bugün
- iyi insan olmanın hiçbir işe yaramaması22
- osmanlı yı yeniden kuracağız14
- uyudun mu yazan kız14
- gecenin şarkısı8
- hıdırellez11
- iyi geceler18
- depresyondan kurtulamamak10
- 4 mayıs 2025 fenerbahçe beşiktaş maçı38
- yazarların sahip olmak istedikleri süper güçler17
- silivri'deki yapraklar alkışlıyor mu15
- gerçeği aramak10
- şeytan13
- bir sonra ki halife kim olacak14
- anın görüntüsü13
- hırsız vaaaaaaaaaar12
- hiçbir bant o yolsuzluk dosyasını kapatamaz13
- özgür özel'e atılan osmanlı tokadı16
- bir ilişkinin kısa sürme sebebi14
- o kadın polisimiz başörtülüydü20
- kader doğuştan yazılı bir şey midir12
- sırrı süreyya önder50
- ali koç11
- ramadan fahriden8
- 3 mayıs türkçüler günü14
- 13 yıl önceki fotoğraflarınız11
- 4 mayıs özgür özele saldırı30
- en sevdiğiniz sözlük ahmeti8
- stanley termos olmazsa ben pikniğe gitmem12
- kendini esmer sanarken birden sarışın olan kız19
- nihal atsız türkçülüğü vs atatürk türkçülüğü12
- akrep burcuyum soruları alayım9
- diyanetten skandal cuma hutbesi15
- 3 mayıs 2025 galatasaray sivasspor maçı16
- akp ve chp'nin birbirinden farkı olmaması8


entry'ler (1)
Ölüm...
Sadece dört harfin yan yana gelişi bile öyle derin bir sessizlik ki... ben kabullenemedim. Kabullenmek istemeyen kalbim acıyla kıvranır durur aylardır.
Mezar başında edilen duaların böylesine acı veriyor oluşu nedendir bilinmez ama benim acımın sebebi çok başka.
En başta derinlerden gelen pişmanlığım acılarımın sebebi. Onbir senemin bir hiç oluşu en çok da...
Yetinmeyi bilmedi kalbim, oysaki dedem hep severdi beni ama ben hep nefret etmeyi seçtim. Zamanında kendi evlatlarına gösteremediği sevgiyi nadir de olsa torunlarına gösterişine hep şahit oldum ben.
Baba gibi korunaklıydı...
Baba gibi sert ve kızgın...
Baba gibi şevkatli ve sevgi doluydu...
Her insanın içinde kötü bir taraf vardır ya ben hep onun o tarafına denk geldiğim zamanların ve etrafındaki insanlara olan davranışları yüzünden ters düştüm, zamanla nefretimin tek kaynağı içinde bulundurduğu saf kötülük oldu. Görmek istemedim. Ellerimle kulaklarımı tıkadım ve duymak istemedim. Sessiz kaldım bazı zamanlar, bana seslenirdi oralı bile olmazdım. Çağırırdı gitmemek için bahaneler üretirdim.
Yüreğim hep "yapma" derdi. "O senin büyüğün ve babanın atası." Dinlemedim. Her zaman olduğu gibi gözümü bürüyen nefretin kölesi oldum.
Ta ki... O güne kadar! Bir gün dağ gibi bildiğim adam, ondokuz sene boyunca gördüğüm o dimdik duran adamın bir soğuk algınlığı yüzünden bitap bir hale gelişinden sonra buzlarla kaplı olan kalbim erimeye başladı. Yüreğimdeki merhamet gün yüzüne çıktı.
Doksandan fazlaydı yaşı dedemin. Bir eli çolaktı ve ona rağmen hayatı boyunca üç kişinin yapamadığı işi o tek elle yaparmış. Onu tanıyan ve en yakınları anlatırdı bunları bana. Ve o hiç bir zaman evlatlarını bir gün bile olsa aç bırakmazmış.
"Hayatımda yalan nedir bilmem" derdi ama on kelimenin dokuzu belki de yalandı. Bir soğuk kış gecesinde babam evde yokken annem ve beni dışarı atmasını hiç unutmam. Kim unutabilir ki...
"Babaanneni sen öldürdün! Senin yüzünden öldü.." sekiz yaşında bir çocuğun en son duymak istediği ve anlamını bilmediği o ölüm kelimesiyle ilk karşı karşıya kalışı öyle ağır ve azap doluydu ki.. Oysa babaannem torunlarıyla oyun oynamayı ve onlarla konuşmayı, gülüşmeyi severdi. En azından benim hatıralarımda öyleydi... Bana ettiği ağır sözlerin altında ezilip nefret ettim dedemden yıllarca. Halbuki babaanneme hayatı boyunca yaşadığı hayat boyunca ona ızdırap veren adam kendisiymiş.
Dedim ya soğuk algınlığı onu bitap hale getirdi diye. Ayakta duramaz, kendi işini kendi göremez olmuştu. Parmağını kımıldatıcak hali yoktu. Altına bile yapmıştı. O beğenmediği gelini altını değiştirmişti. Kendi evlatları bir gün bile olsun yanına gelip halini hatrını sormazken, bir gün bile olsun yanına almazken bizim evimizde kendimi bildim bileli hep bir odası vardı. O gün yıllar sonra dedeme karşı duyduğum, kalbimin en derinine göndüğüm o sevgi yeniden doğdu. Ona karşı en derinden merhamet duymaya başladım ama gel gör ki sessiz kaldım yine. Kendi kabuğuma çekilip düşündüm durdum ve yıllarca ötelediğim, kendime sormak istemediğim o soruyu sordum.
"Neden?"
"Neden bu hale geldik?"
Basit bir soruydu aslında, kabuk bağlayan yarayı kanatmayı denedim bir kez daha. Kanadıkça kanadı ve sonra pişmanlığın altında ezildim bu sefer. Sebeblerim vardı nefret etmek için hemde birden fazla.
Aradan iki gün geçti. Dedem öyle hasta olunca annemin gelip yardım etmesi için aradığı büyük halam bize geldi. Hayatın acımasızlığı o gün bir kez daha gözlerimin önüne serildi. Dedem halamı eniştemi ve büyük torununu görünce öyle bir sevindiki. Bir an için yüzündeki gülüşün sebebi ben olmak istedim. Dedemin bir de unutma hastalığı vardı. Alzaymırdı... hatırlamazdı bazen bizi. Hastalığın verdiği tepkilerle çoğu kişi evinden kaçardı haberleri gelirdi ama dedem bir kez olsun evden kaçmazdı. Bilirdi aslında kaybolursa kimse bulamazdı onu. Aklı gelip giden biri olarak kaybolmamayı ve evin çevresi dışından çıkmayı asla düşünmezdi.
Çalışırdım ve dedem akşama kadar dışarda beni beklerdi. Ben gelirdim, benimle eve girer biraz oturduktan sonra tekrar çıkardı. Bu sefer de babamı beklerdi. Yaz kış demeden hep beklerdi...
Halamın geldiği günün gecesi dedem hastalığın verdiği halsizlikle bir kaç deda düşmüştü. Alzaymır uyutmazdı. Kendi kendine konuşur dururdu ve asla rahat durmazdı. Etrafında ne var ne yok dağıtırdı. Gece saat dörde yaklaşırken tak diye bir ses geldi. Uyuyamadım o gece boyunca, sağa dön sola dön uyku tutmadı. içimde bir huzursuzluk vardı. En sonunda dayanamayıp kendi kendine konuşan dedemin yanına gitmek için yatağımdan kalkıp odasına doğru yürüdüm. Elim öyle yavaştı ki kapı koluna dokunduğum an içim titredi. Kapıyı açtığım an dedemi yerde boylu boyunca görmek bir kez daha o pişmanlığı kalbime ilmek ilmek ördü. Geç kaldığımı düşündüm ona. Bir bacağı yan dönmüş ama o hala kendi kendine gördüğünü sandığı hayal ürünü varlıklarla ya kavga ediyordu ya da sohbet ediyordu.
içeri girdiğimde "ne olmuş?" diye soran halama "dedem düşmüş" dedim. Gözlerimin yanmaya başladığı an bir oda yanda uyuyan anne ve babamın odasına doğru adımladım. Kapıyı açtığım an titreyen çenemle zorlada olsa "noldu?" diye seslenen anneme "dedem düşmüş galiba bacağı kırıldı yan dönmüş yatıyor. Hatta başının altında bir yastık masanın altına girmiş" dedim.
O gün dedem hastaneye kaldırıldı. Kalçası kırılmıştı. Aradan belki dokuz ya da on gün geçti ve biz onun evde bırakmış olduğu eskikliği bir tokat gibi yüzümüze çarptı. Bir telefonla ameliyat için bekledikleri ve acilden normal odaya alındığını öğrendik. Riskliydi o yaşta bir insan için kalça ameliyatı. Ölebilme ihtimali olduğunu duyunca yine bir sessizliğe kapıldım gittim.
Bir kaç gün geçtiktem sonra yanına gittim. Dedem bizi görünce yine sevindi. Her zaman ki gibi "yavrularım" deyip sarılmamızı bekledi kollarını açarak. Ona yıllarca sarılmayan ben o gün ilk defa içimden gelerek sarıldım. Bana sarılmışlığı çoktu lakin ben kollarımı sarmazdım bedenine. Bir kere daha pişmanlık balyoz gibi indi yüreğime.
Tam üç ay boyunca ara ara gidip durdum yanına dedemin. Gözümün önünde eriyişini çaresizlikle izledim durdum. Elimden birşey gelmiyordu. O üç ay boyunca hissettiğim gerçeğin ardında defalarca videosunu aldım telefonuma.
Öyle bir gün geldi ki... Yıllar sonra bir kez daha ölümün ne demek olduğunu anladım. Bir kez daha hissettim derinden acıyı. Yıkılmıştım ama ayaktaydım. Pişmanlık aylarca sarmıştı etrafımı ve ben üç ay boyunca onbir yılı telafi etmeye çalıştım. Ne kadar telafi ettim bilinmez nefretimi bir kenara bırakıp dedeme en iyi şekilde bakmaya çalıştım. Yeri geldi yemeğini yedirdim, yeri geldi altını aldım. Torunuydum ve asla gocunmadım.
Cenaze günü camiye herkesten önce koştum. Tabutu başında duymasını umduğum sözleri söyleyip durdum. "Ben seni affettim, sende beni affet!"
Caneze namazının kılışını izledim. Erkekler önde kadınlar arkada. Tanıdığım ve tanımadığım bir sürü insan. Yedi evladı da torunları da etrafında. Kalabalık bir aileydik ama hep o bağların aslında kopuk kopuk olduğunu bilirim küçüklüğümden beri.
Tabuttan çıkarılıp kefenli halini görünce yüreğimden gelen feryadı durduramadım.
"Dede" diye bağırdımda iki büklüm kaldım. Kollarımdan tutan kuzenimi aldırmadan geri döner umuduyla bekledim. Çocuk değildim yirmi yaşında genç kız olduğum halde o çocuksu hayale kapılıp gitmişim halbuki.
Gözlerimden düşen yaşlarla üstüne atılan her toprakta sanki benim de üstüme atıldı o toprak. Her kürek toprakta titredim. Pişmanlık öyle büyül acı ki... Kabullenemem bir sene olmasına rağmen ve biliyorum ki asla ve asla ölene kadar kabullenemicem. Hiç ölmicek gözüyle baktığım beni bile gömer dediğim kanımdan canımdan birini kaybettim ben....
Sadece dört harfin yan yana gelişi bile öyle derin bir sessizlik ki... ben kabullenemedim. Kabullenmek istemeyen kalbim acıyla kıvranır durur aylardır.
Mezar başında edilen duaların böylesine acı veriyor oluşu nedendir bilinmez ama benim acımın sebebi çok başka.
En başta derinlerden gelen pişmanlığım acılarımın sebebi. Onbir senemin bir hiç oluşu en çok da...
Yetinmeyi bilmedi kalbim, oysaki dedem hep severdi beni ama ben hep nefret etmeyi seçtim. Zamanında kendi evlatlarına gösteremediği sevgiyi nadir de olsa torunlarına gösterişine hep şahit oldum ben.
Baba gibi korunaklıydı...
Baba gibi sert ve kızgın...
Baba gibi şevkatli ve sevgi doluydu...
Her insanın içinde kötü bir taraf vardır ya ben hep onun o tarafına denk geldiğim zamanların ve etrafındaki insanlara olan davranışları yüzünden ters düştüm, zamanla nefretimin tek kaynağı içinde bulundurduğu saf kötülük oldu. Görmek istemedim. Ellerimle kulaklarımı tıkadım ve duymak istemedim. Sessiz kaldım bazı zamanlar, bana seslenirdi oralı bile olmazdım. Çağırırdı gitmemek için bahaneler üretirdim.
Yüreğim hep "yapma" derdi. "O senin büyüğün ve babanın atası." Dinlemedim. Her zaman olduğu gibi gözümü bürüyen nefretin kölesi oldum.
Ta ki... O güne kadar! Bir gün dağ gibi bildiğim adam, ondokuz sene boyunca gördüğüm o dimdik duran adamın bir soğuk algınlığı yüzünden bitap bir hale gelişinden sonra buzlarla kaplı olan kalbim erimeye başladı. Yüreğimdeki merhamet gün yüzüne çıktı.
Doksandan fazlaydı yaşı dedemin. Bir eli çolaktı ve ona rağmen hayatı boyunca üç kişinin yapamadığı işi o tek elle yaparmış. Onu tanıyan ve en yakınları anlatırdı bunları bana. Ve o hiç bir zaman evlatlarını bir gün bile olsa aç bırakmazmış.
"Hayatımda yalan nedir bilmem" derdi ama on kelimenin dokuzu belki de yalandı. Bir soğuk kış gecesinde babam evde yokken annem ve beni dışarı atmasını hiç unutmam. Kim unutabilir ki...
"Babaanneni sen öldürdün! Senin yüzünden öldü.." sekiz yaşında bir çocuğun en son duymak istediği ve anlamını bilmediği o ölüm kelimesiyle ilk karşı karşıya kalışı öyle ağır ve azap doluydu ki.. Oysa babaannem torunlarıyla oyun oynamayı ve onlarla konuşmayı, gülüşmeyi severdi. En azından benim hatıralarımda öyleydi... Bana ettiği ağır sözlerin altında ezilip nefret ettim dedemden yıllarca. Halbuki babaanneme hayatı boyunca yaşadığı hayat boyunca ona ızdırap veren adam kendisiymiş.
Dedim ya soğuk algınlığı onu bitap hale getirdi diye. Ayakta duramaz, kendi işini kendi göremez olmuştu. Parmağını kımıldatıcak hali yoktu. Altına bile yapmıştı. O beğenmediği gelini altını değiştirmişti. Kendi evlatları bir gün bile olsun yanına gelip halini hatrını sormazken, bir gün bile olsun yanına almazken bizim evimizde kendimi bildim bileli hep bir odası vardı. O gün yıllar sonra dedeme karşı duyduğum, kalbimin en derinine göndüğüm o sevgi yeniden doğdu. Ona karşı en derinden merhamet duymaya başladım ama gel gör ki sessiz kaldım yine. Kendi kabuğuma çekilip düşündüm durdum ve yıllarca ötelediğim, kendime sormak istemediğim o soruyu sordum.
"Neden?"
"Neden bu hale geldik?"
Basit bir soruydu aslında, kabuk bağlayan yarayı kanatmayı denedim bir kez daha. Kanadıkça kanadı ve sonra pişmanlığın altında ezildim bu sefer. Sebeblerim vardı nefret etmek için hemde birden fazla.
Aradan iki gün geçti. Dedem öyle hasta olunca annemin gelip yardım etmesi için aradığı büyük halam bize geldi. Hayatın acımasızlığı o gün bir kez daha gözlerimin önüne serildi. Dedem halamı eniştemi ve büyük torununu görünce öyle bir sevindiki. Bir an için yüzündeki gülüşün sebebi ben olmak istedim. Dedemin bir de unutma hastalığı vardı. Alzaymırdı... hatırlamazdı bazen bizi. Hastalığın verdiği tepkilerle çoğu kişi evinden kaçardı haberleri gelirdi ama dedem bir kez olsun evden kaçmazdı. Bilirdi aslında kaybolursa kimse bulamazdı onu. Aklı gelip giden biri olarak kaybolmamayı ve evin çevresi dışından çıkmayı asla düşünmezdi.
Çalışırdım ve dedem akşama kadar dışarda beni beklerdi. Ben gelirdim, benimle eve girer biraz oturduktan sonra tekrar çıkardı. Bu sefer de babamı beklerdi. Yaz kış demeden hep beklerdi...
Halamın geldiği günün gecesi dedem hastalığın verdiği halsizlikle bir kaç deda düşmüştü. Alzaymır uyutmazdı. Kendi kendine konuşur dururdu ve asla rahat durmazdı. Etrafında ne var ne yok dağıtırdı. Gece saat dörde yaklaşırken tak diye bir ses geldi. Uyuyamadım o gece boyunca, sağa dön sola dön uyku tutmadı. içimde bir huzursuzluk vardı. En sonunda dayanamayıp kendi kendine konuşan dedemin yanına gitmek için yatağımdan kalkıp odasına doğru yürüdüm. Elim öyle yavaştı ki kapı koluna dokunduğum an içim titredi. Kapıyı açtığım an dedemi yerde boylu boyunca görmek bir kez daha o pişmanlığı kalbime ilmek ilmek ördü. Geç kaldığımı düşündüm ona. Bir bacağı yan dönmüş ama o hala kendi kendine gördüğünü sandığı hayal ürünü varlıklarla ya kavga ediyordu ya da sohbet ediyordu.
içeri girdiğimde "ne olmuş?" diye soran halama "dedem düşmüş" dedim. Gözlerimin yanmaya başladığı an bir oda yanda uyuyan anne ve babamın odasına doğru adımladım. Kapıyı açtığım an titreyen çenemle zorlada olsa "noldu?" diye seslenen anneme "dedem düşmüş galiba bacağı kırıldı yan dönmüş yatıyor. Hatta başının altında bir yastık masanın altına girmiş" dedim.
O gün dedem hastaneye kaldırıldı. Kalçası kırılmıştı. Aradan belki dokuz ya da on gün geçti ve biz onun evde bırakmış olduğu eskikliği bir tokat gibi yüzümüze çarptı. Bir telefonla ameliyat için bekledikleri ve acilden normal odaya alındığını öğrendik. Riskliydi o yaşta bir insan için kalça ameliyatı. Ölebilme ihtimali olduğunu duyunca yine bir sessizliğe kapıldım gittim.
Bir kaç gün geçtiktem sonra yanına gittim. Dedem bizi görünce yine sevindi. Her zaman ki gibi "yavrularım" deyip sarılmamızı bekledi kollarını açarak. Ona yıllarca sarılmayan ben o gün ilk defa içimden gelerek sarıldım. Bana sarılmışlığı çoktu lakin ben kollarımı sarmazdım bedenine. Bir kere daha pişmanlık balyoz gibi indi yüreğime.
Tam üç ay boyunca ara ara gidip durdum yanına dedemin. Gözümün önünde eriyişini çaresizlikle izledim durdum. Elimden birşey gelmiyordu. O üç ay boyunca hissettiğim gerçeğin ardında defalarca videosunu aldım telefonuma.
Öyle bir gün geldi ki... Yıllar sonra bir kez daha ölümün ne demek olduğunu anladım. Bir kez daha hissettim derinden acıyı. Yıkılmıştım ama ayaktaydım. Pişmanlık aylarca sarmıştı etrafımı ve ben üç ay boyunca onbir yılı telafi etmeye çalıştım. Ne kadar telafi ettim bilinmez nefretimi bir kenara bırakıp dedeme en iyi şekilde bakmaya çalıştım. Yeri geldi yemeğini yedirdim, yeri geldi altını aldım. Torunuydum ve asla gocunmadım.
Cenaze günü camiye herkesten önce koştum. Tabutu başında duymasını umduğum sözleri söyleyip durdum. "Ben seni affettim, sende beni affet!"
Caneze namazının kılışını izledim. Erkekler önde kadınlar arkada. Tanıdığım ve tanımadığım bir sürü insan. Yedi evladı da torunları da etrafında. Kalabalık bir aileydik ama hep o bağların aslında kopuk kopuk olduğunu bilirim küçüklüğümden beri.
Tabuttan çıkarılıp kefenli halini görünce yüreğimden gelen feryadı durduramadım.
"Dede" diye bağırdımda iki büklüm kaldım. Kollarımdan tutan kuzenimi aldırmadan geri döner umuduyla bekledim. Çocuk değildim yirmi yaşında genç kız olduğum halde o çocuksu hayale kapılıp gitmişim halbuki.
Gözlerimden düşen yaşlarla üstüne atılan her toprakta sanki benim de üstüme atıldı o toprak. Her kürek toprakta titredim. Pişmanlık öyle büyül acı ki... Kabullenemem bir sene olmasına rağmen ve biliyorum ki asla ve asla ölene kadar kabullenemicem. Hiç ölmicek gözüyle baktığım beni bile gömer dediğim kanımdan canımdan birini kaybettim ben....