bugün

entry'ler (16)

zamanı baraye masti asbha

"her şeye rağmen hayat" mı denir dikenli tel örgülerden umuda uzanan yolculuğa? belki de umut kötü bir kelimedir bunun için. öyle ya doğru olan kelime "inat" tır belki de. hülasa; hayat sert.

muğla üniversitesi nde kürt öğrencilere şiddet var

Olayı tekilden çıkarıp genel bir çerçeveden bakmak lazım: ülkenin genel durumunda şiddet var.

95 yaşındaki adamı yargılayıp kahraman olmak

her şey m.ö 220'de mete han'ın orduda onluk sistemi kurmasıyla başladı. temele inmek lazım.

arka sokaklar

tem, narkotik, asayis, kacakcilik, lojistik, cocuk sube, yabanci sube hepsi tek bir bunyede; baskomiser riza soylu. her pazartesi sekteye ugramaksizin kalplere 'hadi ver onu bana evlat' sozuyle ince bir dokunusla merhaba der. yine ayni komiserimiz rıza baba bir aforizmasında onemli bir gercegin altını cizer: "gun gelir her sey biter, soz biter, memuriyet biter, geriye ekip kalir, bu ekip bir de namussuz istanbul sehri.

kenan evren in yapacağı savunma

Max Weber kapitalizminin gelişiminde protestanlığın çalışmaya verdiği önemi vurgulamasını bekliyorum, hatta bunu söyledikten sonra hakimin diğer soruları karşısında sıkıntıdan, "her şey enformasyonun metalaşmasıyla başladı, tabi 1215 magna carta'yı da es geçmemek lazım" diyerek durumu özetlemesi de kaçınılmaz olabilir. tüm bunlardan sonra hakim bey hala soru sormaya devam ediyorsa "bu tahammülfersa sorularınız karşısında diyebileceğim odur ki; ben suçsuzum hakim bey, tüm suç mete han'ın, mö. 220'yi hatırlayın" demesi kaçınılmazdır.

çekoslovakya

Her şey bir yana, bir zamanlar Çekoslovakya vardı. hehey.

nilgün marmara

ne zaman ismini duysam, ne zaman aklıma gelse derin düşüncelere mukabil olduğum, benim için müthiş duygular senfonisi diyebileceğim kadar gözümde ondan daha ötesi kalbimde büyüttüğüm bir şairanelikdir kendisi. sylvia plath hakkındaki tez araştırmasından;

"Sylvia Plath'in intiharına gelince; ailede yaşanan karanlık deneyimlerin sosyal, tarihsel ve otobiyografik yıkımlara eklenmesi, onu önsel bir ideal olarak kabullendiği belirgin, açık seçik bir kendini yok edişe zorlamıştır. Bu ideal kendi akışını tamamen kendi içinde, ölümün zaruri ve saplantılı bir şekilde hayata yayılmasında bulmuştur. Kadınların toplumsal bir hastalığın sonucu olan perişanlığının kurbanı olmuştur. Plath'in narin, incinebilir ruhani varlığı ve her şeyin sürekli kirlenişinin iç karartıcı bir şekilde farkında oluşu onu ölüme sürüklemiştir. Karmaşık düşünce yapısının yol açtığı gerilimin niteliği çözümsüzlük doğururken, yaşamın gerilimi sonsuza doğru akar. Bu farklılık ölümün seçilmesinde, zihnin karmaşıklığının kurgusal bir temelde, yaşamın sonsuzluğuyla birleştirilmesinde ve saf insanilikle felaketimsi bir ölümlülüğe ulaşmak yolunda şiirler yaratılmasında sentezlenir. Zihnindeki çeşitli kasırgalardan kurtulamaz. Uygarlığa yönelik tehditlerin, kitlelerin ideal bir insanlığa ve var olmanın hazlarına veda edişlerin yanı sıra, Plath'in oluşturduğu psişik atmosferde önemli bir rol aldıkları için en küçük ayrıntıları bile abartma eğilimi, şiirlerle tanımlanacak vakumu oluşturur. Peki neden düşünceli bir sukunet içinde mesafesini koruyup, estetik bir uzaklıkta duramaz? Plath'in var oluşu, zalimliği doğal olarak kendisine yabancılaşmaya itecek olan şikayetçi zihni tarafından beslenen bir yalnızlık peçesiyle örtülür. Istırap içinde yaşar ve kaçamak kederini kavramayı başarır. Şiirlerini köşkünün tamiratı sırasında konan tuğlalar, intiharınıysa tam bir başarısızlık olan bu evin yıkılması eylemi olarak görebiliriz. " der.

kendisi hakkında -daha doğrusu kalemi hakkında-, daha derin bilgi sahibi olmak için şunlara göz atalım, keyfimiz yerinden kaçsın, bizi bu güzel havaların mahvetmesine izin vermeyelim:

"bütün yalnızlıklarınızın ilenci korusun çoğulluklarınızı,
cinnet koyun erdemin adını,
maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın,
hepiniz mezarısınız kendinizin..."


"Azımsanmayacak kadar ölmüşüm.Azımsanmayacak kadar ölüyüm. Geliyorlar bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye.Koşarak, düşe kalka, yuvarlanarak, sürünerek. Nasıl olursa olsun görmek için bu eski dostlarının yeni cesetlerini ve göstermek için bu eski dostlarının yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını geliyorlar. Ölüm çaresizliği, toz ve küf kokan evden ayrıldıktan sonra seviniyorlar canlıyız diye. "

fyodor mihailovic dostoyevski

o benim yalnızlığımın en güzel ortağı. beyaz geceler'i vardır, ayık olun mesajı barındırır;

"Arada bir kendime “Hayallerin nerede?” diye sorarım. Ama başımı sallayıp, “Yıllar ne çabuk geçiyor” demekten başka çarem olmaz.
Bu kez başka sorular gelir aklıma: “Peki yıllarını ne yaptın? Hayatın en iyi yıllarını nereye gömdün? Yaşadın mı, yoksa yaşadığını mı sanıyorsun?” içimden bir ses yükselir: Bak çevrende her şey nasıl gittikçe soğuyor? Bir kaç yıl daha geçsin, koyu bir yalnızlıkla birlikte bastonuna dayanmış, titreyen bir yaşlılıkla karşı karşıya geleceksin.
Ondan sonra da umutsuzluk, keder, bezginlik… Bir gün gelip hayal dünyam yerle bir olacak, hayallerim sarı yapraklar gibi bir bir dökülecek…
Ah, Nastenka! O zaman hem yalnız, yapayalnız kalacağım, hem de acınacak bir şeyim olmadığı için dövüneceğim. Çünkü yitirdiklerimin hepsi kocaman bir sıfır değerindeki hayallerden başkası olmayacak!"

bu bir çağrıdır

Yky'nin özel baskı ayağına, fiyatını uçurduğu gerçeği bir yana "binbir çiçekli bahçe" ayarında mis gibi bir derleme kitap olmuş. hele ape musa'nın öldürülmesinin ardından 1992'de yazdığı "ya devlet başa ya kuzgun leşe değil" yazısı var ki, yalın anlatımın doruklarında uçuşan naif kalemden akan mürekkebi, iliklerime kadar hissettirmiştir. şöyle ki;

“Benimki belki de bir tuhaf inanç. Ben, hiçbir insanın, gözlerini kan bürümüş de olsa, işkenceci de olsa, yüzlerce insanın katili de olsa, Musa Anter gibilerine kıyabileceğine inanamazdım. Musa Anteri yirmi üç yaşlarındayken tanıdım. Dostluğumuz o gün bugündür sürüyordu. Dünyaya hep iyilikle bakan bir kişiydi. En karanlık, en zalim günlerde bile hep aydınlık, hep umutlu, hep inançlı olurdu. En kötü insanda bile bir iyi yan arar, bulur, o insanı, o küçücük iyi yönüyle sevmeye, anlamaya çalışırdı. Düşüncelerine sonuna kadar, inatla bağlıydı. Etiyle kemiğiyle kendi kültürünün, kimliğinin yok olmasına karşıydı. Savaşımı sonuna kadar, eksilmeden, ölümüne kadar sürdü. Ölümü de işte bu yüzden oldu. Ape Musa mutlu öldü. Savaşımının sonunu görmedi, ama ışığını gördü.

oğullar ve rencide ruhlar

Bol duygulu, bir Alper Canıgüz gülümsetmesi :

“… Perişan bir haldeydim. Sonunda boğuşmaktan vazgeçip yataktan çıktım. Gidip etajerimden Gönül Teyze’nin hediyesi, oyuncak tabancayı çıkardım. Şarjörüne kırmızı renkli bir plastik mermi yerleştirip tekrar yatağa döndüm. Oturur vaziyette sağ tarafımdaki pencerenin perdesini aralayarak dışarı baktım. Bunu hemen hemen her gece yaparım aslında. Sanki pencerenin öbür tarafında Tanrı’yı görüverecekmişim ve o bana her şeyin bir şakadan ibaret olduğunu açıklayacakmış gibi tuhaf bir hissim vardır. Üstelik keman biçimli kafası ve şakaklarında iyice seyrelmiş saçlarıyla havada süzülürken hayal ettiğim bu Tanrı, üst kat komşumuz Hasan Amca’ya fena halde benzemektedir. Bunun nedenini kısa bir süre önce anladım. Babam bana yüce yaradandan söz ederken, onun yukarıda yaşadığını anlatmıştı. Benim için yukarıda yaşayan kişi Hasan Amca’ydı. Nede karısı Sevim Teyze değil de Hasan Amca? Erkek egemen kültür yüzünden mi? Bunlar nasıl işleniyordu beyinlere? Aniden yorganı kafama çekip tabancayı şakağıma dayadım ve tetiğe bastım. Kafatasımda tatlı bir zonklama hissettim. Fiziksel acı düşünceleri dağıttı. Gerisini hatırlamıyorum.”

vladimir nabokov

pek bir Bahtiyar kişidir şudur budur lakin olayın özü şudur :
..bütün öbür adlar arasında duran bu adın bana verdiği omuriliğim boyunca titreşimler yaratan hazzı çözümlemek istiyorum. beni neredeyse gözyaşları dökecek kadar heyecanlandıran şey nedir? nedir? ince bir resmiyet tülü ardında gizlenen bu adın sıradan sokulganlığı mı (‘dolores!’) yoksa adla soyadının birlikte oluşturdukları bir çift yeni ,uçuk renkli eldivenle bir maskenin yan yanalığı türünden soyut bir örtüşme mi? anahtar sözcük ‘maske’ mi yoksa? yarı saydam bilinmezliklerde, insanın rüzgarla uçuşan çarşafın içinde yanından geçip gidenin yolladığı gülücüklerin yalnızca kendisine yönelik olduğunu bütün bedeni ve gözleriyle fark etmesinde her zaman gizli bir haz olduğu için mi? yoksa sisler, dumanlar ardındaki sevgilimin çevresine üşüşmüş hepsi birbirinden renkli sınıf arkadaşlarımı o kadar rahatlıkla gözümün önüne getirebilidiğimden mi?...

(bkz: lolita)

le petit prince

22 yaşında okuma fırsatı buldum, yanarım yanarım küçüklük günlerimin küçük prenssiz geçtiğine yanarım. şimdi kitabın büyük boyunu yapmışlar. içinde hikayelerin üç boyutlu canlandırmaları var. hoş gözüküyor. ufak bir bölüm paylaşmak farzdır bana.

“... her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. mutluluğun bedelini öğrenirim ..."

yıldırım demirören in tff başkanı olması

Akla zarardır , büyük felaketlerin habercisidir , ilerideki gelişmelerle birlikte de ; ülkenin neresinde adalet var ki futbolda olsun dedirtecek gelişmedir , bunun yanında kendisi için ; hem yiyor hem işini yapmıyor sözlerinin sarfedilmesi çok uzak değildir . ha şöyle de bir yanı vardır ki; başkan olması itibariyle 27 şubat 2012 beşiktaşın kurtuluş günüdür. tffyi bıraktığı gün ise kısmi olarak ülkenin kurtuluşu olacaktır.

muğla

haritadan bakıldığında herkesin deniz var gözüyle baktığı, lakin denizin şehir merkezinde bulunmadığı minicik ufacık tefecik memleketimcik güzelimsi şehirimsi yer. bununla birlikte gelen ünversite öğrencilerinin ilk dönemleri için rahatlıkla söyleyebilirim ki verem sebebidir. zira ev sahiplerinin hepsi birer al capone olur öğrenci karsısında. yine de zamanla öğrenci ister istemez muğla halkıyla entegre olmus bir şekilde hayatını sürdürür. sosyolojik yapısına bakarsak tam anlamıyla gamsız insanlar diyarıdır ve köylü-şehirli toplumun iç içe yasadığı sentez bir olusum var diyebiliriz.
havasına gelecek olursak sonbaharla birlikte oluşan kömür kokusu türkiyenin en kirli havasına sahip şehirlerinden birisi olma özelliğini kazandırmıstır muğlamıza. belediye başkanı osman gürün nam-ı diğer park osmandır. her yaz döneminde görevdeki valiliğin koltuğu da ister istemez sallanır.
siyasi yapısına gelirsek; 12 eylül 2010 referandumuna büyük bir çoğunlukla hayır diyerek ağır mesaj vermiş ,buna müteakip günümüzde kemalist dogmaların ötesine geçemeyen zihniyetlerin yaşadığı, gençlerinin büyük bir çoğunluğunun, inadına sol inadına chp veyahut mustafa kemalin askerleriyiz sloganlarını benimseyerek kendileriyle gurur duyduğu, çeşitli sosyal platformlarda en çok yılmaz özdil yazısı paylastığı, her seçim döneminde google'de en çok aziz nesin yazısı arattığı yerdir. günümüz kemalizmini damarlarının en uç noktasına kadar yaşarlar. kısacası solcuyum der hepsi ama küçük bir münazarada en sağcıdan daha sağcı olurlar. kendini bildi bileli bu gözler bizzat gördü ,bu kulaklar bizzat işitti bunu, ondan da öte bu beden feci bir şekilde hissetti bunu. hatta sokakların boş olduğunu gördüğümde septikcene düşünürdüm ki;millet kemalist ruhu şahlandırma adına ayine felan mı gitti acaba derdim. tamam kabul ediyorum abarttım. Burada keseceğim.
ha neredeyse unutuyordum karabağlar yaylası vardır ki ,keyfoturağıyla ,süpüroğlusuyla görülesi yerdir.

modern times

Kapitalizmin çığlıkları arasında mekanik cehennemle insan doğası arasındaki savaşı yansıtan bir şerittir Modern times. Endüstriyel vehametin insan beynine vurduğu prangaya rağmen mutlu ve umutlu bir direnişin sergilenişidir aynı zamanda. umutsuzların umudunu simgelemiştir bu filminde şarlo. burjuvanın seri üretim yoluyla işçi kesimi üzerindeki ağır hegamonyası, bu baskıdan akli dengesini kaybetmeye yaklaşan kişinin sistemi tiye alması akabinde mutluluğu araması.. sistemin daralttığı küçülttüğü insanı fordizme değindirerek anlatan bir varoluş filmidir de diyebiliriz. aynı zamanda ruhsal çöküntünün sistem çöküntüsüyle yoğrulmasıdır..
yine bir chaplin sözüyle yazımı bitiriyorum "hayat dar alanda trajedi, geniş alanda komedidir" saygıyla eğiliyorum önünde.

emil zatopek

1922 doğumlu,"Çekoslavakya"'lı atlet(Malum ülkeyi tırnak içinde yazdım dikkat çekmek için değil. Ama şöyle bir gerçek var ki, bir zamanlar "Çekoslavakya" diye bir ülke vardı Bahtiyarlar. Hey gidi günler hey. Yaşamadım ama hissediyorum..Neyse daha fazla dağıtmadan dönelim konuya. Zatopek,1948'de Londra Olimpiyatları'nda 10.000 metre koşusunda altın madalyaya ulaşmıştır. lakin bunun yanında 5000'i en büyük rakibi Belçikalı atlet G. Reiff'e kaptırmıstır. Emil Zatopek'in asıl hikayesi bundan sonra baslar.1948'de kaptırdığı madalyanın rövanşını helsinki'de 1952 olimpiyatlarında alır.1952 olimpiyatları zatopek için ve bunun ötesinde bütün dünya için normal herhangi bir zafer değildir. böyle dememize neden olan ise helsinki'de zatopek'in 5000,10000 ve maraton koşularında altın madalyaya ulasmasıdır. tüm bunların içinde; 10000 metreyi 29 dakikanın altında koşan ilk atlettir. bununla birlikte 15 yıllık spor hayatına 18 dünya rekoru sığdırmış ve ölmeden hemen önce,1999'da çek cumhuriyetinde en büyük olimpiyat şampiyonu ünvanına layık görülmüştür..tüm bu başarıları ona "çek lokomotifi" lakabını getirmiştir. deyim yerinde olacaktır ki zatopek bir azim imparatorudur. ne zaman bir başarısızlıkla karşılaşsam azmiyle aklıma ilk gelendir. ve benim için hiç unutmayacağım sözlerin başında gelen "a runner must run with dreams in his heart, not money in his pocket" sözünün sahibidir. saygıyla eğiliyorum.