşı olağanüstü hassastırlar. Gerçekte onlar dengenin eksiksiz olduğu anı hatırlar ve yaşamları boyunca o dengeye uyumlanmış olarak kalırlar. Geçmek durumunda kaldıkları eşik, onlar için canlı birer kimlik gibidir. Dolayısıyla içteki ve dıştaki dünyalarını, milyarlarca ve milyarlarca temas noktalarında oluşturdukları, birbirine sıkı sıkıya bağlı çiftler üzerinden gözlerler. Böylelikle varoluşlarını sürdürebilmeleri için gelen tüm enerjiyi, madde ve bilgiyi işleyebilirler. Başka bir deyişle onların her biri ileri bir zeka düzeyindedir; her biri ruhun gücünü taşımaktadır; Bir ruh gücü ise parçaların toplamından öte varoluş durumuyla ortaya çıkan güçtür. Kalbimiz, böylesi doğrusal olmayan bir sistemdir. Bir yandan kendini örgütler, bir yandan da ani davranış sergiler. O yalnızca kuvvetli bir endokrin bezi değildir, o eşsiz bir tür beyindir, bilici, algılayıcı organ ve güçlü bir elektromanyetik üretici ve alıcısıdır.

Kalpte kalp atışlarını düzenleyen hız ayarlayıcı hücreler vardır. Kendini düzenleme anında, hız ayarlayıcı ilk hücre düzenli aralıklarla nabız gibi atmaya veya salınmaya başlar. Onun ardından biçimlenen her hız ayarlayıcı hücre kendini bu ilk hücreye eklemler; böylelikle yeni hücre de ilk hücre ile eş zamanlı atmaya başlar. Eğer kalbin hız ayarlayıcı hücrelerinden biri bedenden alınıp canlı tutulacak ve bir kenarda yaşatılacak olursa ritmi bozulur; çılgınca ve düzensiz bir biçimde atmaya, çırpınmaya başlar, ta ki ölene kadar. Oysa hız ayarlayıcı bir hücre alınıp bir hücrenin çok yakınlarında bir yerlere konursa, birbirlerine dokunmasalar bile eş zamanlı hale gelerek birlik içinde çarparlar. Düzensiz çarpan bir hücreyi düzenli çarpan bir hız ayarlayıcı hücrenin yanına getirirseniz çırpınması durur ve onunla birlik içinde atmaya başlar. Onların fiziksel olarak birbirlerine dokunmaya ihtiyaç duymamalarının nedeni -salınan her biyolojik oluşum gibi- çarptıklarında bir elektrik alanı yaratmaktadır. Birbirine dokunması gereken,yalnızca bu alanlardır.

Bireysel hız ayarlayıcı hücreler, kalpte milyonlarca hücre ile sıkı sıkıya eşleşirler. Onların bir arada oluşturdukları alan, her bir hücrenin tek başına oluşturduğundan çok daha geniştir. Oluşturdukları alanın elektromanyetik gücü, beyinin elektromanyetik gücünden 5 bin kat daha fazladır ve aşırı hassas bilimsel araçlarla bedenden 3 metre uzaktan bile ölçülebilir. Bu alanın en güçlü olduğu yer, bedenin yüzeyinden 45cm'lik mesafedir ve oradan uzaya doğru sonsuz bir şekilde yayılır; tıpkı radyo dalgaları gibi. ( Eğer 150 veya 180cm.kadar mesafede durup kollarını iki yana açmış olan bir arkadaşınıza doğru yavaş yavaş yaklaşmayı deneyecek olursanız, onunla 30 veya 45cm'lik bir mesafeye geldiğinize bu alanı hissedebilirsiniz. O anda ''onun alanına'' girmiş olduğunuzu fark edersiniz. Bu, kalplerinizin birbirine dokunduğu bir deneyimdir.) Bu alan, kabaca omurga boyunca konumlanır, leğen kemiğinden kafatasının tepesine kadar uzanır. Bu tıpkı yeryüzünün manyetik alanı gibidir; Kuzey Kutbunun Güney Kutbuna uzanan...

Kalp hücreleri yalnızca birbirlerine katılmakla kalmazlar; kalp ve -onun alanı da- karşılaştığı herhangi bir elektromanyetik alana dahil olabilir. Bu iki alanın birlik içinde salınmaya başladığı anda, çok hızlı bir bilgi alışverişi gerçekleşir. Kalbin her alanındaki bilgi diğeri tarafından alınırken, kalbin işleyişi değişir; hormonal akış değişir, fizyolojik olarak farklılıklar meydana gelir. Özünde, karşılıklı bir konuşma halidir yaşanan. Bu tür bir karşılıklı konuşma, bizler için oldukça doğal bir durumdur; çünkü yaşamımızın ilk deneyimlerinden biridir. Annemizin rahmindeyken, anne kalbinin alanıyla çevrelenmiş bir haldeyizdir. Çocuğun oluşmakta olan kalbi, anneninkiyle birlikte çarpar ve doğumdan sonra da özellikle süt verirken aynı durumu sürdürür. Annenin elektromanyetik alanı bilgi ile doludur; çocukla ilgili neler hissettiği, sevilip sevilmediği, istenip istenmediği... Annenin anlam dolu duyguları, kendi elektromanyetik alanının biçimini değiştirmektedir. Bebek ise, mevcut bilgiyi alarak onu çözümler, tıpkı bir radyo alıcısının radyo dalgaları demetini alarak çözümlendiği gibi.

Bizler doğumdan sonra her zaman elektromanyetik alanlara karşı hassasiyet gösteririz; çünkü anne karnında böylesi bir iletişim dilinin içinde biçimlenmişizdir. Doğumdan sonraki evrede kalp ,karşılaştığı elektromanyetik alanlardan bilgi alabilmek üzere onları düzenli olarak tarar. Bizler bu alanları eşsiz bir yoldan deneyimleriz; duygular olarak.

Nasıl ki temel renkler bir araya gelerek gördüğümüz tüm diğer renkleri oluşturuyor ya da temel tatlar, tadabildiğimiz tüm diğer tatları meydana getiriyorsa, temel duygular da -çılgın, üzgün, sevinçli, korkmuş- bir araya gelerek deneyimlediğimiz diğer duyguları meydana getirirler. Kalbin içine aldığı belli elektromanyetik enerji tayfı, renkler veya sesler olarak değil de duygular olarak deneyimlenir. Kalbin işleyişindeki en küçük bir farklılık, yeni duygu kümeleri yaratırken, duygusal durumdaki en küçük değişim de yeni kalp ritimlerinin oluşmasına yol açar. Her ikisi de elektrokardiyografik (EKG) ve manyetokardiyografik ( MKG) okumalarda hemen kendini gösterir. Kalp, aslında uzmanlık alanı duygular olan ''olağanüstü duyarlı'' duyu organıdır. Karşılaştığımız elektromanyetik alanlar içinden algılayabileceğimiz ince duygu farklılıkları, deneyimlediğimiz renkler veya tatlar kadar çeşitlilik gösterirler. Ne yazık ki bu ince ayardaki duygusal dünya algısı, bilinci beyine yerleştirmeye alışmış olanlarımızın içinde körelmeye uğramıştır. Kalpte düşünmeye ve bu tür bir algıyı geri kazanmaya başlamanın en sade yollarından biri, önünüzdeki herhangi bir nesneye, belki de bir bitkiye bakarken şu soruyu sormaktır: ''Bu nasıl bir duygu?'' işte o zaman, bu nesnenin elektromanyetik imzası kalbinizde ilerlerken, o isimlendirilmeyen eşsiz duygu bütününü deneyimleyeceksiniz.

Yaşayan canlılar, oldukça karmaşık elektromanyetik alanlar taşırlar. Her alan, onu meydana getiren organizmayla ilgili her şeyi kodlar; onun sağlık durumunu, tarihini, içinde barındırdığı güçleri ve daha çok daha fazlasını... Çok basit bir örnek üzerinden ilerlemek gerekirse, bir bitkinin ürettiği her kimyasal, onun kendine özgü elektromanyetik imzasından tanınabilir. Kaldı ki birçok bitki, her gün yüzlerce ve belki de binlerce farklı kimyasal üretir. Kalbin algısı ile ilgili daha çok bilgi edinmek, bir bitkinin tıbbi etkilerinin o bitkinin elektromanyetik alanıyla doğrudan ilişkilendirilmesi yoluyla doğru bir şekilde belirlenebilmesini sağlar. Elektromanyetik alan kalpten geçince tahlil edilmek üzere beyine yönlendirir; beyin ise, elektromanyetik imzanın içindeki anlamın özünü kavrar.

Kalpteki hücrelerin yüzde 60 ile 65'i sinir hücresidir; tıpkı beyinde olduğu gibi. Kalbin sinir hücreleri de beyindeki sinir hücreleriyle aynı biçimde işlev görürler; ganglia'da kümelenir, akson-dendritler üzerinden bedenin sinir ağı ile bağlantıya geçerler.

Bu rastlantısal bir şekilde gerçekleşmez; kalbin, beyindeki belli merkezlerle doğrudan bağlantıları vardır ve bu bağlantıları kesmek mümkün değildir. Kalp ile beyin arasında her an doğrudan, aracısız bir bilgi akışı söz konusudur. Kalbin amigdala, talamus, hipokampus ve korteksle bütünleşik bir bağlantısı vardır. Beyindeki bu merkezler şu işlemde meşguldürler: 1) duygusal hatıralar ve onların işlenmesi; 2) duyusal deneyimler; 3) hafıza, mekânsal ilişkiler ve çevreden gelen duyusal girdilerin anlamlandırılması; 4) sorun çözme, akıl yürütme ve öğrenme. Beyinle ve merkezi sinir sistemiyle olan iletişimi güçlendirmek için, kalp kendi sinir taşıyıcılarını ( nörotransmitler) üretir ve ihtiyaç oranında açığa salar.

Kalbin elektromanyetik alanı; bir insan, bir hayvan veya bitki olsun herhangi başka organizmanın elektromanyetik alanına uyumlandığında bir organizmadan diğerine süratli bir bilgi akışı gerçekleşir. Bu bilgi akışı kendine özgü bir dilde olsa da kelimeler yoluyla gerçekleşmez. Bir anlamda bilgi aktarımına, kelimeleri kullanmaksızın anlamın doğrudan taşınması gözüyle de bakılabilir. Araştırmacıların keşfettiği üzere bu bilgi öncelikle kalbe akar ve ardından beyin ile kalp arasındaki doğrudan bağlantılar üzerinden ileri işlemler için beyine gider. Bilgiyi saklayabilmek için, onu kullanılabilir bir biçime dönüştürürüz. Tıpkı bir radyo alıcısının radyo dalgalarını müziğe çevirdiği andaki gibi bir tür tercüme süreci gerçekleşir... Halbuki insanlardaki süreç çok daha karmaşıktır. Duyusal veri deposundan, hatıralardan, deneyim ve bilgi birikiminden beyin bilgi akışıyla ilgili bir geştalt ( bütünsel biçim) meydana getirir. Dolayısıyla söz konusu tercüme çeşitli biçimlerde belirebilir: bir dizi görü olarak, ses, görüntü, duygular, tatlar ,sözler veya kokular olarak. Çoğunlukla bu tercümenin beliriş biçimi, genellikle kişinin içinden büyüdükleri kültüre bağlı olarak değişkenlik gösterir. Burada önemli olan bu tercümelerin aldığı biçimi değil, içlerinde taşıdıkları anlamdır.

Bu deneyimler, büyük Alman şairi ve botanikçi Geothe'nin de gösterdiği gibi isteyerek başlatılabilir. Veya yerli kültürlerde yaygın olarak bilindiği gibi aniden gerçekleşebilirler. Bu tür ani olaylardan bazıları bu kitapta değinilmektedir; insan ile bitki arasındaki elektromanyetik alanların birbiri içinde karışması, kendi ahengi içinde gerçekleşir ve eş zamanlılık belirdiği anda, iki organizma arasında doğrudan ve derin bir bilgi akışı başlar.

Antik yunan döneminde, kalbin eğer canlılarla bir değiş tokuş haline 'aisthesis' adı verilmişti. Bu ifade, kelimenin tam manasıyla 'nefes almak' anlamına geliyor. Yunanlılar, gelmekte olan anlamların etkisi hissedildikçe, iki organizma arasında gerçekleşen bu uyum anına eşlik eden bir tür soluğun kesilmesi veya derin bir ilham durumunun varlığını fark etmişlerdi. Onlar bu durumu, ruhun özünün değiş tokuşu olarak nitelemekteydiler. Öyle ki, parçacıkların toplamından daha fazlası olan ve de eş zamanlılık anında varlık bulan bizlerin ruhuna kendi dışındaki bir ruh dokunuyordu.

Bu tür bir alıp verme halini yaşayan insanlar üzerinde görülen en büyük etkilerden biri, bizlerin asla yalnız olmadığı bilincinin kesintisiz farkındalığıdır. Kendimizi, ruhu olan olayların bizlere bu tür bir paylaşımı gerçekleştirecek kadar önem verdiği ve bizlere eşlik ettiği bir durumun içinde buluruz. Böylesi derin bir alıp verme halindeyken, yalnızca diğer yeryüzü sakinlerinin böylesi derin bir alıp verme halindeyken, yalnızca diğer yeryüzü sakinlerinin zeki olduklarıyla ilgili bir bilgiye bağlı kalmayız; onlarla -bilinç beyinde konumlandırdığı zaman gerekli indirgemecilik olmaksızın- kalplerimiz yoluyla doğrudan bir bilgi alıp verme halini de deneyimleriz.

O halde yerli halklar, bitkilerden bilgi aldıkları ya da bilginin görüler veya rüyalar aracılığı ile geldiğini kesinlikle söyleyebilirler. Kaldı ki bu alıp verme hali bitkilerle sınırlı değildir ve doğa aleminin her alanında belirebilir. Bu tür bir yakından doğan, bir başkasının duygularını algılayabilme doğal hali; insanların dünyaya karşı doğaya yabancılaşmış oldukları hallerinden çok daha farklı yaklaşımlar göstermesine sebep olur. Doğrudan algılama sürecine dair açıklamalar, bu süreci daha iyi kavrayabilmemize yardımcı olsalar da, bundan daha önemli olan deneyimin kendisidir; onun nasıl bir duygu olduğunu, yaşamlarımızı ne şekilde zenginleştirdiğini, bizleri var etmiş olan varlık alanıyla herhangi bir yol üzerinden yeniden bağıntı kurabilmemizi sağladığını deneyimlemek... Bir ormanı canlı, zeki ve insanın atası olarak deneyimlediğimizde, onu yerle bir etmek gerçekten de çok güçtür.

En nihayetinde kalbi, algılayan ve bilen bir organ olarak yeniden konumlandırdığınızda belli bir düşünüş biçimi tarafından ele geçirildiğiniz açıktır. Bilincimizi beynimize konumlandırdığımızda doğası gereği ortaya çıkan bu belli düşünüş biçimi, bizim algı ve düşüncelerimizi ifade edişimizi kısıtlar. Monoteizm misali, deneyimlenebilecek olanları dar bir ''izin verilenler '' şeridiyle sınırlar; diğer tüm algılayışları, batıl inançlar, inanca ters düşen veya kabul edilemez olan yaklaşım şekilleri kabilinden ikinci plana atar. Fakat bu kalp merkezli algılama bildiklerimizin en eskisidir; insanlığımıza ve yeryüzünün ekolojik uzantıları olarak ortaya koyduklarımıza derinden bağlıdır. indirgemeci ve monoteist yaklaşımlar, beton yaya kaldırımına benzetilebilir. Onlar, yabanıl olanı baskılar; oysa Hildegard von Bingen'in veriditas olarak adlandırdığı yeşilin gücü, hem içimizdeki hem de dışımızdaki kaldırım taşlarını her zaman delip geçicektir.

Stephen Buhner
Yeryüzü ile Konuşma Sanatı