bugün

raquel welsh'in türkiye şubesi.
caminin yıkılmadığı mihrabında hala yerinde durduğu,yaşını hiç belli etmeyen,kendi yaş grubundaki en seksi kadın.
yılların taş gibi sanatçısı ama artık kaya olmaya aday *
yaşına rağmen son derece diri duran kadın.
(bkz: şarap gibi)
yaşlanmayan ve "hohhhoohoo" diye noel baba gibi gülen kimi zaman güzel kimi zaman çirkin, uyuz ötesi bir kadın.
"sevda sevda...unut onu dinsin gonlunde firtina...sevda..sevda..degmez ona aglamaya..!!"

"seni kaybettim ama kendimi kazandim..."
memelerini ortaya salarak prim yapmaya çalışan. Ha birde neco karısından ayrılıp, genç bir kadınla beraber olunca onlara bir şarkı yapmıs. saçma ötesi.
kendi kişisel problemiymiş gibi kalkıp da, belki de medyanın gözü önünde olsun diye, neco hakkında şarkı yapma gereği duyan, suratını 5 kat astar-badana- cila karışımı kaplama ile kaplattırsa da, özellikle de vücudu yaşının çok ilerisinde olan, 1975 senesinde aydemir akbaş ile çevirdiği ayıkla beni hüsnü adlı, ''oscar adayı'' komedi-erotik karışım filmde de esas kızı oynamış, seksi ve de şarkı söylerken hakkını veren bomba teyze...
--spoiler--

Karşımda oturan bir "Star". Üzerindeki siyah, uzun, basit elbiseyi öyle büyük asaletle taşıyor ki, gündüz vakti bir tuvalet giydiğini sanıyor, şaşkınlığa düşüyorsunuz ilk görüşte. Az önce geldiği televizyon çekiminin makyajı ağır, abartılı duruyor yüzünde. Yine de çevresi koyultulmuş gözlerindeki pırıltıda asıl güzelliği. Oynuyor. Yanında ne sıfatla bulunduğumu bilmemenin gerginliği içerisindeyim. Bir hayran, bir fanatik hatta, ya da bir ahbap, bir gözleyeni, bir yakını, dostu. Nasıl düşünüyorsa beni, benim onun hakkında neler hissettiğime kaniyse, öyle davranıyor kuşkusuz bana. imajını koruyor yani. Doğal, alabildiğine doğal, sıcak, yakın. Yanımızda annesini bize çekiştirebilecek kadar samimi... Ya da değil. Dedim ya, oynuyor. Yılların verdiği alışkanlıkla sahneyle hayatı birbirine karıştırıyor, nasıl sahnede ansızın evindeymiş gibi sohbet edebiliyorsa izleyenlerle, bir dostuyla otururken ofisinde, bir anda sahne şovlarından birine dönüştürebiliyor o bir iki saati. Bunu bazen bilerek, bazen elinde olmadan yapıyor, ne artniyetli çünkü, ne de kendini kolay ele verecek kadar acemi. Onu çocukluğumdan beri nasıl takip ettiğimi, tüm şarkılarını, tüm yaşamını, yaşımın elverdiği ölçüde, ezbere bildiğimi iyi biliyor, bunu keyfini çıkartıyor. Hediyeler sunuyor bize, verdiklerinin ne kadar kıymetli, ne kadar sevindirici olacağını bilmenin keyfiyle. Çocuk yaşından beri peşinde koştuğu, duymaktan hiç bıkmadığı alkışların, hayranlık sözcüklerinin, hayranlık nazarlarının, bir kişiden ya da binlerce kişiden almanın hiç farketmediği, o insanı hep onurlandıran, doyuran, çoğaltan tanrısal beğenilme duygusunun tadına varıyor. Onu seviyorum. Bu kadının yaşamındaki tüm iniş çıkışlar, tüm mücadele, kısacık bir zamana sığmış, o kocaman hikayenin dayanılmaz bir cazibesi var gözümde. Bu buluşmadan bir kaç hafta sonra onu sahnede izlerken, yine inanamayacağım "sahnede devleşen" bu kadının, bizim kadar sıradan, normal, basit bir insan olduğuna, hele hele, böyle aynı odanın içerisinde karşılıklı oturup çay içtiğimize, sohbet ettiğimize. Hayran olduğumuz, kendimize yakın hissettiğimiz insanların da bizi en az bizim onları tanıdığımız kadar tanıdığı sanır, buna tuhaf bir şekilde inanırız. Oysa günün birinde bir yerde karşılaşınca onlar bizi görmez, umursamazlar bile çoğu kez. Ve biz yüreğimizde duyduğumuz kırgınlıkla, aslında ne kadar haksız olduğumuzu da bile bile burnubüyük olmakla suçlarız onları, yine de sevmeye devam ederken üstelik. O ise buna hiç fırsat vermedi başından beri. Hep bu kadar sıcak, hep bu kadar yakındı, inandırıcı olmamak pahasına bile olsa, yakın. Yanında kaldığımız o bir saat boyunca, gazetelere dağıtılacak dialarını ayırıyor, bir ahbabıyla albümün promosyonu için düşündüğü projeyi konuşuyor telefonda, evini, Bodrum'daki annesini arıyor, tüm bunları yaparken her defasında özür diliyor bizden, bizim yabancı olmadığımızın üstünü bastırıyor, arkadaşıyla yaptıkları sofra düzenlemeleriyle adeta bir ince zevk müzesine dönüştürülmüş salonunu gezdiriyor bize ofisinin, televizyonda görünen bir kaç meslektaşının dedikodusunu yapıyor, kilo alma ve perhiz üzerine konuşuyor, omuzlarına bıraktığı saçlarını düzeltiyor ara sıra, tüm rahatlığına karşı aslında ne kadar temkinli olduğunu anlatıyor bu hareketi. Karşımda oturan bir "Star". Buna o gün kesin kanaat getiriyorum.

Yıl 1975. Eniştem bir plakçı dükkanında çalışıyor. Karışık kasetler dolduruyor bize. Müziğe nasıl düşkün olduğumu çok iyi biliyor herkes. O sıralar teyzemle nişanlı olan eniştemin efendi bir damat adayı olarak aileye girmek çabasıyla yaptığı bu jest, en çok beni etkiliyor tabiiki. Babamla kasetleri tek tek dinleyip şarkıların isimlerini çıkartıyor eniştem. Ben de oradayım. Sibel Egemen "Hayret", Rüçhan Çamay "Para Para Para", Nil Burak "Tatlı Tatlı", Melike Demirağ "Ninni", Tanju Okan "Kemancı". Adını bilmediğimiz bir şarkıcı çıkıyor sonra. "Gerisi vız gelir bana" diyor "Güzelliğe inanmışım, sevenlere bağlanmışım". "Kim bu ?" diye soruyor babam. "Yeni çıktı bu kız." diyor eniştem. "Acaip bir ismi var. Neydi ya ?..."

1976. izmir'de oturuyoruz o yıl. Yaz ayları. izmir'in sıcağı bunaltıyor, mahallede herkes balkonlarda yatıp kalkıyor. Küçük, siyah beyaz bir araba televizyonumuz var, annemle babam balkonda televizyon izliyorlar. Ben içerdeyim. Pikabımda sarı göbekli bir longplay. "1 Numara Plakçılık" yazıyor üzerinde. "Nükhet Duru, Bir Nefes Gibi". En çok B yüzünün üçüncü şarkısını seviyorum. "Başını dayamış yanındakinin omuzuna" diye başlıyor şarkı. Sadece 7 yaşındayım ama kırmızı, yeşil ışıklarla koskoca bir senfoniye benzeyen o kadının kulisteki acıklı hali yüreğimi burkuyor nedense. Sokaklarda tüm çocukların ağzında Ajda'nın Cezayir-Fransız-Türk sentezi janrının son şaheseri "Viens Da Ma Vie" var, tabii sokakta Türkçeleştirilmiş haliyle: "Pijama, pijama, don, gömlek, fanila". Nükhet Duru'nun şarkılarını sokaktaki çocuklar bilmiyor. Ben biliyorum.Kulisteki kadının dramını yüreğimde duyuyorum.

1978 yılında bu kez Gelibolu'nun köylerinden birinde, Koruköy'de oturuyoruz. Halam ve eşi geliyorlar bizi ziyarete istanbul'dan. Halamın kocası Topkapı Orkestrası'nda trompet çalıyor. Televizyonda yakın tarihte yapılmış önemli bir konser. Sahnedeki orkestrada eniştem de var. Sunucu Halit Kıvanç sahneye Türk Hafif Müziği'nin yeni yıldızlarından Nükhet Duru'yu çağırıyor. Nükhet Duru, televizyona çıkmanın çok zor olduğu günlerde Kamera 1 adlı programıyla sık sık ekranda boy göstermeyi başarmış, bazı çevrelerden bu Avrupai program nedeniyle övgü alırken, bazı çevrelerden de TRT de torpili olduğu yolundaki iddialarla bolca eleştiri almış, son günlerde Ali Kocatepe'yle yaptığı şarkılar sayesinde de gündemde yer kazanmış bir isim. Bu kez bir şarkıcının değil ama bir cambazın dramını anlatıyor Mehmet Teoman, Nükhet alabildiğine neşeli söylüyor, sokaklara düşen ilk şarkısı bu Nükhet'in. Eniştem yüzünü buruşturuyor. "Çok şımarık bu kız" diyor. "Sahnede bunun kadar şımarıklık yapanını hiç görmedim." Sahnede, perdede, televizyonda, günlük yaşamında kasım kasım kasılmaya, erişilmezi oynamaya bayılan yıldızlarımıza o kadar alışmışız ki, evdeki herkes kınıyor sahnede cilvelenerek dönüp duran kadını. Anlattığı hikayeyi duymuyor kimse, efkarını alaturka nağmelerde arayan neslin "Beni sarar melankoli" diye kıvranan kızdan anladığı pek bir şey yok. Beline kadar açık giysisi kınanıyor bu kez. Çok değil, yirmi yıl sonra çoluk çocuk, yaşlı genç, torun torba "Yakalarsam... muck... muck..." diye birbirini öpecek insanların yaşadığı ülke bu değil sanki. Ve bu haliyle Nükhet, vasat bir memur ailesinin üstünde, ötesinde. Daha onu yakalamamıza yıllar var.

--spoiler--

devam edecek ...

müzik eleştirmeni, Hakan Tok'un kaleminden nükhet duru ...
--spoiler--

1980 yılına Elazığ'da "Merhaba" diyoruz. Şehrin ana caddesinde şimdiki alışveriş merkezlerinin o yıllardaki ayarında bir çarşı var, adı: Büyük Pasaj. Sık sık uğradığımız pasajda en çok sevdiğim yer giriş katındaki "Müzik Plak ve Bant Stüdyosu". Her plaktan sadece bir adet geliyor, onlar da isteyene kasete kayıt yapıyorlar. Yani o günlerde konmamış adıyla "korsan" kaset. Koyu bir plak düşkünüyüm hala. Kasetleri kabullenemiyorum. Sipariş verdiğim bir plak en az iki haftada geliyor istanbul'dan. "Nükhet Duru IV" uzun bir bekleyişten, her gün okul çıkışı pasaja uğrayıp "Geldi mi ?" diye sormalardan, GONG dergisindeki hayli olumlu eleştiriyi defalarca okuyup, her defasında daha da çok merak etmelerden sonra nihayet elimde oluyor bir öğleden sonra. Sesi radyodan çıkan otomatik pikabımdan uzun süre inmiyor albüm. Kapağını çok beğeniyorum, bir de şarkı sözlerini. 11 yaşındayım. Büyümeye özeniyorum. "Nerde o eski şarkılar" diyorum. Çakır'ın hüzünlü öyküsü acıtıyor içimi, kadınca meydan okuyuştan artakalan "Yürekten bakmayan erkekler herhalde" dizesinde saklı sitemi anlamaya çalışıyorum. Derken bir gece aynı şarkılarla televizyonda görüyorum Nükhet'i. TRT denetiminin o günlerde aldığı bir kararla, şarkıcının, önünde sanatını icra ettiği dekorun herhangi bir yerinde isminin yazması yasaklanmış. En güzel şarkı makaslanıyor bu yüzden, arkasında parıltılı harflerle Nükhet Duru yazılmış dekorun önünde, yine denetim kurulunun isteği üzerine albümden farklı olarak yeniden yorumlanmış "Benimsin Diyemediğim"i izleyemiyor, sadece söz konusu dekoru gazetede görüyorum. Bir önceki yıl Eurovision Türkiye elemelerine de katılıp ilk elemeyi geçemeyen Ali Kocatepe bestesi "Çakır"ın en can alıcı yerinde sadece "Oooooo" demekle yetiniyor Nükhet, bu "Oooooo"nun manasının ne olduğunu yıllar sonra şarkının yeni ve sansürsüz yorumunda öğrenebiliyorum ancak. Yıllar sonra bu versiyona tesadüf edeceğim bir gün TRT FM radyosunda, malum kelimenin geçmesinden hemen sonra şarkının fade-out yapılarak bitmeden bitirildiğine şahit olacak, güleceğim bu duruma ister istemez. Herşey değişirken hiçbirşeyin değişmediğini düşüneceğim. "Sevince yatağına sığmayan dere gibi kadınım" da demiyor Nükhet, başka başka sözler geçiyor şarkının tam orasında. Küçücük aklımla kızıyorum denetleme kuruluna. "Şarkılarımı" mahfettiklerini düşünüyorum.

1984. Şan Tiyatrosu Hisseli Harikalar Kumpanyası, Yedi Kocalı Hürmüz, Geceye Selam, Şen Sazın Bülbülleri gibi sazlı sözlü müzikallerle sallanmış. Türk halkı 80 ihtilali sonrası kavuştuğu bu yeni eğlenceliğin tadını çıkarıyor. Enerji tasarrufu yılları. Tek kanallı televizyon akşam 19.30'da açılıp 23.00'da kapanıyor. Haftada bir gün yayınlanan eğlence programlarında boy gösterebilmek için TRT Denetim Kurulunun Engizisyon Mahkemelerini andıran kararlarını aşabilmek gerekiyor. Müzikallerde denetim yok. Şen Sazın Bülbülleri'nin neşeyle şakıdığı sahneye döner bir platform kuruluyor. Bir bıçak saplanıyor platformun tam ortasına, yanına kırmızı bir gül bırakılıyor. Fonda Bisset'nin uvertürü. Karmen, Nükhet Duru. Lisedeyim daha. Bir akşam, okulun servisiyle gidiyoruz Şan Tiyatrosu'na. Salonun yaş ortalaması, hayli üstümüzde. Fuayede oyunun afişleri satılıyor. Cebimde babaannemin verdiği haftalıktan kalan azıcık para, ancak bir kola içmeye yetecek. Işıklar sönüyor. Gerçek yaşamında hep sakin, duru ve hüzünlü aşklar yaşayan kadının, sahnede erkekleri kendine acımasızca aşık eden meşum kadına dönüşmesini izliyorum olanca inandırıcılığıyla. Şevket Altuğ çıkıyor sahneye. Don Jose, Karmen'e ümitsizce aşık. Ağlarken bile güldürüyor Şevket Altuğ. izleyenler gülmek istiyor. Escamillo'nun şarkısına tempo tutuyorlar coşkuyla, izleyenler eğlenmek istiyor. Işıklar yanıyor. istanbul'un yağmurlu caddelerinde buğulu camlarıyla ilerliyor servis otobüsü. Kimse memnun değil bu akşamdan. Ben, izlediğim en güzel gösteri olduğunu düşünüyorum oysa. Karmen'in şarkısı ezberimde. "Hiçbir engel tanımam ben, hele bir aklıma koymuşsam..."

Yıl 1985. Kahraman Afyonoğlu'nun hazırladığı, Çiğdem Tunç ve Mehmet Ali Erbil'in sunduğu, ayda bir yayınlanan Do-Re-Mi programı, sakin ve sessiz geçen Cumartesi gecelerinde en büyük keyfim. TRT standartlarının çok üstünde bir program. Sadece popu, üstelik yerli popu, farklı fikirler, değişik bir şov anlayışıyla sunan, şarkıcılara bildik şarkılarını değil, farklı şeyler söyleten, düetler yaptıran, eşi benzeri bugün bile bunca ekranda varolmayan bir deneme. Bir ay Nilüfer-Zerrin Özer ikilisi varsa, başka bir ay Sibel Egemen-Füsun Önal, sonra MFÖ-Sezen Aksu. Ve bir gece Nükhet Duru-Johnny Logan !!!! ilk bakışta çok ilgisiz görünen bu iki isim o gece ekranda harikalar yaratıyorlar. Nükhet'i ilk ve son kez öyle izliyor seyirci. Bluejean'li, kısa saçlı, zıp zıp zıplayan, hop hop hoplayan, yabancı şarkılar söyleyen, önce kendisi eğlenen bir genç kız. "Vay be !" diyorum hayli içten, hayli şaşkın."Bu kadında neler varmış !"

Nükhet'i ikinci kez 'canlı' görüşüm 1988 yılında olmalı. Dikran Masis'le evlenip saçlarını sarıya boyatmış, kocasının büyük ve cesur hamlelerle kurduğu Tim Müzik'ten yıllar sonra tamamıyla pop bir albüm çıkartmıştı. Kasetin promosyon günleriydi. Popun küllerinden yeniden doğmasına daha bir kaç yıl vardı, dolayısıyla daha yapılan bu şeye "promosyon" denmeye de başlanmamıştı. Harbiye Kenter Tiyatrosu'nda bir kaç konser verecekti Nükhet Duru. Şubat tatilinde istanbul'daydım.Konsere kardeşimle birlikte gittik. Sahnedeki sarışın kadın, bütün görkemi, bütün ihtişamıyla döktürürken şarkıcılığını, ben o akşam yoğun bir şekilde yaşayacaktım yukarıda bahsettiğim duyguyu. Seyircilerin arasında Ferdi Özbeğen ve Attila Atasoy da vardı. Nükhet laf arasında bir punduna getirip ikisinin de orada olduğunu seyirciye anons etmiş, onlar için birer alkışı ustaca hediye sunmuştu. Bense oturduğum balkon sırasından hayran gözlerle onu izliyor, bütün şarkıları onunla birlikte mırıldanıyor, beni göreceği, farkedeceği anı bekliyordum. Böyle bir şey olmadı tabii. Konser çıkışında kardeşimin çocuk ısrarına dayanamayıp, bizi almaya gelen babamla beraber, bir saat tiyatronun kapısında bekledik. Nihayet geldiğinde şaşkındı. "Bir saattir sizi bekliyoruz, ikna edemedik" dedim kardeşimi gösterip. "Ah canııııımmm...!!" dedi Nükhet, kardeşime sarıldı. Sonra babam bizim beraber fotoğrafımızı çekti. Günlerce, ballandıra ballandıra herkese anlatacaktık bu bir kaç saniyelik tanışmayı. Evet, tanışmak. Yedi yaşımdan beri tanıdığım, hayatını ezbere bildiğim, konser boyunca gözlerinin içine baka baka onunla beraber şarkılarını söylediğim Nükhet'le, Nükhet Duru'yla daha yeni tanışmıştım.

--spoiler--

devam edecek ...

müzik eleştirmeni hakan tok'un kaleminden ...
--spoiler--

1994 kışı çetin geçiyor Trakya'da. Malkara'da oturduğumuz kooperatif evlerinin olduğu muhite araç giremiyor bir kaç gündür. Kardan yollar kapalı.Kaloriferlerimiz az yanıyor, battaniyelerin altında oturuyoruz evin içinde. Sofradayız. Beyaz görmekten yorulmuş gözlerimizi oyalıyor rengarenk ekranıyla televizyon. Nükhet Duru'nun yakında çıkacak albümü mevzubahis henüz daha sulanmamış magazin programlarından birinde. Nükhet'in Şehrazat'ın kapısına yatmasına sebep şarkıyı izleyeceğiz az sonra, izzet Öz'ün yıllar sonra nefis bir klibe imza attığını öğreniyoruz. "Sürgün"ün bir senfoniyi andıran ilk nağmeleriyle başlıyor Ses Tiyatrosu'nun tarihi sahnesinde "devleşen" Nükhetin, tam Nükhet'lik görüntüleri. Bu saç modeli, bu makyaj, senelerdir çok da hesaplamadan yaratılmış bu görüntü artık moda deyimiyle "imaj"ı olmuş Nükhet'in. Şarkı bittiğinde soluksuz kaldığımı farkediyorum. Boğazıma bir yumru oturuyor. O anda tüm hissettiklerimden, o kopkoyu hüzünden, coşkudan, keyiften, acıdan, sevinçten, hepsinden daha çok bir duygu kalıyor geriye... Kıskanıyorum... Deli gibi kıskanıyorum.

1996. "Sarışının Adı Esmerin Tadı" ATV'nin iddialı eğlence programı. Yirmi yıl önce "Kamera 1"le Raffaella Carra'lığa soyunan Nükhet, bu kez alaturka sazları, URT'nin kadrolu figuran seyircileri, ünlü, ünlü olmaktan cılkı çıkmış konukları eşliğinde bol göbek atmalı (Nükhet her daim oynamaya teşne, partneri eski dansöz, haliyle) bol kahkahalı, bol cilveli programıyla rating peşine düşüyor. Kimya tamam, fizikler mükemmel, Türker inanoğlu zaten ezeli Nükhet müdavimi, destek yabana atılır cinsten değil. Söylenen her şarkı Mahmure kıvamında, edilen her söz halkın istediği mihvalde. Gündemde kalmak adına mazur görülebilir, görülmelidir, heyhat Erol Evgin'le, Perran Kutman'la, daha önceleri Sezen Aksu'yla, Neco'yla da benzer ortaklıklar parlak sonuçlar vermiştir, seviyeleri bu televizyon şovuyla kıyaslanamasa da. Belli ki biraz daha bekleyeceğiz ben ve benim gibiler, Primadonnamızın Sulukule ayaklarını terketmek üzere Mehmet Teoman'ı tekrar bulmasına dek. Arada bir Soner Olgun'la barışma dönemleri geçecek, "Eyvah" diyeceğiz, "bu kadın yine türkü okuyacak !". Allahtan olmayacak o iş. Nükhet ve Sibel her tesadüf ettikleri yerde ısrarla tekrar edecekler gerçi bu sarışın-esmer mevzuunu amma, en azından periyodu haftada birden uzun olacak bundan kelli.

Dördüncü keresinde artık adamakıllı tanış olduğum, ahbap saydığım bir Nükhet Duru izlerken Rumeli'nin günlerdir yağan yağmurlardan sırılsıklam olmuş hisarında yine de kurtulmuş değildim o aşağılık duygudan. Rumelihisarı'nda konser verebilme mertebesine erişmiş her boyu emsallerinden bir santim daha uzun (ya da Mustafa Oğuz'a bir santim daha yakın) star gibi Nükhet'in de ilk üç sıraya yerleştirilmiş torpilli bankları dolduracak kadar "özel" dinleyicisi vardı. Sanatçının selam sabah edeceği, eğilip öpüşeceği, hasret gidereceği ve taş sıralarda oturanlara yabancılıklarını daha bir hissettireceği hatırlı dostlarına ayrılan sözkonusu banklara, taş sıralardan iltica etmeye çalışan iki hanıma, Most Production görevlilerin in gösterdiği nezaketli sepetleme seramonisi konser başlamadan önce eğlencelik olmuştu bize. Belki talep etsek Nükhet'ten, biz de oturabilirdik orada, bunu ucuz bulmuş, böyle bir şey istemeye utanmıştık. Rumelihisarı'nda o gece de tıpkı yıllar önce Kenter Tiyatrosu'nda yaptığım gibi yine tüm şarkılarını beraber söylerken Nükhet'in yine gözlerinin içine içine bakıyor, yine kendimi farkettirmeye çalışıyordum. Yine konser çıkışı, yine kardeşim ve bu sefer eşlerimizle birlikte Nükhet'i bekliyorduk. Bu kez sitem ediyor, bizi göremediğinden yakınıyor, yanındakilere bizi "dostlarım" diye tanıştırıyordu. "Yaz" diyordu bana, "izlenimlerini mutlaka yaz, bekliyorum."

Bu yazdıklarım o isteğin bir cevabıdır. Sonrasında daha yakın olduğum, evinde oturup sohbet ettiğim, hatta yazdığım şarkı sözlerini sahnede söylerken izlediğim Nükhet profili var hayatımda. Onlar ayrı bir yazının konusu olacak elbet. Benim kadar hayran herkesin bu yazıyı hayli onaylayarak, "Aaa bunu ben de hissettim" diyerek okuyacağını düşünüyorum. Zira ben de yıllardır Naim Dilmener'i, Hakan Eren'i ve benzer insanları aynı keyif ve özdeşleşmeyle okuyorum. Kıskançlık mı ?? E, haliyle.

--spoiler--

müzik eleştirmeni hakan tok'un kaleminden nükhet duru ...
--spoiler--

Eskiden beri hep özgün besteler diye tutturdu. Fevkalade bir yorumcu fevkalade bir insandır. Özgün besteler diye tutturdu fakat bizim memleketimizde tam manasıyla batı müziğinde besteci olarak pek fazla bir insan göremiyorum. Avrupa mesela hem müziği hem sözü eşit tutar ama aslında bana sorarsanız söz daha mühimdir. Müzik ne kadar güzel olursa olsun sözler olmayınca melodi kayar kafanızdan fakat çok güzel bir söz kafanıza çakılır kalır. Melodisi aklınıza gelmese bile şu sözlü şarkı nedir diye sorarsınız. Sahnesine gelince kendini o kadar sebatla yetiştirdi ayrıca çok da hatırşinasdır. Çok severim ve her ne kadar beraber çalışma imkanımız olmasa bile yine de hep arar sorar ve ben aradığım zaman hep telefona kendisi çıkar ötekilerde bunu göremezsin.

--spoiler--

Fikret Şeneş
sesi olmasa da fiziği zamana meydan okuyan şarkıcımız
ismindeki h harfini hep unutarak nüket şeklinde yazdığım yaşına rağmen kendi değimiyle hala taş gibi olan kadın.
kökleri niğde'ye uzanan sanatçı.
altin kelebek ödüllerinde onur ödülüne layık görülmüş olan yılların eskitemediği sanatci.
(bkz: eski kasar)
bilmem kaç yaşında olmasına rağmen 18 lik kızlar gibi pozlar kesen hatun kişisidir.nedir bu gençlik merakı anlamış değilim.bırak biraz yaşını yaşa yaa.
hiç yaşlanmayan ve yaşlanamaycak olan görüp görebilceğimiz en muhteşem hatunlardan biri.
ısrarla 'bende estetik yok' demektedir. Botoks'u estetik saymıyorsa öyledir tabii. Göz bebekleri mazgal kapağına dönmeye başlamış. yazıktır. Buna rağmen (biz yine de 'ben gene sana vurgun'un) hastasıyızdır. (orjinali 'ben gene sana vurgunum' dur olmalıdır.
(bkz: yillanmis sarap)
(bkz: baska da bir sey demiyorum)
cazgır gibi bir hatun vesselam.
aslında gayet yaşını göstermesine rağmen, suratına sürmüş olduğu bir mangalık hatunun sürebileceği boyayla, milleti kolpalamaya çalışan, yine de fiziki anlamda, yaşıtlarından fersah fersah ötede olduğu belli olsa da, güzellikten ve fizikten çok, gerçekten de, güçlü sesi ve güçlü sesiyle birleşen eşsiz yorumu ile bilinmesi gereken, aralarında gösterildiği ajda pekkan, sezen aksu ve nilüfer kadar müzikal anlamda başarılı olamamış; yine de özellikle yorumu ve sesiyle, geldiği yerin de ötesinde olması gereken şarkıcı.

şarkıcı olmaya karar vermeden önce de, pek bir şuh modunda takılıp, nam ı diğer aydemir akbaş'a 1975 senesinde çevirmiş olduğu filmde ayıklatmı$tır kendisini. (bkz: ayıkla beni hüsnü) bir iki filmde daha oynayıp da, şarkıcılığa geçmiş, oldukça iş yapan şarkılara da imza atmıştır...

aynı zamanda, dönemin pop janrına uyan, 1994 çıkışlı mükemmel bir nükhet duru albümüdür, ki*, sadece yasaksa yasak adlı parçanın, uzay heparı ya ait düzenlemesiyle ile bile, saygıya eşdeğerdir efendim...
konuşması, gülmesi yapmacık... doğallıktan kopmuş insan modelidir.
konusmadığı zmanalar bir tanrıça..
Gündemdeki Haberler
güncel Önemli Başlıklar