bugün

Bizler “doğunun” çocuklarıyız. Her halimizle bir zamanların ihtişamlı ama şimdilerde sönmeye yüz tutmuş( en azından yenilmiş) “Şark” medeniyetini temsil ediyoruz. Son üç yüzyıldır batının tahakkümü, ilerlemesi ve ihtişamı karşısında bocalasak, yolumuzu şaşırsak; bazen de yine rakip gördüğümüz batıya karşı aşkını gizleyen maşuk gibi, gizli gizli ah çeksek de gerçek kabul edelim bu… Hayatımızı ilmek ilmek dokuyan, türkülerimizden tutun da hadiselere verdiğimiz tepkilere kadar bizi bırakmayan, saran, bazen lütuf bazen de lanet şekline bürünen gerçek,yani doğulu olmak,işte bu: Güneşin doğduğu yerdeniz, doğudanız… Aslını inkar eden haramzade değil mi?
Şahsen ben bu durumdan pişman olmayanlardanım. Bilakis çok zaman şükür, onur vesilesi saydım. Ama lütfen “her zaman” demeyip “çok zaman” dediğime dikkat edin! Nedenini söylemeden önce “Bir şeyi toptan reddetmek kadar kötü olan başka bir şey varsa o da toptan kabul etmek olduğunu” altını çizerek ve aciliyetle söylemeliyim. Genellemekten, toptancılıktan bizarım… işte bu yüzden meseleye dönersek, şöyle bakmakta yarar var diye düşünüyorum. “Elhamdülillah doğuluyum ama artıları olduğu gibi eksikleri olan, doğrularının olduğu gibi yanlışlarını da kabul eden bir medeniyetin mümessiliyim.”
Buraya kadar yazdığım girizgâhtan sonra zannedersem esas mevzuya artık geçebilirim. O da şudur. Kendi kıt anlayış ve dar ufkumu kabul ederek bir tespitim var. Bence toplumumuzun, ciddi bir yarası var. Öyle bir yara ki bünyeye tesir eden, sahibini kaliteli bir yaşamdan alıkoyan ur misali… ilerlememize engel olduğu gibi dünyaya adaptasyonda ciddi sorunlara sebep olan… Bahsettiğim mesele şu: Kişiyi sisteme tercih ediyoruz. Tıkır tıkır çalışan mekanizmayı küçümseyip, makinenin bir parçasına(önemli olsa da) methiyeler diziyoruz. Ekibi değil de kahramanı yüceltiyoruz.Dediklerimi açıklamam gerektiğinin farkındayım. O yüzden müsaadenizle şöyle devam edeyim.
Küçükken genelde hepimiz masallar, hikâyeler dinlemiş bunlarla büyümüşüzdür ya... O masalları hatırlayalım. Muhakkak kötüleri yenen, acıları bitiren kahramanlarımız olurdu hatırladınız mı? Öyle ki bazen beyaz atının üzerinde bazen fakir bir aileden yoksul bir çocuktu o; ama nasıl olursa olsun masalın sonunda bir anda gelip tüm yanlışları düzeltip, buraya dikkat bizi kurtarırdı. Kim? Kahraman. Yani “bir” kişi. Evet, bir kahraman gelir ve çekilen bütün sıkıntılara, acıya son verirdi. Ve masalların sonu belliydi: büyük mutluluklar…
Evet küçüktük ve masallara inanırdık. Etrafımıza böyle bakar çocukluğun verdiği dünya görüşümüzle etrafımızdan o kahramanlara örnekler bulurduk. Ta ki büyüyene kadar... Ne zaman ki büyüdük ( Büyümeyi hakiki anlamda kullanıyorum) masaların farkına vardık. işler bize anlatılanlar kadar kolay olmuyacaktı. Bir kişinin gelmesi, bir savaşla tüm düşmanların yenilmesi, bir çırpıda sorunların çözülmesi ve en önemlisi de böyle bir düşünce yapısının yanlışlığını anlamadık mı? Çünkü büyümek demek bir anlamda sonuç ne olursa olsun, her halükarda, gerçekleri olduğu gibi kabul etmek değil midir?
Eğer tespitlerime itirazınız yoksa kendimce bazı çıkarımlarıma ve gerçeklere geçeceğim. Hiçbir hadisenin ve olgunun tek yönlü ve basit açıklaması olamaz bilirsiniz. Zira hayat bu kadar basitliği, tekdüzeliği kaldırmaz. Buna örnek suç konusunda var sanki. ilkel toplumlar adli bir vakada bir suçlu bulmakla yetinirken modern toplumlar suçu oluşturan bir çok etki üzerinde dururlar. Zira bilirler ki hadisler çok yönlüdür. Bu bilgiyi bir köşeye koyup devam edelim.
Büyüyemeyen, çocuk kalan toplumlar biriken sorunlarını, sadece bir suçlu bulmaları gibi sadece bir kişinin de çözebileceği hatasına da düşerler. Evet, aynen masallardaki gibi, bir kahramanın geleceğini, yetebileceğini ve kötü gidişi değiştirebileceğini kabul ederler. Ne acı böyle bir olgunun kabulüne inanmışlardır. işte bu yüzden kendini lider olarak kabul ettirmiş kişiye, kahraman sıfatını eklemekte çok isteklidirler. O kişiyi yüceltir, insanüstü sıfatlarla donatırlar. Aslında sadece birkaç üstün vasfı olabilecek birinden bir kahraman oluşturulacak, şişirilecek, yüceltilecektir. Bakınız Ortadoğu ve Afrika ülkelerine…
Hani şair diyor ya “Elbet öpen oldukça olur öptüren eller” işte bu mısralardaki ifadeler gibi çocuk toplumlar büyümedikleri için, her zaman elini öpeceği kahramanları olacaktır. Fakat kâinat kuralı gereği ancak gerçekler ölümsüzdür. Bir gün gelecek realiteler masal kahramanını süpürdüğünde maalesef toplum büyümediğinden yeni ve yine kahramanlar gelecektir. Kısır döngü yani…
Oysa büyümüş, tekâmülünü sağlammış toplumlarda bireye değil de sisteme dayalı mekanizmalar sağlam kurulmuş, doğru ve tıkırında işlemektedir. Misalen Hukuk tam anlamıyla oluşturulduğundan, gerçek önemi anlaşıldığından herkes haddini bilmek zorunda kalacak, tehlikeli maceralara girmeyecektir. Yani hayatın gerçekleri dışına çıkamayacaktır. Gerçekler kadar sağlam kale var mıdır? Bir örnekle daha söylersek insan vücuduna benzeyen mekanizma beyin, kol, ayak, mide tüm organlarıyla uyum ve kural içinde yaşadığından ve hepsi birbirine muhtaç olduğundan, her şey olmak isteyene yani sözüm ona bir kahramana gerek kalmayacaktır.
Yazıyı şöyle bitireyim. Toplumlarda ibn Haldun’un meşhur tezinde dediği gibi insanlara benzerler. Doğumları ve ölümleri olan insanlar diyor ya büyük düşünür... Çocuklukları, olgunlukları olan insanlar… Toplumlarda insanlar gibi büyümek istiyorsa çocukluk dönemlerindeki masallarda geçen kahramanları yüceltmeyi bırakmalı, insandan insana değişmeyen, doğru ve hakiki sistemler kurmalı. Yani geçici olana değil kalıcı olana; yalana değil gerçeğe dönmelidir. Birinin olağanüstü niteliklerine değil, yolun sağlam ve ulaştırıcılığına güvenmelidir.
Yani efendim bu kadar sözün kısası dünyayı algılaması eksik, bir kahramana muhtaç olan çocukluğu bırakmalı, kahramanlara ihtiyaç duymayan( kabul edelim normal şartlar kahraman gerektirmez) büyümeyi sağlayalım.