bugün

yazar ismail mutlu nun, mutlu yayıncılıktan çıkan kitabı. kader konudu bu eserde her yönleriyle ele alınmış olup, okuyan insanın aklında hiçbir soru işareti bırakmamaktadır. akıcı ve sade bir dil kullanılmıştır. okuyan herkes rahatça konuların özünü varabilir.

kitabın içeriğindeki bazı konu başlıkları,

-kaza ve kader
-ehl-i sünneti ve kader
-kader değilir mi
-tevekkülü nasıl anlamalıyız
-evliliğin kaderle ilgisi nedir
Islam dini mensuplarinin inacidir, koru korune "yazilanlara" inanmakdir.
KADER AÇIKLAMALARI
Sahihi Müslim isimli kitapta, Ebu Hureyre’nin naklettiğine göre; Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) şöyle anlatmıştır:
“Âdem ile Musa (aleyhisselâm) Rableri katında birbirlerine karşı deliller ortaya koymak suretiyle tartıştılar. Ve neticede Âdem delil gücüyle Musa’ya galebe çaldı.”
Musa;
– Sen ALLÂH’ın kendi eliyle yarattığı; kendi ruhundan, ruh nefh ettiği; meleklerini secde ettirdiği; cennetine yerleştirdiği ve sonra da yaptığı hatadan dolayı bütün insanları indirten Âdem değil misin? diye hitap etti.
Bunun üzerine Âdem (aleyhisselâm) da Musa’ya cevap verir;
– Sen ALLÂH’ın Rasûllüğü ve kelâmıyla mümtaz kılıp seçtiği; içinde her şeyin açıklaması bulunan levhaları verdiği; sessizce konuşucu olarak kendine seçtiği Musa’sın! Benim yaratılmamdan kaç sene evvel ALLÂH’ın Tevrat’ı yazdığını biliyor musun..?
Musa (aleyhisselâm) cevap verdi;
– Kırk sene evvel!..
Âdem dedi ki;
– Peki Tevrat’ın içinde, “VE ÂDEM RABBiNE ÂSi OLDU DA ŞAŞIP KALDI” (20.Tâhâ: 120) âyetini buldun mu?.. Tevrat’ta böyle bir âyet yazılı mıydı?
– Evet! dedi Musa (a.s.)
Âdem;
– ALLÂH’ın, beni yaratmasından kırk sene evvel, benim yapmamı üzerime takdir buyurduğu bir işi yapmamdan dolayı, beni nasıl azarlayıp, kınayabiliyorsun!.. dedi.
Rasûlullâh (aleyhisselâm) devam ediyor;
“Böylece, Âdem, Musa’ya delil gücüyle galebe çaldı.”
Şimdi burada kırk sene diyor. Buradaki kırk sene elbette bizim senelerimizle değil!..
“Melekler ve ruh, miktarı (size) elli bin sene gibi olan bir süreç içinde urûc ederler (hakikatlerindeki Allâh’a ermek için yöneliş süreci) O’na.” (70.Me’aric: 4)
âyetinde işaret edilen bir biçimde, “meleklerin” günüyle kırk sene olarak anlamak lazım... Yoksa bizim zaman boyutumuza göre değil!
Ayrıca burada başka bir gerçeğe işaret ediliyor...
Hz. Rasûlullâh burada önemli bir açıklama yapıyor...
Şöyle ki...
Âdem, Musa’ya diyor ki; “Benim yaratılmamdan şu kadar sene evvel üzerime takdir edilen bir işi yapmam dolayısıyla beni nasıl suçlarsın...”
Eğer Âdem, bizim beşerî değer yargılarıyla bakışımıza göre kabul ettiğimiz bir biçimde, kendi bağımsız iradesiyle o fiili yapmış olsaydı; Âdem, kendi dileğiyle, ALLÂH’a rağmen, ALLÂH istemediği hâlde, kendi özgür iradesiyle o fiili yaptı der, Âdem’i suçlayabilirdik!
Ama burada Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) diyor ki;
“Âdem Rabbinin takdiri üzere böyle bir fiili ortaya koydu!.. Sen bunu bilmiyorsun...”
diyerek, bu sözüyle Âdem’in haklılığına işaret ediyor.
Bununla bağlantılı bir hadîs-î şerîf var:
“ALLÂH MAHLÛKATIN KADERLERiNi GÖKLERi VE YERi YARATMAZDAN ELLi BiN SENE EVVEL YAZMIŞTIR.”
Yani, her varlığın, neyi yapmak üzere varoluşunu takdir eden, “ALLÂH”tır.
Yeryüzünde yaşayan tüm canlıların, gerek dış dünyalarında ve gerekse de iç dünyalarında karşılaştıkları her olayın “ALLÂH TAKDiRi” ile meydana geldiği islâm Dini’nin Kutsal Kitabı KUR’ÂN-I KERÎM’DE apaçık bir biçimde ve kesin bir dille açıklanır...
işte Hadiyd Sûresi 22 ve 23. âyetlerinin anlamı:
“ARZDA (bedeninizde dış dünyanızda) VE NEFSLERiNiZDE (iç dünyanızda) SiZE iSÂBET EDEN HiÇBiR MUSÎBET YOKTUR Ki, BiZiM ONU YARATMAMIZDAN ÖNCE, BiR KiTAPTA (ilim boyutunda oluşmuş) OLMASIN! MUHAKKAK Ki BU ALLÂH ÜZERiNE ÇOK KOLAYDIR! (Bunu bildiriyoruz) Ki ELiNiZDEN KAÇANA ÜZÜLMEYESiNiZ VE SiZE VERDiĞi iLE DE SEViNiP ŞIMARMAYASINIZ! ALLÂH ÇOK ÖVÜNEN KiBiRLi HiÇBiR KiMSEYi SEVMEZ!” (57.Hadiyd: 22-23)
KUR’ÂN böylesine yalın ve kesin bir dille her şeyin “TAKDiR” olduğunu vurgularken...
Rasûlullâh (aleyhisselâm) şimdi nakledeceğimiz açıklamalarında görüleceği gibi, net bir biçimde “kader”in “TAKDiR” olduğunu beyan ederken; basîret sahibi bir insan nasıl “KADER” olayını inkâr eder, oldukça hayret verici bir husustur!
Bu konuda bilgilenmek isteyen Hz. Ömer radıyallâhu anh, bir gün Rasûlullâh Efendimizle otururken soruyor;
– Yâ Rasûlullâh, yapmakta olduğumuz işin, şu anda oluşmakta olan, yani bir işin başlangıç hâli mi, yoksa önceden tamamlanmış, takdir olmuş bir iş mi olduğu hususunda ne buyuruyorsun?..
Burada Hz. Ömer’in sormak istediği husus şu:
Yani biz, önceden hakkımızda takdir edilmiş olan, yazılmış, olmuş bitmiş bir işi mi yapmaktayız; yoksa, şu anda işler oluşup geliyor... Bizim hakkımızda böyle bir takdir yok; kendi bağımsız irademizle kendi gücümüzle, kendi varlığımızla mı bir şeyler meydana getiriyoruz?..
Rasûlullâh (aleyhisselâm) cevap veriyor;
“Ey, Hattaboğlu önceden tamamlanmış olan bir işin üzerinesin!..”
“Herkes kolaylıkla başaracaktır!.. Ne var ki, saadet ehli olan saadet işine çalışacak, şekavet ehlinden olan da şekavete yönelik fiiller meydana getirecektir!”
Şimdi bakın burada vurgulanan husus apaçık!..
Bu beyan ile şu anda yapılagelmekte olan bütün işlerin önceden yazılmış, takdir edilmiş ve hatta oluşmuş olaylar olduğu açıklanmaktadır...
Kim açıklıyor?..
Dini bize tebliğ eden Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)...
Öyle ise bu kesin gerçeğe karşı çıkan biri, direkt olarak Dini tebliğ eden Rasûlullâh’a karşı çıkmış olacaktır!
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın “KADER”le ilgili açıklamalarını “iNSAN VE SIRLARI” isimli kitabımızın “Kader” bölümünde geniş bir biçimde sizlere naklettik.
Ayrıca, “Kader” konusunun “DUA” ile bağlantısı, “duanın kaderi değiştirip değiştirmeyeceği” hususlarına da “DUA VE ZiKiR” isimli kitabımızda yer verdik.
Bu iki kitaptaki iki bölüm; yani “iNSAN VE SIRLARI” kitabındaki “Kadere iman” bölümüyle, “DUA VE ZiKiR” kitabındaki “Kader ve Dua” bölümü, birbirini bütünleyen iki önemli bölümdür.
Şimdi konulara yeterince açıklama getirmek üzere bazı hadislere daha değinelim.
Ebu Hureyre’nin nakline göre Hz. Rasûlullâh şöyle buyurmuştur;
“HER BiRiNDE HAYIR OLMAKLA BiRLiKTE ALLÂH’A GÖRE KUVVETLi MÜMiN, ZAYIF MÜMiNDEN DAHA SEViMLi VE HAYIRLIDIR.”
“SANA YARARLI OLAN ŞEYLER ÜZERiNDE HIRSLA ÇALIŞ. ALLÂH’TAN YARDIM iSTE VE ACZE DÜŞME.”
“EĞER SANA BiR OLAY iSÂBET EDERSE; BU HOŞUNA GiTMEYEN OLAY DOLAYISIYLA, ‘KEŞKE BEN BÖYLE YAPMASAYDIM, BÖYLE OLURDU!’ DEME...”
“ ‘ALLÂH BÖYLE TAKDiR ETMiŞ O DiLEDiĞiNi YAPAR’ DE... ZiRA KEŞKE KAVRAMI ŞEYTAN AMELiNE YOL AÇAR.”
Şimdi dikkat ediniz, bu Rasûlullâh uyarısı, hayatımızın her döneminde, günün her anında, bize ışık tutması yön vermesi gereken bir işarettir.
Pek çok olayda hemen şunu söyleriz...
Keşke bunu yapmasaydım!.. Veya; keşke şunu yapsaydım da böyle olmasaydı!
işte Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) bu düşünceyi kesinlikle reddediyor!..
Diyor ki;
– “Keşke” kavramı şeytan ameline yol açar…
Yani, şeytanî düşünceye yol açar!
Çünkü ALLÂH takdir ettiği içindir ki, senden veya ondan o fiil meydana gelmiştir!.. Ve o fiilin meydana gelmemesi de asla mümkün değildir!
O takdir edilmiş ve öyle olacaktı ve oldu!
O işin öyle olmaması kesinlikle düşünülemez!
işte bu sebepledir ki, Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) “keşke” kelimesini ve kavramını yasaklıyor.
“Ben keşke demiyorum ki, yapmasaydım diyorum”..?
“…saydım” takısı “keşke” kavramının bir başka ifadesidir... Kendimizi aldatmayalım!
Yani, bu idraka göre, içinde yaşadığın an’ın gerisinde cereyan etmiş olan, hangi olay olursa olsun; senin, “keşke bunu yapmasaydım” demeye hakkın yoktur.
Kime göre?.. islâm dinini bize tebliğ eden Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’a göre! O’na inanıyorsan, senin böyle bir şey demeye hakkın yoktur.
Senin kendi namına, “keşke böyle yapmasaydım”, demeye hakkın olmadığı gibi; karşındaki için de “böyle yapmasaydı bu olmazdı” demeye hakkın yoktur!..
Ya Rasûlullâh’a iman et, karşındakine “böyle yapmasaydın bu iş böyle olmazdı” demeyi terk et!
Ya da: “Ben Allâh Rasûlü’ne inanmıyorum, benim aklım yatmıyor öğretisine” de; herkesi geçmişinden dolayı suçlamaya devam et!
Bu ikisinin dışında başka bir görüş yok...
Bu hususu bir başka yönüyle anlatan bir diğer Rasûlullâh açıklamasını size nakledelim...
Hadiyd Sûresi’nin 22 ve 23. âyetlerinin ışığında anlamaya çalışalım bu açıklamayı...
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) şöyle buyurdu;
“KUL, HAYRI VE ŞERRi iLE KADERE iMAN ETMEDiKÇE; KENDiSiNE iSÂBET EDENiN ONDAN ŞAŞMASINA, YANi ONA iSÂBET ETMEMESiNE; KENDiSiNE iSÂBET ETMEYENiN DE ONA iSÂBET ETMESiNE iHTiMAL BULUNMADIĞINA, KESiNLiKLE iNANMADIKÇA MÜMiN OLMAZ.”
Size isâbet etmiş herhangi bir olay, yani başınıza gelmiş herhangi bir olay... Bu olayın başınıza gelmemesinin mümkün olmayacağına inanacaksınız... “Bu olay başıma geldi ama gelmeyebilirdi de” demeye hakkınız yok!
“Bu başıma geldi, çünkü ALLÂH bunun benim başıma gelmesini takdir etmiş!.. Bunun başıma gelmeme yolu yoktur!” Ya da “Bu başıma geleni karşımdaki falanca filanca benim başına getirmedi... ALLÂH takdir ettiği için, bu benim başıma geldi. Ve gelmemesi düşünülemezdi” diyeceksin her an...
Sana isâbet etmemiş bir olay için de, “Bu olay olmadı ama olabilirdi”, diyemezsin!..
Olay senin başına gelmemişse, sana isâbet etmemiştir! Ayrıca bunun sana isâbet ihtimali de mevcut değildir. Bunu da böyle kabul edeceksin...
Yani, sana isâbet edenin, etmemesine ihtimal olmadığını; sana isâbet etmeyenin de, sana isâbet etmesi ihtimalinin asla mevcut olmadığını idrak etmedikçe; ya da böyle olduğuna iman etmedikçe; ALLÂH’ın kaderine, takdirine iman etmiş sayılmazsın; yukarıda naklettiğimiz Rasûlullâh uyarısına göre...
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) bir başka açıklamasında da bakın ne buyuruyor;
– Yâ Rasûlullâh bize dinimizin aslını beyan et, dedi Malik Ebu Mürşid... Ve bize naklediyor bu olayı, Cabir radıyallâhu anh:
“BUGÜN YAPMAKTA OLDUĞUMUZ BU FiiLLER NEYiN iÇiNDEDiR? BUGÜN ORTAYA KOYDUĞUMUZ FiiLLER, KALEMLERiN YAZIP DA KURUDUĞU, TAKDiRLERiN CEREYAN ETTiĞi iŞLER iÇiNDE MiDiR?”
YANi, HAKKIMIZDA TAKDiR EDiLMiŞ, YAZILMIŞ, KALEM KURUMUŞ, OLMUŞ BiTMiŞ VE OLMAMASI ARTIK DÜŞÜNÜLEMEZ, KESiN OLARAK O OLAY MEYDANA GELECEKTiR, TÜRÜNDEN BiR iŞ MiDiR YAPTIĞIMIZ, YAŞADIĞIMIZ OLAYLAR; YOKSA, BÖYLE BiR ŞEY DEĞiL DE, ŞU ANDA BiZiM AMELLERiMiZE GÖRE BiR YAŞANTI MI SÖZ KONUSU..?
Bu soruya karşılık Rasûlullâh (aleyhisselâm) şu cevabı buyurmuştur;
“HAYIR! BUGÜN iŞLENEN iŞ, YENi OLUŞACAK iŞLER iÇiNDE DEĞiLDiR! FAKAT, KALEMLERiN YAZIP KURUDUĞU, TAKDiRiN CEREYAN ETMiŞ OLDUĞU iŞLER iÇiNDEDiR.”
Bunun üzerine sordu:
“PEKi ÖYLE iSE NiYE ÇALIŞALIM?..”
Rasûlullâh şöyle buyurmuştur;
“AMEL EDiNiZ, ÇALIŞINIZ. ÇÜNKÜ HERKESE KOLAYLAŞTIRILMIŞTIR.”
Yani, Hz. Rasûlullâh buyuruyor ki, siz fiilinizi ortaya koymaktan geri kalmayınız. Çünkü herkese kolaylaştırılmıştır... Yani, herkes belli fiilleri yapabilecek şekilde programlanmıştır. Dolayısıyla, yapmaya programlandığı iş ona kolay gelir ve onu ortaya koyar! O anda o işi yapmamak kişinin elinde değildir.
Yine bu konuda şu soru ile açıklama istendiğinde;
“Bu üzerlerine hükmedilen ve önceden yazılan bir kaderden olarak, kendilerine isâbet eden şeyler midir; yahut Nebi ve Rasûllerin getirdiği ve üzerlerine hüccet sâbit olacak şeylerden olarak, kendilerini o anda karşılayacak şeyler midir?”
Rasûlullâh şöyle buyuruyor;
“HAYIR, BU iKiNCi SÖYLEDiĞiN DEĞiL; ÜZERLERiNE HÜKÜM OLUNAN VE KENDiLERiNi KARŞILAYAN ŞEYLERDiR!..”
Azîz ve Celîl olan ALLÂH’ın kitabında da bunu tasdik eden şu âyet var;
“NEFSE (bilince) VE ONU DÜZENLEYENE; SONRA DA ONA (bilince) HEM FÜCURUNU (Hak’tan ve Sistemden sapmayı) VE HEM DE TAKVASINI (korunmasını) iLHAM EDENE Ki...” (91.Şems: 7-8)
Şimdi burada da vurgulanıyor ikinci defa... Soruluyor;
– Yâ Rasûlullâh, şu anda insanların yapmaya çalıştığı şeyler, yapmayı arzu ettiği, düşündüğü meydana getirdiği şeyler, kendileri için ezelde, geçmişinde takdir edilmiş ve o takdiri yerine getirmek üzere var olmuş varlıklar mıdır insanlar?
Dolayısıyla bu insanların yaptıkları bu fiiller, üzerlerine hükmolmuş ve değişmeyecek bir şekilde kesinleşmiş fiiller midir?
Yoksa bunlar hakkında böyle kesin hükümler yoktur, insanlar şu anda kendi özgür iradeleriyle yaptıklarıyla mı kendi kaderlerini kendileri çizerler?..” Yani, kendi yaşamlarına kendileri mi yön verirler?
Buna karşılık Hz. Muhammed (aleyhisselâm) şu anlama gelecek şekilde açıklıyor olayı;
“iNSANLAR, KENDi YAŞAMLARINA KENDiLERi YÖN VERECEK BAĞIMSIZ VE ÖZGÜR YAPIYA, ÖZGÜR VARLIĞA SAHiP DEĞiLLERDiR!.. KENDiLERi HAKKINDA, ALLÂH’IN TAKDiRi NE iSE, O TAKDiRiN GEREĞiNi YAŞAYACAK, GEREĞiNi YERiNE GETiRECEKLERDiR.”
Şimdi böyle söyleyince, genelde birçok insanın kafası karmakarışık oluyor.
Ve burada hâliyle şu önemli sual soruluyor:
– Efendim benim hakkımda her şeyi takdir eden ALLÂH ise, benim ne yapacağımı O takdir etmişse; O’nun takdiri mutlak olarak yerine gelecekse; bunun değişmesi mümkün değilse; ben, ne diye çalışacağım, ne diye bir şeyleri meydana getirmeye gayret edeceğim..?
Burada gerçekten, insanı tebessüm ettiren hoş bir mantık çelişkisi var!
Bir yandan diyorsun ki, mâdemki dediğin gibi her şey takdir olunmuştur, her şey yerine gelmiş, o yerine gelen şeyi ben yerine getirmek zorundayım; öbür yandan da diyorsun ki, öyle ise ben yapmam!..
Yâ HÛ!
Zaten senin hakkında o şeyi yapmak takdir edilmişse; sen o işleri yapacak kabiliyet ve istidatla programlanmışsan; senin “yapmam” demen, bir şey ifade etmez!.. Sen zaten o takdir edileni yapacaksın! Senin, bunu yapmaman düşünülemez!..
Veya, sana onu yapmamak takdir edilmişse; takdir üzere onu yapmayacak bir istidat ve kabiliyet ile programlanmışsan; onun gereği biçimde fıtratın oluşmuşsa; sen, illa ben bunu yapacağım desen de yapamayacaksın, mümkün değil!..
Çünkü neyi yapmak üzere var edilmişsen, ancak onu başarabilirsin; onu gerçekleştirebilirsin; onu ortaya koyabilirsin! Aksi takdirde o fiili ortaya koyamazsın! Koyamadığın o fiil de takdirin içindedir; senin hakkındaki takdirin sonucudur!..
Nitekim buyuruyor ki Hz. Rasûlullâh;
“HER ŞEY KADER iLEDiR!.. HATTA ÂCiZLiK iLE ZEK VE BECERiKLiLiK DAHi!..”
Hüseyin (r.a.) soruyor;
– Yâ Rasûlullâh, cennet ehli ateş ehlinden ayırt edilebilir mi?.. Yani şu anda belli olmuş mudur, kim cennet ehli, kim azap ehli?
“EVET” diyor; Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)...
– Peki bu çalışıp, uğraşıp didinenler niye çalışıyorlar, didiniyorlar?
Rasûlullâh buyurdu ki;
“HERKES NE iÇiN YARATILDIYSA, ONUN YOLLARI KENDiSiNE KOLAYLAŞTIRILMIŞTIR.”
Yani, “fıtrat”ları onlara yapacaklarını kolaylıkla yaptırır!
Şimdi burada kafamıza takılan çok önemli bir sualin cevabı var. Ki bu bizim kafamıza takılan sual, 1400 sene evvel de bu zâtın kafasına takılmış.
Demek istiyor ki;
– Yâ Rasûlullâh, mâdemki şu anda cennet ehli belli, azap ehli de belli, yani senin cennetlik olduğun veya azaba düşeceğin belli. Bu durum da böylece belli olduğuna göre, niye hâlâ birtakım çalışmalarla uğraşayım?.. Niye birtakım uğraşılara gireyim de bunlarla cenneti elde edeceğim, diyeyim; veya birtakım işleri yapmaktan geri kalayım azap ehli olacağım, diye; nasılsa ikisi de belli!..
Hz. Rasûlullâh burada şunu buyuruyor;
“HERKES NE iÇiN YARATILMIŞ iSE ONA O KOLAYLAŞTIRILMIŞTIR!..”
Bu cümlenin mânâsını iyi anlayalım!
Nasıl anlayacağız..?
Bu ikazın mânâsını iyi anlamak için başta da anlattığımız konuyu iyi kavramak lazım.
“ALLÂH”, kendisindeki çeşitli isimlerin mânâlarını ortaya koymak üzere, çeşitli mânâları meydana getirmiştir!
Bu mânâlar, terkipler-bileşimler hâlinde mânâ sûretlerini, çeşitli varlıkları, birimleri ve insanları ve onların programlarını oluşturmuştur.
Bu terkipsel mânâ sûretlerinin kapsadığı anlamların ortaya çıktığı mahallerden biridir insanlar!.. Yani her bir birim, her bir mahal, bir mânâ terkibinin ortaya çıktığı yerdir.
Dolayısıyla, o mahalde, birimin varlığını meydana getiren Esmâ terkibinin -bileşiminin- dışında hiçbir şey yoktur.
Senin, “Ben” kelimesiyle işaret ettiğin varlığın, o isimler bileşimidir ki bu da senin varoluş programın yani fıtratındır!.. Ve o Esmâ terkibinin dışında da -ismin hariç- senin hiçbir varlığın yoktur!.. Yani, varlığını meydana getiren o Esmâ terkibini kaldırabilsek ortadan, sen hiç olursun!..
işte, senin “Esmâ bileşimin”deki özellikler sana “kolaylaştırılmış” olanı belirler, tespit eder!
Senin “takdir edicin”, yani “RAB”bin, senin o “Esmâ terkibin-bileşimin”dir!..
Bu yüzden de senin, o “Esmâ terkibin-bileşimin”e isyan etmen, itaat etmemen kesinlikle mümkün değildir!..
Mümkün değildir; çünkü ona itaat etmemek, isyan etmek gibi özellikleri meydana getirecek bir varlığın yok!.. Nerede kaldı, iraden!
Sendeki bütün vasıflar, özellikler, senin varlığını meydana getiren “isimler bileşiminin” mânâlarından başka bir şey değildir!
Dolayısıyla senin “kolaylaştırıcın” yani sende çeşitli isimlere yönelik eğilimi meydana getiren ana faktör, senin varlığını meydana getiren o “ilâhî isimler terkibi-bileşimin” yani “fıtrat”ındır!.. Yani “RABBiN”dir!.. Senin Rabbine isyanın ise hiçbir şekilde mümkün değildir.
işte bu sebepledir ki, sana ne kolaylaştırılmışsa, sana kolaylaştırılmış olanı mutlak olarak yerine getirmek zorundasın!
– iyi, peki ama ALLÂH beni nasıl azaba atıyor?
– Önce bil ki, ALLÂH seni azaba atmıyor!.. Sen kendi yaptığın fiillerinin sonuçlarına katlanmaktasın! Ne tür eylemde bulunursan, karşına onun sonuçları çıkacaktır!..
Bile bile gidip zehir yiyor musun?.. Şuurun yerindeyken kendi kafanı kesiyor musun?.. Bilincin çıkarlarını ne yönde görürse o yana adım atıyorsun!.. Öyle ise ilmin kadar davranışlar ortaya koyacak; sonra da bunun sonuçlarına katlanacaksın!
Ya her şeyi zerresine kadar “ALLÂH”tan bil; ya da hayalinde tasavvur ettiğin tanrını dilediğin gibi yargıla ve hesaba çek! Bakalım bir şey değişecek mi?
Ayrıca, ALLÂH dilediğini yapar!.. Bak ne okuyorsun âyette...
“YAPTIĞINDAN SUAL SORULMAZ!”
“ALLÂH”a, “Sen bunu bana nasıl yaparsın, beni nasıl cehenneme atarsın”; diye bir sual sorulmaz!..
Senden böyle bir sual çıkar mı, çıkar!.. Sivrisinekten de havada uçarken vıız diye bir ses çıkıyor, kanat çıpmasından!.. Sivrisineğin kanadından çıkan vıız sesi gibi; senden de “ALLÂH”a sual sorma sesi çıkar!.. “Nasıl olur da böyle yaparsın?” dersin... Ama hiçbir şey değişmez; sadece kendini tatmin etmiş, aldatmış olursun!..
Şunu iyi bil ki, “ALLÂH” ismiyle işaret edilen, “Melik”tir, “Mâlik”tir, “Mâlik-el Mülk”tür!
Var olan her şey; sen değil; senin anan baban değil; çocuğun sülalen değil, senin yaşadığın köy, kasaba, şehir değil; senin içinde yaşadığın memleket, içindeki bütün insanlar değil; senin üzerinde yaşadığın Dünya ve o Dünya’da yaşayan bütün varlıklar değil; senin Dünya’nın tâbi olduğu merkez yıldız, Güneş ve ona tâbi olan bütün planetler değil; senin merkez yıldızın Güneş gibi milyarlarcası değil; yüz milyarlarla yıldız değil; o yüz milyarlarla yıldızın meydana getirdiği galaksi gibi milyarlarla galaksinin içinde bulunduğu boyuttaki Evren değil; sayısız boyutlardaki sayısız evrenler, “ALLÂH”ın indînde bir “Hiǔtir!..
Eğer bunu anlayamıyorsan; hâlâ sen, “ALLÂH” adıyla işaret edilenin, kendisinden hesap sorabileceğin bir üst büyüğün; ya da yukarı katta bir yerde oturan “tanrı” olduğunu sanıyorsan, bu sendeki saflık tezahüründen başka bir şey değildir!..
Bak, “ALLÂH” ne buyuruyor:
“EY KULLARIM HEPiNiZ DALÂLETTESiNiZ. ANCAK BENiM HiDÂYET ETTiKLERiM HARiÇ!.. BENDEN DiLEYiN SiZE HiDÂYET EDEYiM.
HEPiNiZ FAKiRSiNiZ BENiM ZENGiN KILDIKLARIM HARiÇ!.. BENDEN DiLEYiN SiZE RIZIK iHSAN EDEYiM.
HEPiNiZ GÜNAHKÂRSINIZ, ANCAK BENiM MAĞFiRET ETTiKLERiM MÜSTESNA. iÇiNiZDEN HER KiM BENiM BAĞIŞLAYICI OLDUĞUMU BiLiRSE, BENDEN MAĞFiRET DiLERSE, ALDIRMADAN BAĞIŞLARIM.
SiZiN EVVELiNiZ VE ÂHiRiNiZ, DiRiNiZ VE ÖLÜNÜZ, YAŞINIZ VE KURUNUZ KULLARIMDAN EN TAKVALISININ KALBiNE SAHiP OLSALAR, BU DURUM BENiM MÜLKÜMDE BiR SiVRiSiNEĞiN KANADI KADAR ARTIŞ GETiRMEZ.
SiZiN EVVELiNiZ VE ÂHiRiNiZ, DiRiNiZ VE ÖLÜNÜZ, YAŞINIZ VE KURUNUZ EN ŞAKÎ KULUN KALBi GiBi OLSALAR, BENiM MÜLKÜMDE BU DURUM BiR SiVRiSiNEK KANADI KADAR BiR ŞEY EKSiLTMEZ!
SiZiN EVVELiNiZ VE ÂHiRiNiZ, ÖLÜNÜZ VE DiRiNiZ, YAŞINIZ VE KURUNUZ BiR SAHADA TOPLANSA VE iÇLERiNDEN HER iNSAN, ÜMiTLER YETTiĞi KADAR iSTESE, iSTEDiĞiNi VERiRiM DE BENiM MÜLKÜMDEN HiÇBiR ŞEY EKSiLMEZ... ÖYLE Ki; iÇiNiZDEN BiRi DENiZE UĞRAYIP, iĞNEYi SUYA DALDIRIP SU ALSA NE iFADE EDER..?
BEN DiLEDiĞiMi YAPARIM!..
BAĞIŞIM BiR SÖZDÜR, AZABIM BiR SÖZDÜR!
BiR ŞEYiN OLMASINI DiLERSEM, OL DERiM VE O ŞEY OLUR. OLMAMASI DÜŞÜNÜLEMEZ.”
Düşünün ki, evren içre nice nice evrenler, “ALLÂH”ın indînde bir nokta!
Sadece, algıladığımız evrende milyarlarla galaksi var!
Milyarlarla galaksinin içinde yüz milyarlarla yıldızlar var.
O yüz milyarlarla yıldızların her birinde hadsiz hesapsız sonsuz sayıda âlemler, varlıklar mevcut!
Tüm bunların içinde senin yerin ne ki; sen tutup, “benlik” davası güdüp;
“Ben dilediğimi yaparım, ben kendime böyle bir yön veririm, ben kendime şöyle yön veririm; ALLÂH böyle istemiş ama benim de kendime göre iradem var, gücüm var, ben de böyle yaparım” diyebiliyorsun!!?
Bu gibi sözlerin bil ki, “ALLÂH”ın hakikate erdirdiği kullarında, hoş bir tebessüm meydana getirir sadece!..
islâm’ın şartı beştir, altıncısı da haddini bilmektir; derler ya!
Bil ki edep, haddini bilmektir!..
ilmi olmayan, haddini bilemez! ilim haddini bilmeyi getirir!
O’dur ilim ki, “ALLÂH” indînde “tüm âlemlerin bir hiç olduğunu” sana idrak ettirir!..
Evet, “ALLÂH” indînde kâinat bir “hiç”tir!
Ne demiş;
“iNDÎ SÂNi’DE BÜTÜN MAHLÛKAT BiR NOKTADIR, O NOKTA DA, BiR NÜKTEDiR!”
indî Sâni’de, yani sonsuz sayıda varlıkları meydana getirenin indînde, o varlıkların tümü bir “nokta” hükmündedir...
Ve o “nokta” da, bir “nükte”dir!..
“Nüktedir”in mânâsına başlarda dokunduk biraz, buraya bağlantısını ârif olan yapar elbette!
Evet, “ALLÂH” her ortam için, o ortamın ehlini meydana getirmiştir...
Nitekim Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) açıklıyor ki;
“ALLÂH CEHENNEMi YARATMIŞ VE ONUN iÇiN EHLiNi MEYDANA GETiRMiŞ; CENNETi DE HALKETMiŞ ONUN iÇiN DE EHLiNi MEYDANA GETiRMiŞTiR.”
Bu açıklamayı iyi anla dostum...
Şimdi sen, eğer cennet için yaratılmış, meydana getirilmişsen, cennet ehli olmak üzere var edilmişsen, sana cennete gitmenin yolları kolay gelecek; cennete doğru adım atmak sana kolay gelecek; cennet ehlinin fiillerini meydana getirmek sana kolay gelecek; o fiiller senden meydana gelecek ve neticede sen cennete ulaşacaksın!..
Yok eğer, cehennem ehli olarak tarif edilen kişilerden olmak üzere meydana gelmişsen, bu takdirde seni oraya sevkedici fiiller davranışlar sana hoş gelecek; sana zevk verecek; onları ortaya koymak sana kolaylaşacak; böylece de sen kendini azaba sokacak olan fiilleri kolaylıkla yapacak, yaşayacak ve bu senden meydana gelen fiiller neticesinde de paşa paşa o azap ortamında yerini alacaksın!..
Dolayısıyla şimdi kendi hâline bir bak!..
Eğer şu anda senden, seni azaba sokacak olan fiiller meydana geliyorsa; şu anda öldüğün takdirde, seni azap bekliyor.
Yok eğer şu anda senden, seni huzura, saadete, mutluluğa, cennete sevk edecek fiiller meydana geliyorsa, bu takdirde, şu anda ölürsen sen bir cennet ehli olarak, bu dünyadan geçip gidersin.
Sakın, beni niçin böyle yarattın, deme gafletine düşme!..
Çünkü, böyle denebilecek bir muhatabın yok!
Nitekim bunu Hz. Rasûlullâh da çok güzel vurguluyor...
“ALLÂH CENNET iÇiN BiR BÖLÜK YARATTI, CEHENNEM iÇiN BiR BÖLÜK YARATTI.”
Nitekim başka bir hadîs-î şerîf’te de şöyle buyuruyor:
“KUL, DÖRT ESASA iMAN ETMEDiKÇE, ALLÂH’A iMAN ETMiŞ OLMAZ:
- TANRININ OLMADIĞINA, SADECE ALLÂH’IN MEVCUT OLDUĞUNA;
- BENiM ALLÂH RASÛLÜ OLUP, HAK iLE GÖNDERiLDiĞiME;
- ÖLÜMÜ TATMANIN MUTLAK OLDUĞUNA VE ÖLDÜKTEN SONRA YAŞAMIN DEVAM EDECEĞiNE;
- KADERE MUTLAKA iMAN ETMESi GEREKTiĞiNE.”
Yani, “bir kişi ALLÂH’a ve Rasûlüne ve bildirdiklerine iman etmedikçe mümin olmaz” buyuruyor Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)...
Yine buyuruyor ki Hz. Rasûlullâh...
“ALLÂH HER NEFSi YARATMIŞ, ONUN HAYATINI, RIZKINI VE KARŞILAŞACAKLARINI TAKDiR ETMiŞTiR.”
Yani, birimi meydana getirmiş, o birimin rızkını meydana getirmiş ve o birimin karşılaşacağı bütün olayları da takdir etmiştir... Bütün bunlar, hep “ALLÂH’ın takdiri” üzere meydana gelir.
Bütün bunları böylece anladıktan sonra, nasıl oluyor da hâlâ bu sualler meydana geliyor, diyoruz... Anladıktan sonra, diyoruz ama gerçekte, bunları duyup da tam anlayamamaktan dolayı bu sualler meydana geliyor!
Doğal olarak en başta gelen soru da biraz önce sorduğumuz sual...
“Peki ALLÂH, mâdemki benim cehennemlik olduğumu takdir etmiş, o zaman ben ne diye çalışayım?”
Sen şu anda, senin için ne takdir olduğunu bilmiyorsun... Ben de benim için ne takdir olduğunu bilmiyorum!..
Cennetlik olarak da takdir etmiş olabilir; cehennemlik olarak da takdir etmiş olabilir!
Bu ilim ve takdir ALLÂH’ın indînde mevcuttur!
Ancak ben bunu bilmediğime göre, Hz. Rasûlullâh’ın söylediklerine kulak vererek, kendime ona göre yön çizmeye çalışırım...
Eğer beni cennetlik olarak takdir etmişse, bana bu yolda çalışmak kolay gelir zor gelmez! Ve böylece birtakım çalışmalar ortaya koyarım!.. Elimden geldiğince namazımı edâ etmeye çalışırım; orucu yerine getirmeye çalışırım; Hacc’ı yaparım... Bu ilmi elde etmeye çalışırım.
Ölüm ötesi yaşamın gerçeklerini idrak edip, ona göre kendimi hazırlamaya çalışırım. Bunları yapmaktan dolayı yüksünmem. Bu yolda yaptığım çalışmalardan dolayı etrafımın benim aleyhimde söyleyeceği sözlerden, konuşmalardan yüksünmem, gocunmam!.. Onlar konuşur, ben yoluma devam ederim!
Ancak bütün bunlar, bana kolay değil de zor gelirse... Ve ben bunları yapmaktan kaçınırsam...
Bunların yerine içki içer, kumar oynar, bedenimin zevklerine dönük bir yaşam biçimi sürer; zamanımı bedenime dönük bir biçimde tüketir; şartlanmalarıma uygun ve zevk duyacak bir şekilde geçirirsem; elbette ki, tüm bunları da bana kolay geldiği için yaparım... Ve bu davranışlarımın sonucu olarak da, o ızdırap ve dehşet ortamını boylarım!
Burada esas anlamamız, fark etmemiz gereken nokta şudur;
insan ismi, kul ismi ardında, “ALLÂH’ın Esmâ terkibi”nden başka bir şey mevcut değildir...
Bu yüzdendir ki; o ismin altında ortaya çıkan ilim, o ismin altında ortaya çıkan irade, o isim altında ortaya çıkan kudret, sadece ve sadece “O’nun Rabbine”, âlemlerin Rabbi olan ALLÂH’a aittir!
Nitekim buna işaret sadedinde denmiştir ki;
“L HAVLE VE L KUVVETE iLL BiLLÂH”
Bu sebepledir ki, kulda ortaya çıkan irade, ALLÂH’ın iradesi; ALLÂH’ın kudreti, ALLÂH’ın kuvvetidir.
Senin varlığında ALLÂH’ın Esmâ’sı, isimlerin mânâları dışında hiçbir şey mevcut değildir!
Dikkat et!..
Biz, ALLÂH kudret ve iradesinin kuldan çıkışını gördüğümüz zaman, ona “cüz’i kudret” ve “cüz’i irade” deriz.
“Cüz’i iradenin” mânâsı; “ALLÂH iradesinin” kuldan ortaya çıkışıdır!..
Yoksa, “kulda, ALLÂH’ın iradesi dışında, ayrı, bağımsız, özgür bir cüz’i irade mevcuttur”, mânâsına değildir bu!..
Yani, “kul” ismi altındaki varlıktan meydana gelen ilim, ALLÂH’ın ilim sıfatının; “ALiYM” isminin mânâsı, ilim vasfının zuhurudur...
ALLÂH’ın, “MÜRiYD” isminin neticesi olarak, “ALLÂH” muradının kuldan açığa çıkmasına da biz “cüz’i irade” deriz.
ALLÂH kudret ve kuvvetinin kuldan açığa çıkmasına, kulun “cüz’i kudreti” ile meydana getirdiği şey deriz; olaya dışarıdan bakmamız sebebiyle...
Nitekim bu konuya işaret eden âyet;
“HÂLBUKi SiZi DE YAPTIKLARINIZI DA ALLÂH YARATMIŞTIR!” (37.Sâffât: 96)
işte biz, artık bu anlattıklarımızı iyice anlamaya çalışarak, “kadere iman edenlerden” olalım... Çünkü imanın ana esaslarından birisi “kadere iman”dır.
“Kadere hakkıyla iman” da ancak senin varlığının ve benliğinin “ALLÂH” indînde bir “hiç” olduğunu idrak etmenle mümkün olur.
Dilerim ki ALLÂH, bizlere “kadere hakkıyla iman” edenlerden olmayı kolaylaştırmış olsun ve “kadere iman üzere ölüm ötesi sonsuz yaşama geçip”, alnı ak bir biçimde, Hz. Rasûlullâh’ın huzurunda, yanında yer almayı bizlere nasip etsin.
Şimdi de “KADER” konusuna ışık tutan bazı âyetler ile Rasûlullâh açıklamalarını görelim;
“HiÇBiR ŞEY YOKTUR Ki ONUN HAZiNELERi (oluşturan kuvveleri) BiZiM iNDÎMiZDE OLMASIN! BiZ ONU (o kuvveleri - özellikleri) GEREKEN ÖLÇÜSÜYLE iNZÂL EDERiZ (açığa çıkartırız).” (15.Hicr: 21)
Buhari, Müslim, ibni Hanbel ve Ebu Davud’da mevcut bir hadis;
“Hiçbir nefs yoktur ki, “ALLÂH” onun cennet veya cehennemdeki yerini ve onun saîd veya şakî olduğunu yazmamış olsun.”
Bir adam baktı ve sordu:
– Yâ Rasûlullâh o hâlde bu yazılmış olan kitabımıza itimat edip, çalışmaları terk etmeyelim mi?
Rasûlullâh (aleyhisselâm) buyurdu ki:
“Saadet ehlinden olan saadet ehlinin amelini yapar. Şekavet ehlinden olan şekavet ehlinin amellerine devam eder.”
Buhari’den:
“Siz amel edin, çalışın, herkes yaratılmış olduğu amel için kolaylaştırılmıştır.”
“Sizi rahimlerde (ana karnında - Rahıymiyetinde - varlığınızı oluşturan Esmâ mertebesinde) dilediği gibi şekillendiren (oluşturan - programlayan) “H۔dur!” (3.Âl-u imran: 6)
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa, elbette hepsi toptan iman ederdi... Olayın gerçeği bu iken; sen, iman etmeleri için insanları zorlayacak mısın?” (10.Yûnus: 99)
“Kendisini yaratan Allâh Esmâ’sının bileşimi elvermedikçe, bir nefs için iman etmek mümkün değildir!” (10.Yûnus: 100)
“Allâh dilediğini ortadan kaldırır ve (dilediğini de) sâbit kılar. O’nun indîndedir Ümmül Kitap (ana BiLGi - Esmâ mertebesinin her an nasıl bir şe’nde olacağının ilmi)!” (13.Ra’d: 39)
“Benim katımda hüküm değiştirilmez! Ben kullara zulmedici değilim!” (50.Kaf: 29)
“Allâh kime hidâyet eder ise, odur hakikate eren! Kimi de saptırır ise, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” (7.A’raf: 178)
“Allâh, iman edenleri dünya yaşamında da, sonsuz gelecekte de değişmez gerçeği vurgulayan söz üzere (Kelime-i Tevhid) sâbitler! Allâh, zâlimleri saptırır! Allâh dilediğini yapar!” (14.ibrahiym: 27)
“Allâh kime hidâyet ederse, kimse onu saptıramaz! Allâh (Bi-) Aziyz (kullarından bu isminin işaret ettiği özelliği açığa çıkaran), Züntikam (araya duygu katmaksızın yaptığının sonucunu kesinlikle yaşatan) değil midir?” (39.Zümer: 37)
Abdullah ibni Mesud (r.a.)’dan;
– Rasûlullâh bana insanın oluşumundan haber verdi ki buyurdu:
“Sizin birinizin ana-baba maddeleri kırk gün ana karnında kaldıktan sonra, o maddeler ikinci bir kırk gün içinde katı kan pıhtısı hâlini alır. Sonra yine kırk gün içinde Mudga denilen bir çiğnem ete döner. 120. günün sonunda “ALLÂH” bir melek gönderir. Ve gelişen o mudgaya dört özelliği yazması emrolunur. Onun cinsiyeti, rızkı, eceli, saîd veya şakî olduğunu yaz, denir. Bu melekler bunu yazdıktan sonra ruh nefh olur.
Şimdi sizden bir kişi, bu fıtratı icabı iyi iş işler de, hatta kendisi ile cennet arasında bir kulaç mesafe kalır, bu sırada yazısı gelir, o kişiyi önler, bu defa o cehennemliklerin işlerini işlemeye başlar.
Sonra sizden bir kişi fena iş işler. Hatta kendisi ile cehennem arasında bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada kitabı gelir onu önler. Bu defa o kişi ehli cennetin işlerini işler.” (Buhari-Tecrid: 1324)
imran Bin Hüseyin’den:
Bir kere Rasûlü Ekrem’e bir kişi geldi şöyle sordu:
– Yâ Rasûlullâh, ehli cennet cehennemliklerden ayırt edilir mi?
“Evet, ayırt edilir.”
– Öyle ise hayır işleyenle, ibadet edenler niçin etmeli, cennetlik ve cehennemlik ezelde belli ise?
“Herkes ne için yaratıldı ise, onu işler. Kendisi için ne kolaylaştırıldı ise onu yapar.” (Buhari-Tecrid: 2062)
“ALLÂH” de ötesini bırak! (6.En’am: 91)
“irade ettiğini (Dilediğini) yapar!” (85.Burûc: 16)
“Muhakkak ki biz her şeyi kaderiyle (yazılı - programlanmış) yarattık!” (54.Kamer: 49)
Yani biz, o kaderi kendisinde mevcut olarak, yarattık.
Abdullah (r.a.) anlatıyor:
“Şakî anasının karnında şakî olan, sâid de başkasından ibret alandır.” dedi.
Bunun üzerine, bu açıklamayı işiten birisi Huzeyfe’ye (ki Huzeyfe radıyallâhu anh Hz. Rasûlullâh’ın sır kâtiplerinden birisidir) geldi ve sordu:
– Nasıl bir adam hiç iş işlemeden, dünyaya gelmeden, anasının karnında şakî olur?
Huzeyfe (r.a.):
– Buna ne şaşırıyorsun, Rasûlullâh (aleyhisselâm)’dan işittim, şöyle diyordu:
“Nutfenin, yani spermin ana rahmine girmesinden sonra, “ALLÂH” nutfeye bir melek gönderir. Melek ona şekil verir, göz kulak verir, derisini, etini, kemiklerini meydana getirir. Sonra;
– Yâ Rabbi erkek mi, dişi mi olsun, diye sorar. Rabbin de dilediğini hükmeder; melek de yazar.
Sonra;
– Yâ Rabbi ömrü ne kadar olsun, diye sorar. Rabbin dilediğine hükmeder, melek de yazar!
Sonra;
– Yâ Rabbi rızkı ne olsun, der. Rabbin dilediğine hükmeder, melek de yazar.
Sonra elindeki sahifeye emrolunduğuna bir şey ilave etmeden çıkar.” (Müslim)
Enes (r.a.) naklediyor:
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) şöyle buyuruyor:
“Muhakkak ki ALLÂH her rahime bir melek memur etmiştir. Bu melek; “Yâ Rabbi bu bir nutfedir, bu alakdır, bu mudgadır” der.
Ve sonra ALLÂH bunu yaratmaya hükmettiği vakit melek; “Yâ Rabbi erkek mi dişi mi, şakî mi, saîd mi, rızkı nedir, ömrü ne kadardır” diye sorar. Ve böylece bunların hepsi de anasının rahmindeyken yazılır” buyurdu. (Buhari-Müslim)
Hz. Âli şöyle buyuruyor:
Bir gün Hz. Rasûlullâh oturuyordu ve bir ağaç parçasıyla yeri çiziyordu. Aniden başını kaldırdı ve:
– Sizden bir tek kimse yoktur ki cennet ve cehennemdeki yeri bilinmiş olmasın! buyurdu. Yanındakiler:
– Yâ Rasûlullâh, şu hâlde niye çalışıyoruz?.. Her şeyi bırakıp tevekkül etmeyelim mi? dediler.
Hz. Rasûlullâh:
– Hayır çalışınız! Herkes ne için yaratıldıysa onun için hazırlandırılır! buyurdu. Sonra da;
“Veren, sakınan ve kelime-i tevhidi tasdik eden kimseye gelince, biz onu cennete hazırlarız. “ALLÂH”ın hakkını yoksullara vermeyen, sevabından imtina gösteren ve tekzip edeni de cehenneme hazırlarız” (92.Leyl: 5-10)
âyetlerini okudu. (Buhari, Müslim, Tırmızî)
Denildi ki:
– Yâ Rasûlullâh, sanki şimdi yaratılmışız gibi, bize dinimizi açıkla..? Bugün yaptığımız işler, önceden takdir edilmiş ve yazılmış işler midir, yoksa vukuundan sonra mı bize takdir edilmektedir?
Rasûlullâh:
– Hayır! Bilakis, yaptığınız işler önceden takdir edilmiş ve yazılmış olan işlerdir.
Sordular:
– Şu hâlde iş yapmanın, çalışmanın ne önemi var?
– Her iş yapan kendi işine hazırlanır. (Müslim ve Tırmızî)
Ömer radıyallâhu anh naklediyor:
– Yâ Rasûlullâh ne buyurursun? Yaptığımız işler, yepyeni yapılmakta olan bir şey mi, yoksa önceden takdir edilen bir iş mi?
Hz. Rasûlullâh:
– Önceden takdir edimiş olan işlerdir ey Hattab’ın oğlu! Herkes önceden takdir edilmiş olan işlere hazırlanmıştır. Saadet ehlinden olan saadet için çalışır, şekavet ehlinden olan da şekavet için çalışır.
Abdulvahhab Bin Süleym şöyle diyor:
Mekke’ye geldim. Ata Bin Ebirebah ile buluştum. Ve;
– Ey Ebu Muhammed... Basralılar “kader” diye önceden yazılmış takdir edilmiş bir şey yoktur, diyorlar..?
Ata da:
– Evlatçığım sen Kur’ân okur musun? dedi.
– Evet dedim. Ata (r.a.):
– Şu hâlde Zuhruf Sûresini oku dedi.
Ben de:
– Ha, mim, açıklayan kitaba yemin ederim ki, biz onu anlayasınız diye Arapça bir Kur’ân yaptık. Muhakkak ki o nezdimizdeki ana kitapta çok yüce ve hikmetlidir. (43.Zuhruf: 1-4) âyetlerini okudum.
Ata sordu:
– Ümmül Kitap, (kitabın anası) nedir, bilir misin?
– ALLÂH ve Rasûlü daha iyi bilir dedim. Ata da:
– (Ümmül Kitap) O bir kitaptır ki “ALLÂH” gökleri ve yeri yaratmadan önce onu yazmıştır... Orada, Firavun’un cehennemlik olduğu vardır... Orada, “Tebbet yeda ebu leheb” (Ebu leheb’in iki eli kurusun) âyeti vardır, dedi.
Ata demiştir ki!..
Rasûlullâh’ın arkadaşı Ubade bin Samid’in oğlu Velid’i bulmuştur. Babanın ölümü anında babanın vasiyeti nedir, diye sordum. Şöyle dedi;
Babam çağırdı ve bana;
– Ey oğulcağazım, ALLÂH’tan kork. Bil ki; ALLÂH’a, kadere, hayr ile şerrin hepsine iman etmedikçe, ALLÂH’tan sakınmış olmazsın. Bundan başka bir inanç üzere ölürsen, cehenneme girersin! Muhakkak ki ben Rasûlullâh’tan işittim ki:
“ALLÂH önce kalemi yarattı. Yaz dedi. Kalem neyi yazayım diye sordu. ALLÂH; Kaderi, olanı ve ebediyete kadar olacak olanı yaz buyurdu.” (Tırmızî ve Ebu Davud)
Şimdi gene Ebu Davud’tan okuyoruz. Abdullah Bin Fevr şöyle demiştir:
Ubeydullah Bin Kaab (r.a.)’ın yanına geldim. Ve kendisine;
– Zihnimi kader ile ilgili bazı şeyler karıştırdı. Bana bu hususta bir şeyler anlat. Belki “ALLÂH” bu vesveseleri kalbimden giderir..?
Ubeydullah radıyallâhu anh buyurdu:
– Eğer “ALLÂH” göklerinde ve yerinde bulunanların hepsine azap verse idi, onlara Rahmeti, onların yaptığı işlerden daha hayırlı olurdu!..
“ALLÂH” yolunda Uhud dağı kadar altın harcasan, kadere iman etmedikçe, başına geleceğin şaşmayacağına, başına gelmeyenin de asla sana isâbet etmeyeceğine iman etmedikçe “ALLÂH” bu imanı senden kabul etmez!
Bundan başka bir inanç ile ölürsen cehenneme gidersin.
Abdullah Selemi der ki;
Sonra Abdullah Bin Mesud’a gittim; o da aynı şeyi söyledi. Huzeyfetul Yemaniye gittim, o da aynı şeyi söyledi...
Sonra Zeyd Bin Sabit’e gittim, o da aynı şeyi Hz. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi vesellem’den nakletti. (Ebu Davud)
Bu da Tırmızî’den, iman bahsinden:
Abdullah Bin Amr şöyle demister;
Hz. Rasûlullâh (s.a.v)’ı işittim, şöyle diyordu:
“Muhakkak yüce ALLÂH yarattıklarını bir karanlık içinde yarattı. Sonra onlara nûrundan saçtı. Bu nûrdan nasibi olan kimse hidâyete erdi. O nûrdan nasibi olmayan kimse de dalâlete saptı. Ve bunun için ALLÂH’ın ilmine göre kalem kurudu.”
Yani işlerin takdiri son bulmuş ve kalemin yazacağı bir şey kalmamıştır.
Ebu Hureyre şöyle demiştir:
Rasûlullâh bize geldi, biz de kader hakkında münakaşa ediyorduk... Buna o kadar kızdı ki yüzü kıpkırmızı oldu; sanki yanaklarına nar suyu sıkılmıştı...
“Bununla mı emrolundunuz? Ben bununla mı size gönderildim?.. Sizden önceki ümmetler, bu mesele hakkında münakaşa ettikleri vakit helâk oldular.” (Tırmızî)
Bu hadis kader konusunda Hz. Rasûlullâh’ın söylediklerini aynen kabul etmeyi ve Hz. Rasûlullâh’ın söyledikleri hakkında değişik yorumlar çıkartarak münakaşa etmeyi yasaklayan bir hadistir.
Tırmızî ve Beyhaki’de mevcut olan bir hadis:
Aişe (r.a.)’dan; Hz. Rasûlullâh şöyle buyrmuştur:
“Lânet ettiğim altı kişi vardır ki, onlara ALLÂH ve gelmiş geçmiş bütün Nebi ve Rasûller lânet etmiştir... Bunlar:
1. “ALLÂH”ın kitabına ilave yapan,
2. Kaderi tasdik etmeyen,
3. “ALLÂH”ın zelil kıldığını yükseltmek, azîz kıldığı kullarını da alçaltmak için zorlamalarla insanların başına musallat olan,
4. Mekke’nin hareminde yasak olanı işleyen,
5. Benim ehl-i beytime; neslime zulmeden,
6. Benim sünnetimi terk eden; yani getirdiğimden yüz çevirenler!”
“Her topluluğun takdir edilmiş bir ömrü vardır... Onların ömrünün sonu geldiğinde, ne bir an ertelenebilir, ne de öne alabilirler.” (7.A’raf: 34)
“Eğer Allâh insanları zulümlerinden dolayı sorumlu tutup sonucunu hemen yaşatsaydı, (arz) üzerinde hiçbir DABBE (insan değil insan bedeni) bırakmazdı! Fakat onları hükmedilmiş bir vakte tehir ediyor... Ecelleri geldiği vakit de ne bir saat geri kalırlar, ne de öne geçebilirler.” (16.Nahl: 61)
Müslim isimli Rasûlullâh açıklamaları kitabında da eşi Ümmü Habibe’nin dua ederken Rasûlullâh tarafından şöyle uyarıldığı anlatılmakta:
– Ey ALLÂH’ım, uzun ömür vermek suretiyle, beni, zevcim Rasûlullâh’tan, babam Ebu Süfyan’dan ve kardeşim Muaviye’den faydalandır...
Rasûlullâh kendisine şöyle buyurdu:
“Sen ALLÂH’tan kesinleşmiş eceller ve zaruri olan birtakım şeyler ve takdir edilmiş birtakım rızıklar hakkında talepte bulundun ki, ALLÂH onlardan hiçbirini ne vaktinden önceye alır, ne de sonraya bırakır.
Eğer ALLÂH’tan seni cehennemdeki azaptan, kabirdeki azaptan kurtarmasını isteseydin senin için daha hayırlı olurdu.”
Ebu Davud’dan bir başka açıklama:
Hasan Basri’ye sordum: “Anlat bana, Âdem (a.s.) gök için mi, yer için mi yaratıldı?”
Hasan Basri: “Yeryüzü için” dedi. “Peki ne dersin, korunup da malûm ağaçtan yemeseydi” dedim... “Ondan yemek zorunda idi” dedi.
“Allâh Teâlâ’nın; “Siz onun aleyhinde fitneye sürükleyecek kudrette değilsiniz meğer ki o cehenneme girecek kimse olsun.” (37.Sâffât: 162-163) hakkında bana malûmat ver”, dedim. Hasan Basri:
– Şeytanlar onları dalâlete saptırmaya muvaffak olamazlar, ancak Allâh’ın cehennemlik olarak yarattıkları müstesna... buyurdu. (Ebu Davud)
Bu açıklamadan da anlaşılıyor ki bir kişi cehennemlik ise, ancak o takdirde cinler onu saptırıp yanlış yollara sürükleyebilirler!
Fakat “ALLÂH” cehennemlik değil de, cennetlik diye takdir etmişse o kişiyi, uzaylılar veya cinler saptırıcı bilgilerle yönlendiremezler... Onlar, er geç gerçek ilme ulaşırlar ve uzaylıların yani cinlerin, şerrlerinden ve saptırıcı bilgilerinden kendilerini korurlar.
Enes (r.a.) şöyle demiştir:
Rasûlullâh sık sık:
“Yâ mukallibel kulub; sebbit kalbi âlâ dinike” diye dua ederdi.
“Ey kalpleri çeviren ALLÂH, kalbimi dinin üzere sâbit kıl.”
Biz de kendisine;
“Yâ Rasûlullâh sana ve getirdiklerine iman ettik. Bizim için korkuyor musun?” dedik.
“Evet, çünkü kalpler “ALLÂH”ın iki parmağı arasındadır; dilediği gibi onları çevirir” buyurdu.
Ebu Hureyre’den:
Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tırmızî’deki bir hadis:
“Her doğan ancak islâm fıtratı üzere doğar. Sonra ana ve babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar. Tıpkı bütün uzuvları tam olarak hayvan yavrusunu dünyaya getirdiği gibi. Siz o yavru da bir eksiklik görebilir misiniz?”
Sonra Ebu Hureyre;
“isterseniz; ‘Yüzünü ALLÂH’ın o Fıtratı’na çevir ki, insanları o fıtrat üzerine yaratmıştır...’ (30.Rûm: 30) âyetini okuyun” dedi.
“Cennetteki en uzun boylu adam ibrahim’dir, etrafındaki çocuklara gelince onlar fıtrat üzere ölen her çocuktur.”
Müslümanlardan biri;
– Yâ Rasûlullâh, müşriklerden birinin çocukları da buna dâhil mi? diye sordu.
Allâh Rasûlü:
– Evet müşriklerin çocukları da, diye cevap verdi.
Ebu Hureyre’den, Allâh Rasûlü’ne:
– Müşriklerin küçük çocukları hakkında durum nedir? diye soruldu. Allâh Rasûlü:
– Onların ne amel işleyeceklerini “ALLÂH” en iyi bilir, buyurdu.
Hz. Aişe şöyle dedi:
– Bir küçük çocuk öldü, ben de; ne mutlu ona, cennet serçelerinden bir serçe, dedim.
Rasûlullâh buyurdu ki:
– Bilmiyor musun ki ALLÂH cennet ve cehennemi yarattı. Birincisi için birtakım insanlar yaratttığı gibi, ötekisi için de birtakım insanlar yarattı.
ALLÂH, cennet için birtakım insanlar yarattı, bunlar babalarının omurga kemiğinde iken daha cennetlik oldu... Cehennem için de birtakım insanlar yarattı ki bunlar, babalarının omurga kemiğinde, iliğindeyken cehennemlik oldu. (Müslim ve Ebu Davud)
Yine Ebu Davud’da sahih hadis;
Aişe (r.a.) şöyle demiştir:
– Yâ Rasûlullâh müminlerin küçük yaşta ölmüş çocuklarının durumları nedir?
– Onlar babalarındandır, buyurdu.
– Peki hiçbir amel yapmadan nasıl olur, dedim.
– Onların ne amel işleyeceklerini “ALLÂH” en iyi bilir, dedi.
– Yâ Rasûlullâh müşriklerin küçük çocuklarının hâlleri ne olacak? diye sordum.
– Onlar da babalarına bağlıdır, buyurdu.
– Hiçbir amel işlemeden mi? dedim.
– Onlar yaşasaydı ne amel işleyecekti, “ALLÂH” en iyi bilir, buyurdu.
Ebu Davud’dan;
Adamın biri geldi; (Enes r.a.’dan)
“Yâ Rasûlullâh babam nerededir?” diye sordu.
Hz. Rasûlullâh da:
“Baban cehennemdedir” dedi.
Soruyu soran adam gidince, Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm);
“Benim babam da senin baban da cehennemdedir, ateştedir!” buyurdu.
Zeyd bin Sabit şöyle buyurmuştur:
Allâh Rasûlü, Neccar oğullarına ait bir bahçede devesi üzerindeyken biz de yanında bulunuyorduk. Deve birden bire ürküp kaçtı. Nerede ise Allâh Rasûlü’nü üstünden atacaktı. Orada 5, 6 kabir olduğu anlaşıldı.
“Bu kabir sahiplerini bilen var mı?” diye sordu Rasûlullâh...
Bir adam:
“Ben bilirim” dedi.
Allâh Rasûlü;
“Ne zaman öldüler?” dedi.
Adam;
“Şirk hâlindeyken öldüler!..” dedi.
Allâh Rasûlü;
“Bu Muhammed ümmeti, kabirlerinde sorguya tâbi tutulur! Ölülerinizi gömmekten çekineceğinizinden korkmasam, şu kabirlerden işittiğim azap seslerini ALLÂH’ın size de işittirmesi için dua ederdim” buyurdu.
Müslim’deki bu uyarıda şu anlatılmak istenmektedir:
Kabirde kişi diri diri mevcuttur, kişi diri diri kabre konulur, bu kişi kabirde azap çeker. Bunun çektiği azaptan dolayı çıkardığı sesler eğer dışarıdan duyulsa insanlar bir daha ölü dediği o kişileri mezara gömmezler.
Abdullah bin amr şöyle buyurdu:
Rasûlullâh (aleyhisselâm) elinde sanki iki kitap olduğu hâlde çıkıp geldi...
“Bu iki elimdeki iki kitap nedir, bilir misiniz?”diye sordu.
Biz de;
“Bilmiyoruz yâ Rasûlullâh! Anlatırsan öğreniriz...” diye cevap verdik.
Rasûlullâh sağ elindeki kitap için:
“Bu âlemlerin Rabbi tarafından yazılmış bir kitaptır. Burada cennetlik olanların isimleri ile, babalarının ve kabilelerinin isimleri vardır” dedi ve sonuncusuna kadar bunların vasıflarını anlattı.
“Bundan sonra artık bunların arasına ne bir ilave yapılır; ne de hariç bırakılır” buyurdu.
Bunun üzerine orada bulunan sahabiler;
“Eğer bu olmuş bitmiş bir mesele ise, amelin ne önemi var?” dediler.
Rasûlullâh (aleyhisselâm):
“Cennet ehli fiillerinin sonunu, cennet ehlinin işlediklerini işleyerek tamamlar! Cehennemlik olan da sonunu, cehennemliklerin amelini işleyerek tamamlar” dedi.
Sonra ellerini bir şeyler atar gibi yaptı...
“ALLÂH kullarının işlerini karara bağlamıştır. Bir kısmı cennette, bir kısmı da cehennemdedir” buyurdu.
Bakın, burada önemli olan bir husus var.
Bahsettiğim açıklama Tırmızî’den alınma. Şu ilâveyi de burada hemen belirtelim.
Enes (r.a.)’dan rivayet olunarak bu açıklamanın devamında buyuruluyor ki:
“ALLÂH bir kula hayır murat ettiği vakit onu çalıştırır.”
“Nasıl çalıştırılır?” diye sordular.
Hz. Rasûlullâh:
“Ölümünden önce onu sâlih amel işlemeye muvaffak kılar.”
“Ölüm öncesindeki son fiil” meselesi, bir ölçüde intihar olaylarına da ışık tutuyor...
Bilinçli olarak intihar edenin ebedî cehennemlik olduğu, ebedî cehennemde kalacağı bu hadiste mevcut.
Cennetlik olan, cennetlik bir fiil işleyerek hayatına son verir!
Eğer kişi ebedî cehennemlik ise, şakî ise o zaman cehennemlik olanın amelini işleyerek ölür.
Bilinçli olarak intihar eden kişi, kendisinin cehennemlik olduğunu, bu fiili ile ifade etmiş olur... Bu yüzden bilinçli olarak kasdı mahsusa ile intihar etmiş kişinin cenaze namazı kılınmaz! Çünkü o namaz ona bir fayda sağlamaz; çünkü şakîdir ve son ameli ile, yani intiharı ile bunu kendisi ifade etmiştir!
intihar etmemiş kişinin saîd mi yoksa şakî mi olduğunu, son amelini bilemediğimiz veya göremediğimiz için yorumlayamayız!.. Ama aklı başında intihar eden kişinin o son davranışı gözüküyor, biliniyor! Dolayısıyla, şakî olduğunu kendisi ifade etmiş oluyor ve de cenaze namazı kılınmıyor! Esasen bu kişileri yargılayacak bir makâmda da değiliz!
intihar eden kişiyi Hazreti Rasûlullâh’a getirmişler ve cenaze namazını kılmasını istemişler... “Nasıl öldü?” demiş. “intihar ederek” demişler... Onun üzerine cenaze namazını kılmamıştır.
Tırmızî’deki bir açıklamasında da şöyle diyor Hz. Rasûlullâh:
“Ölen bir kişi yoktur ki, pişman olmasın!.. Eğer iyi işler yapmışsa, daha fazla yapamadığına pişman olacak. Günahkâr ise tövbe etmediğine pişman olacak.”
Tırmızî’den, Hz. Rasûlullâh şöyle buyuruyor:
“Ben sizin görmediğinizi görüyor, işitmediğinizi işitiyorum. Gök gıcırdadı ve gıcırdamasında haklı. Çünkü dört parmaklık bir boş yer yoktur ki, orada alnı ile ALLÂH’a karşı secdeye kapanmış bir melek bulunmasın.”
“Vallâhi benim bildiğimi bilseniz az güler ve çok ağlardınız! Kadınlarınızla yataklarınızda zevklenmeyi bırakıp “ALLÂH”tan imdat dilenmek üzere sokaklara fırlardınız! Kesilip yok olmak üzere olan bir ağaç olmak isterdiniz!”
işin içyüzüne vâkıf olan Rasûlullâh (aleyhiselâm)’ın bu uyarısını çok çok iyi anlamak zorundayız!..
Acaba neye işaret etmek istiyor?.. Ne anlatmak istiyor bize..?
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) zamanında iki kardeş vardı.
Bunlardan biri zamanını kazanç için uğraşarak çalışırdı, diğeri de kazanç için uğraşmaz devamlı Allâh Rasûlü’nün meclisine devam ederdi.
Bu kazançla uğraşan kişi, kardeşini Allâh Rasûlü’ne şikâyet etti. Bunun üzerine Hz. Rasûlullâh (s.a.v.) dedi ki:
“Belki de sen onun yüzü suyu hürmetine kazanıyorsun” dedi. (Tırmızî)
Hz. Rasûlullâh’ın bir duası yine sahih hadis kitaplarında mevcut;
“Allâhümme la mânia lima ateyte, vela muti lima manate, vela radde lima kadayte.”
“Allâh’ım mâni yoktur senin verdiğine, senin vermediğini de verecek olan ikinci bir varlık yoktur, senin takdirini de, kazanı da asla kimse geri çeviremez.”
Evet dostum, eğer buraya kadar naklettiğim verileri çok iyi kavrayabildiysen;
“ALLÂH beni hangi amaçla yaratmış ve programlamışsa, o amaca dönük olarak tüm yaşamım boyunca O’na kulluğumu yerine getireceğim... Ve her birim için de bu böyledir!..” anlamında olarak “ve Bilkaderi” diyorsun “Âmentü”de.
Yani “Âmentü”yü okuyup da “ve Bilkaderi” deyip de, yani “kaderime iman ettim” dediğin zaman; bütün bunların “takdir edilmiş-olup bitmiş” olduğuna iman ettim, kabul ettim demek durumundasın.
Bu konu daha detaylı olarak “iNSAN VE SIRLARI” isimli kitabımızın “KADER” bölümünde çeşitli sorulara verilen cevaplarla birlikte tetkik edilebilir.
nereye?..
16
^
“VE BiL KADERi”... KADERE...
Bu sözde “vel yevmil âhiri”den sonra, “ve kadere” dememiş, “VE BiL KADERi” demiş. “B” harfini yine getirmiş burada başa koymuş.
Bunun mânâsı:
“Nesnenin kaderi kendisinde mevcut olarak, o nesne var olmuştur” demektir.
Oluşan birim, kaderi kendisinde mevcut olarak o kaderle mevcut olmuş, var olmuş demektir.
“B” harfinin oluşturduğu mânâ burada odur.
Yani, rastgele bir kader değil!..
Dışarıdaki birinin yazdığı bir kadere göre, ben varım ve ben o programı uyguluyorum, gibi değil!..
Kaderi kendinden gelen bir biçimde, kendi varlığında; kendi programı yapısında, özünde mevcut bir biçimde var olmuş, demektir.
Burası çok önemli ve ince bir noktadır.
“Kadere iman”ın esaslarını yani neye ve nasıl iman edilmesi gerekliliği esaslarını, âyetlerle ve hadislerle izah edeceğim.
Şimdi burada üzerinde durmak istediğim husus şudur:
Birim, varoluş gayesine uygun bir programla yüklenir; ki bu oluş birimin “fıtratı” diye bilinir!.. Daha doğrusu programı, gelen melekî-kozmik etkilerle beyne yüklenir!.. O birimin manevî sûreti, onun programıdır; yani “fıtratı”dır; yani kaderidir!
Bu hususa işaret eden âyet;
“KÜLLÜN YA’MELU AL ŞAKiLETiH” (17.isra’: 84)
“HERKES YARATILIŞ PROGRAMI (fıtratı - şâkılesi) DOĞRULTUSUNDA FiiLLER ORTAYA KOYAR!..”dır.
Bu hususa işaret eden çok önemli bir âyet daha var:
“FEEKIM VECHEKE LiDDiYNi HANiYFA...” (30.Rûm: 30)
“VECHiNi (şuurunu) HANÎF OLARAK (tanrıya tapınmaksızın, Allâh’a şirk koşmaksızın) O TEK DiN’E YÖNELT!”
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’a bu şekilde bir gerçek bildirildikten sonra evrensel sır açıklanıyor ve bir gerçek daha vurgulanıyor:
“FITRATALLÂHiLLETiY FETAREN NASE ALEYHA* L TEBDiYLE Li HALKILLÂH* ZÂLiKED DiYNÜL KAYYiMÜ, VE LÂKiNNE EKSERANNASi L YA’LEMUN” (30.Rûm: 30)
“FITRATALLÂHiLLETiY FETAREN NASE ALEYHA*”:
“O ALLÂH FITRATI’NA (beynin ana çalışma sistem ve mekanizması) Ki, iNSANLARI ONUN ÜZERiNE (o ana sistem ve mekanizmayla) YARATMIŞTIR!”
“ALLÂH”ın belli bir gayeye yönelik bir biçimde, belli bir programla meydana getirmesi ile vardırlar.
“ALLÂH” onlarda hangi isimlerin mânâlarını açığa çıkarmayı dilemişse, o isimlerin mânâlarını açığa çıkarmaya uygun bir beyin programıyla oluşurlar ve o beyin programının gereğini meydana getirirler!.. Ve bu program da asla değişmez!
“L TEBDiYLE Li HALKILLÂH*”:
“ALLÂH YARATIŞINDA DEĞiŞME OLMAZ!”
Bazı müfessirler buradaki “tebdiyle”; “ona bedel bulunmaz” şeklinde tercüme etmişlerse de; buradaki esas ağırlıklı mân⠓değişmezliktir”.
Yani, “O ne gaye ile var olmuşsa, o gaye üzerine yaşamına sonsuza dek devam eder”dir bunun mânâsı... Ve zaten:
“ZÂLiKED DiN’ÜL KAYYIMU”:
“iŞTE BU, DiN-i KAYYiM’DiR (sonsuz geçerli Sistem, Sünnetullâh’tır)...”
Hükmü de bunu hemen tamamlıyor ve ondan sonra diyor ki:
“VE LÂKiNNE EKSERAN NASi LA YA’LEMUN”:
“NE VAR Ki iNSANLARIN ÇOĞUNLUĞU (bu gerçeği) BiLMEZLER.”
Ya nasıl bilirler; işte bugün herkes nasıl biliyorsa öyle bilirler... işin bu gerçeğini bilmezler!
işte “ALLÂH”ın, insanların her birini belli bir gayeye uygun olarak, kendindeki mânâları seyretme amacına dönük “fıtrat”la halketmesi konusunu, isteyenler “TEK’iN SEYRi” isimli kitabımızda ve “Öz’ün Seyri” ve “Tekliğin Esasları” isimli kasetlerimizden dinleyebilirler.
Şimdi, belli bir program üzere kendi kaderi ile, “fıtratı” ile var olmuş olan insanın; sadece kendi çizgisini, kaderini yaşayacağı hususunu vurgulayan; kadere iman esasını anlamamıza yardımcı olacak bazı açıklamalar yapmaya çalışalım...
17
^
KADERE iMAN
“ARZDA (bedeninizde - dış dünyanızda) VE NEFSLERiNiZDE (iç dünyanızda) SiZE iSÂBET EDEN HiÇBiR MUSÎBET YOKTUR Ki, BiZiM ONU YARATMAMIZDAN ÖNCE, BiR KiTAPTA (ilim boyutunda oluşmuş) OLMASIN! MUHAKKAK Ki BU ALLÂH ÜZERiNE ÇOK KOLAYDIR! (Bunu bildiriyoruz) Ki ELiNiZDEN KAÇANA ÜZÜLMEYESiNiZ VE SiZE VERDiĞi iLE DE SEViNiP ŞIMARMAYASINIZ! ALLÂH ÇOK ÖVÜNEN KiBiRLi HiÇBiR KiMSEYi SEVMEZ!” (57.Hadiyd: 22-23)
Kader konusu, insanlığı asırlar boyu meşgûl etmiş bir konudur. Ve genellikle de, bu konuya çok net açıklamalar getiren Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın açıklamaları yeterince değerlendirilememiş; yaşam içinde bu uyarılar ve ilgili âyetlerin mânâları yerli yerine oturtulamamış; bu yüzden de “kader” konusundan insanlar son derece ürkmüşler, korkmuşlar ve hatta bu konuyu konuşmaktan kaçınmışlardır.
Ne var ki; “kader”e hakkıyla iman etmek için, önce “kader”in ne olduğunu bilmek lazım!..
Zira Âmentü’nün esaslarından biri olan “kadere iman”, gerçekte ancak “kader”in ne olduğunu bildikten sonra mümkündür... Aksi takdirde sadece “kader” ismine iman edilmiş olur!
Bilmediğiniz bir şeye “iman” etmek, ancak, o bilmediğiniz şeyin “ismine iman etmek” demek olur! Oysa önemli ve gerekli olan, o şeyin “ismine” değil “mânâsına iman” etmektir!
“Kader” konusunu anlayabilmenin tek bir yolu vardır... O da “ALLÂH”ın Vahdâniyetini, Tekliğini, Ahadiyetini ve Vâhidiyetini kavrayabilmekten geçer!
Şayet bir kişi, ALLÂH’ın “Vâhidiyet ve Ahadiyet”ini kavrayamamış ise; o kişinin “kader” konusunu idrak edebilmesine asla ve asla imkân yoktur!
Zira “Kader” konusunu idrak edebilmenin yolu, önce de vurguladığım gibi, ALLÂH’ın Vâhidiyetini ve Ahadiyetini idrak edebilmekten geçer!
Bunu da herkese anlatabilmek mümkün olmadığı için, “kader” konusunun derinliğine genellikle girilmemiş...
“ALLÂH”ın “Vâhidiyet” ve “Ahadiyet”ini bugüne kadar çeşitli kitaplarımızda ve sohbetlerimizde genişliğine, derinliğine anlattığımız için; sanıyorum bu kitabımızda da artık “kader” konusunun detaylarına girmek gereği hâsıl oluyor.
“Kader” konusunu çözmede çeşitli yanılgılara düşülmesinin en başta gelen sebebi, her seviyeden insana hitap etmesi dolayısıyla, Kur’ân-ı Kerîm’deki “iki yönlü anlatım” tarzıdır.
Kur’ân-ı Kerîm, “ALLÂH” isminin mânâsını tarif sadedinde iki usül, iki yol tatbik eder;
Birincisi, “ALLÂH” isminin işaret ettiği anlamın, insanın anlayışına göre tarifidir.
ikinci tarz “ALLÂH”ın anlatımı ise “ALLÂH’ın bizâtihi kendisini” tarif edişidir.
Bu iki yoldan “ALLÂH” tarifinin Kurân’da, herkesin anlayacağı bir ifadeyle yer almaması, “olayın bütünlüğünü idrak edemeyen” insanlarda çelişkileri meydana getirmiş ve bu çelişkilerin sonunda da olayı çözemeyenlere göre büyük bir kaos oluşmuştur!
işte bu kaosun sonucunda da “kaderi” değişik mânâlarda anlayan çeşitli “anlayış”lar yani “mezhep”ler meydana gelmiştir.
Kur’ân, bir yönüyle, “insanın anlayışına göre” “ALLÂH” ismiyle işaret edileni tarif eder demiştik...
insanın anlayışına göre “ALLÂH”ı tarif tanımlamasına uygun düşen en açık seçik âyet, “ÂYET’EL KÜRSΔ ismiyle bilinen, Bakara Sûresi’nin 255. âyetidir...
Bunun yanında;
“‘HےDUR, EVVEL, ÂHiR, ZÂHiR, BÂTIN (“H۔dan gayrı olarak hiçbir şey yoktur)!” (57.Hadiyd: 3)
“BiZ ONA, ŞAH DAMARINDAN DAHA YAKINIZ!” (50.Kaf: 16)
“NEFSLERiNiZDE (Benliğinizin hakikati)! HÂL (fark etmiyor) GÖRMÜYOR MUSUNUZ?” (51.Zâriyat: 21)
“NE YANA DÖNERSEN VECHULLÂH KARŞINDADIR (Allâh Esmâ’sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)!” (2.Bakara: 115)
gibi daha birçok âyetler, hep “ALLÂH”ı, insanın anlayışına göre tarif eden âyetlerdir.
Bunu biraz daha açalım.
Mesela “Âyet’el Kürsî”de, Bakara Sûresi’ndeki bu âyeti kerîmede buyurur ki:
“...L TE’HUZUHÛ SiNETÜN VELA NEVM...”
“...O’NDA NE UYUKLAMA (âlemlerden bir an için olsun ayrılık), NE DE UYKU (yaratılmışları kendi hâline bırakıp kendi Zâtî dünyasına çekilme) SÖZ KONUSUDUR...”
Bilindiği gibi “uyuma, uyuklama” hâlleri insana, hayvana ait özelliktir!.. Burada, insanda veya hayvanda oluşan bir hâle nispetle, bu hâle GÖRE “ALLÂH”ı tanımlıyor ve denilmek isteniyor ki, “O” insandaki bu hâlden münezzehtir!..
Yani, gerçekte, burada “O”nun ne olmadığı, neye benzemediği anlatılıyor!.. Ne olduğu değil!.. Ve insana GÖRE!..
işte Kur’ân-ı Kerîm’de görülen bu gibi tanımlamalar; yani beşerî değer yargılarına, beşerî kabullere, beşerî vasıflara GÖRE yapılan tanımlamalar, insanın anlayışına izafetle yapılan, “yaklaştırıcı” tanımlamalardır!..
Bunlar hiçbir zaman, mutlak mânâda olduğu üzere, “ALLÂH”ı anlatmaz!
Sadece, insanlardaki çeşitli tanrı, ilâh kabullerinin dayandığı özellikleri ortadan kaldırmak, silmek, yok etmek amacıyla kullanılan tanımlamalardır bunlar...
Çünkü insanlar, on binlerle sene ötesinden gelen bir biçimde, hep tanrılara veya daha gelişmiş hâli ile “tek tanrıya” tapınma anlayışı içinde olmuşlardır!
Oysa bu anlayışın zirvesine ulaşmış ve onu açıklamakla görevlenmiş olan Efendimiz Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem; “tanrı ve tanrı kavramının yokluğunu”; “sadece ALLÂH’ın var olduğunu”; “ALLÂH” ismiyle işaret edilen varlığın “tanrılık kavramından münezzeh” olduğunu tebliğ ile görevlenmiş olarak; Kur’ân-ı Kerîm’de, öncelikle “ALLÂH” isminin mânâsının ne olduğunu çok açık seçik bir biçimde vurgulamıştır.
Şayet biz, gerçek mânâda “ALLÂH” isminin mânâsını anlamak istiyorsak, Kur’ân-ı Kerîm’deki, beşere göre “ALLÂH”ı tarif eden âyetlerin sırrını anlamalıyız.
Sonra da buradan ilerleyerek, “ALLÂH”ın bizâtihi “ALLÂH”ı anlatması tarzındaki âyetlerin sırrına ermeye çalışmak mecburiyetindeyiz!
Eğer gerçekten “ALLÂH”ı istiyorsanız, beşerî değer yargılarından, beşerî kavramlardan arınıp, saflaşıp; “ALLÂH”ın bizâtihi kendisini anlatışına; kendine göre kendini anlatışına kulak vermek; bütün algılama araçlarımızla, bütün duyularımızla bu hitaba yönelmek mecburiyetindeyiz!
Eğer bunu gerçekleştirememişsek, asla ve asla “kader” olayını ve “kader sırrını” da anlamamız mümkün olmayacaktır.
Bu takdirde de “tanrı ve tanrılık kavramına” dayalı bir biçimde; “tanrı ve tapınanı” ikileminin getirdiği bir düşünce yapısıyla; bir “tanrının iradesi”nden, bir de “tanrıya tapınanların” iradesinden söz etmek anlamına gelen şekilde, “irade-i küll” - “irade-i cüz” ikileminden kendimizi kurtaramayız!
Eğer gerçek anlamda “kader sırrına” vâkıf olmak istiyorsak, önce kelimede değil, lafızda değil, “özde birliği” kavramak zorundayız!
“Özde biriz” derken, “Sen ben o var, ama hepimizin özü birdir” değildir bunun mânâsı!
“Gerçek varlık olarak sadece “ALLÂH” mevcuttur ve “O”nun dışında, “O”nun gayrısı olarak, hiçbir varlık vücud sahibi değildir” şeklindedir bunu mânâsı...
Evet, buraya kadar beşerî değerlere ve beşerî anlayışa GÖRE, “ALLÂH”ın tariflerinden söz ettik... Ve bu, insanların, tanrı kavramından kurtulması, “ALLÂH”ın ne olduğunun biraz daha iyi bir ölçüde tanınabilmesi için gerekli olan tariflerdir bunlar; dedik...
Mesela;
“ÖNCE VE SONRA, VE APAÇIK ORTADA OLAN VE ALGILANANLARIN ARDINDAKi HEP O’DUR!” (57.Hadiyd: 3)
âyetini ele alalım.
Mutlak mânâda, ayrı ayrı bir “zâhir”, bir “bâtın” vardır da, bunların hepsi de “O”dur; değildir burada anlatılmak istenen!..
Burada, “insana, insanın algılama araçlarına yani beş duyusuna göre, yani insana izafetle “ZÂHiR” vardır, “BÂTIN” vardır”; gerçeği anlatılmak istenmektedir.
Yani, insanın algılayabildiği, tespit edebildiği zâhirdir; tespit edemediği bâtındır! “O” ise zâhir ve bâtın diye bilinen Tek’tir; anlamına işaret edilmektedir.
Ayrıca burada, “O” kelimesi ile işaret edilen varlık, senin hem tespit edebildiğin, hem de edemediğin her şeyin orijinidir”; vurgulaması yapılmaktadır.
Görüldüğü üzere burada yapılmakta olan tarif, insanın algılama sistemine göre yapılan tariftir! insanın algılama organlarının var ya da yok kabul ettiği şeylere GÖRE yapılan bir tariftir! Mutlak mânâda, “ALLÂH”ı tarif değildir!
Veya bunun gibi bir başka kabulleniş vardır!
Mesela “ALLÂH”ın “Kıdem” ve “Bek┠sıfatlarından söz edilir... “Önceliksiz” oluşu; ya da “sonsuz” oluşu gibi!
Hâlbuki “ALLÂH”, “öncelik” veya “sonralık”, “devamlılık” veya “devamsızlık” gibi kavramlardan berîdir, münezzehtir! Çünkü, “O”, “ALLÂH”tır!..
Hadîs-î şerîf’te buyrulmaktadır ki;
“KÂN’ALLÂHU VELEM YEKÛN MEAHU ŞEY’A!”
“ALLÂH VARDIR VE O’NUNLA BERABER HiÇBiR ŞEY MEVCUT DEĞiLDiR!”
Eğer bu uyarının mânâsını idrak edersek, fark ederiz ki, böylesine “TEK” olan bir varlığın, önceliğinden veya sonralığından söz edilemez!
Çünkü “öncelik” ve “sonralık” kavramı, var kabul edilenlere göre oluşmuş bir kavramdır... Hâlbuki “ALLÂH sonsuz ve sınırsız Tek”tir, diyoruz ya!..
Şimdi dikkat ediniz, “sonsuz-sınırsız” tarifi dahi gene bir beşerî kavrama nispetledir.
“ALLÂH” gerçekte, “sonluluk” kavramından münezzeh olduğu gibi, “sonsuzluk ve sınırsızlık” kavramından dahi münezzehtir!.. Böyle bir kavramdan dahi berîdir.
Ama beşerî değerlerle programlanmış, bezenmiş bizler; tanrı kabulünden arınabilmek için, bu izafî değerlere bağlı sonsuzluk sınırsızlık ifade eden kavramlara sığınmak, onlara sarılmak; böylece “ALLÂH” isminin mânâsını anlamaya yaklaşmak zorundayız! Yani, bir zorunluluğun getirdiği tanımlamalardır bunlar!
Oysa “ALLÂH”, bizâtihi kendisini, çok net bir biçimde tarif ediyor...
Ne diyor?
“O ALLÂH AHAD’DIR!”... “SAMED’DiR!”...
Bu, ALLÂH’ın kendi kendisini, kendisine göre tarifidir!
Yani “ALLÂH”, “Ahad” olması nedeniyle kendisinin dışında bir varlık kabul etmez... Kendisinin dışında bir varlıktan söz etmek mümkün değildir!
işte bu hususa işaret bâbında “muhalefetün lil’havâdis” yani “sonradan meydana gelmişlerin hiçbirine, hiçbir şekilde benzememe” tanımlaması getirilmiştir.
“Sonradan meydana gelmişlerin hiçbirine benzememe” tanımlamasının mânâsı nedir, burayı anlamamız lazım... Bu husus oldukça derinliği olan bir husustur.
Mutlak olan prensip, “ALLÂH”ın “AHAD”iyetidir.
“ALLÂH” isminin mânâsını, “ALLÂH” ismiyle işaret edilen varlığın ana yapısını anlama sadedinde, ilk çıkış noktası “ALLÂH’ın Ahad”oluşudur.
“ALLÂH’ın Ahadiyeti”ni tarif sadedinde Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın şu açıklamasına dikkati çekmiştik:
“ALLÂH vardır ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktur!”
“Ahad” olarak var olan varlığın; dışında, gayrısında veya içinde gibi kavramlar olmaksızın, “O”nunla beraber var olan hiçbir şey yoktur!
Peki o zaman şu sualin cevabını anlayalım... Ki ondan sonra, bu “sonradan meydana gelmişlerin hiçbirisine hiçbir şekilde benzemez” ifadesini çözebilelim.
Açıklamaya göre; “ALLÂH’la beraber hiçbir şey mevcut olmadığına” göre; her isimle anılan müsemma yani her ismin işaret ettiği mânâ ALLÂH’ın ilminde var olmuş ilmî sûrettir!
“ilmî sûrettir” demek; “ilimdeki mânâ sûretidir” demektir! Bizim beş duyu ile algıladığımız şekli olan sûret anlamında değil!
ilmî sûret, “ilimde var olmuş anlam” ya da “bilinçteki ilim mânâları” şeklinde de anlaşılabilir...
Demek ki bütün bu an’a kadar duyduğumuz, bildiğimiz, düşündüğümüz, hayal ettiğimiz her şey ve her kavram gerçekte, sadece ve sadece ALLÂH’ın ilminde mevcuttur.
“ALLÂH’ın ilminde” mevcut olan bu mânâlar, ALLÂH’ın yaratmasıyla meydana gelmiştir.
Dolayısıyla kâinat, evren ismi altında, kapsamında var olan, her ismin işaret ettiği varlık, “ALLÂH’ın ilmi, iradesi ve kudretiyle” meydana gelmiştir. işte bu sebepledir ki, “ALLÂH ALiYM”dir; ilim sahibidir. ilminde her şey mevcuttur.
“ALLÂH MÜRiYD”dir... “Murat eden”dir! irade sahibidir... Ve “ALLÂH KAADiR”dir... “MUKTEDiR”dir! Kudret sahibidir. Ve o kudretiyle dilediğini meydana getirir.
işte bu ilmiyle takdir edip, irade etmesi, dilemesiyle o takdir ettiği varlıkları seyri; onların manevî yani kavramsal sûretlerini meydana getirmesi olur!..
Ancak burada anlaşılması gerekli olan önemli nokta şu husustur:
“ALLÂH”, ilmindeki sonsuz mânâlar dolayısıyla; bu mânâlara işaret eden Esmâ ül Hüsnâ denilen isimlerinin anlamlarını, kavramalarını dilediği şekilde terkiplendirerek; sonsuz sınırsız sayıda varlıklar meydana getirmiştir.
“O”nun sonsuz sınırsız sayıda meydana getirdiği bu varlıklar; “O”nun, ilmiyle ve ilminde yarattığı varlıklardır!
Dolayısıyla bu yönü itibarıyla, evren ve içinde var olan her birim; mikro planda veya makro planda, mikrokozmosda veya makrokozmosda mevcut olan her birim, yaratılmıştır!..
Mikro veya makro planda var olan her birim, “O”nun ilmiyle, “O”nun ilminden, “O”nun varlığıyla meydana gelmiş olması sebebiyle de; o varlıklarda, “O” varlığının dışında bir şey asla mevcut değildir!
işte bu son derece önemli iki noktayı hiçbir zaman dikkatimizden kaçırmayacağız.
Nasıl iki göz bir görürse, işte bu “iki” görüş de “bir”liği meydana getirir. Birisinden gâfil kalırsak farkında olmadan ötekinden de uzak düşeriz.
Biraz evvel açıkladığımız üzere, kendi yarattıklarından, kendi var ettiklerinden hiçbirine benzememe özelliği “ALLÂH’ın Ahadiyeti”nin tabii bir sonucudur. Çünkü “O”nun dışında bir varlık asla mevcut olmamıştır!
Hatta bunu ifade sadedinde şu cümle söylenmiştir;
“Ayânı sâbite vücud kokusu almamıştır!”
Ayânı sâbite, bütün bu var olan varlıkların aslı orijini olan ana mânâlardır!
işte bu sebepledir ki, bütün bu evren ve içinde var olan her şey, “yok”tan var olmuştur! “Yok”tan da ancak “yok” var olur!
Yani, bu ifade ile anlatılmak istenen şey, “Her şeyin Zât-ı ilâhînin ilminde var olması”dır...
Bu yokken var olmuş her şey, sadece ve sadece “ALLÂH’ın ilmi” ile ve “Kendisinden” vücud bulmuştur.
“ALLÂH’ın Tekliğini, birliğini” derken, dikkat edin sayısal birlikten söz etmiyorum... Bir tanrı için sayısal birlikten söz edilebilir... Ancak gerçekte, ilim sahipleri indînde “ALLÂH” için asla sayısal birlikten söz edilemez.
Burada bazıları hâliyle şu suali soracaklardır... Bugüne kadar bu konuları dinlememiş, bu konulara girmemiş olanların bu suali sormaları da son derece doğaldır...
“Efendim “ALLÂH”ın “Vâhid” ismi var; Kurân’da birçok yerde de “ilâhınız” diye bahsediyor “ALLÂH”tan... Kur’ân, “ilâh” diye “ALLÂH”tan insanlara bahsederken, “ALLÂH”ın “Vâhid” isminden söz ederken; sen nasıl olur da “ALLÂH”ın “ilâh-Tanrı” olmadığını, “ALLÂH”ın “bir” olmadığını söylersin?”
Burada şuna dikkat ediniz!
“ALLÂH”ın “AHAD” oluşu MUTLAKtır!..
“ALLÂH”ın “VÂHiD” yani “BiR” oluşu ise muzaftır; yani izafîdir; yani GÖRESELdir; yani rölatiftir!..
Bu son derece önemli ve kavranılması da o derece güç bir gerçektir ki, tasavvuf da bundan “HAKiKATLERiN HAKiKATi” olarak bahsedilmiştir.
Bu konuyu açıklamaya başlarken dedik ki, “ALLÂH” isminin mânâsının insanlara, insanî kavramlara göre tarifi vardır, bir... Bir de, direkt olarak “ALLÂH”ın kendini tarifi vardır, iki.
insanlık, sayısız tanrılara tapma dönemlerinden, tek tanrıya tapma dönemine kadar gelmiş ve nihayet Efendimiz (aleyhisselâm) ile tebliğ olunmuştur ki;
“TANRI YOKTUR SADECE ALLÂH VARDIR.”
işte bu akış, bu seyir içinde, insanlara tek varedici idrak ettirilmek için bu hitap biçimine uygun bir surette, “ilâh”tan söz edilmiştir.
“Sizin ilâhınız” yani, sizin o varsaydığınız “ilâh” var ya, işte o “ilâh”, “ALLÂH”tır...
Yani, “ALLÂH”ın, “ilâh-tanrı” olmasından değil; “ilâh-tanrı” ismiyle, varsayımıyla, tasavvuruyla insanda var olan düşüncenin gerçeğinin “ALLÂH” olduğuna işaret edilmiştir.
Birinci anlayış kademesinde, “ilâh”ın “ALLÂH” olduğu belirtilmek istenmiştir...
ikinci anlayış derecesinde idrak edilmesi önemli konu ise, “ALLÂH”ın ne olduğunun fark edilerek; “ALLÂH”ın “ilâh” olmaktan dahi münezzeh olduğunun fark edilmesi ve idrakıdır...
Bu hususu çok iyi anlayalım...
ALLÂH’ın “ilâh” olduğunun anlatılması ayrı şeydir; insanların ilâh diye düşündüğü varlığın gerçeğinin “ALLÂH” oluşunun vurgulanması ayrı şeydir!
Bu iki kavram birbirinden doğu ile batı kadar uzaktır!
Şayet yukarıda açıklamaya çalıştığımız gerçeği anlayabilirsek, işte o zaman, hakkıyla “ALLÂH”a iman edenlerden olma kapısı bize açılır ve hakkıyla “Âmentü Billâhi” demek fırsatı doğar.
Çünkü hakkıyla “ALLÂH”a “iman etmek”; “izafî benliği” ortadan kaldırır, imha eder, yok eder!..
Hakkıyla, ALLÂH’a iman edende, “benlik” kalmaz!
Eğer bu açıkladığım hususu anlayabildiysek fark ederiz ki; “ALLÂH” ismiyle işaret edilen varlık, “Zâtıyla mevcut yegâne vücuttur”, varlıktır!
Ve “ALLÂH” ismi dışındaki bütün isimlerle işaret edilen varlıklar, birimler, yaratılmıştır... “ALLÂH” tarafından!.. “ALLÂH”ın ilminde!..
işte bu sebepledir ki var olan; daha doğrusu ve gerçeği, “var” kabul edilen, “var” sanılan her şey, gerçekte “yok”tur!
Eğer bu gerçeği anlayabildiysek, şimdi bir adım daha ileri gitmeye çalışalım.
“ALLÂH”; “öncelik ve sonralık” gibi zaman kavramı olmaksızın; ilmiyle, ilminde mevcut olan sonsuz mânâları seyretmeyi dilemiş; “MÜRiYD” olması dolayısıyla, kendindeki sonsuz mânâları seyretmeyi “murat etmiş”; bu murat ediş ile birlikte, “Ol dediği şey, anında olur” âyetinde işaret edilen bir biçimde bu mânâların seyri başlamıştır.
işte “ALLÂH”ın “OL” hükmüyle, yani “MÜRiYD” ismi ile işaret edilen bir biçimde ilmindeki mânâları seyretmeyi murat etmesi; Evren ismi altında olan tüm isimlerle işaret edilen varlıkların meydana gelmesini oluşturmuştur! Bunların “yok”tan var olmasını murat etmesi, hükümdür!
Bütün bunların var olmasını murat etmiş, hüküm vermiştir ki, bu hüküm “ALLÂH”ın “Kazası”dır!
“Kaza”, işte bu “hüküm”dür!
“Kazası”, yani var etme “hükmü” sonucunda; o isimlerin mânâlarının nasıl ve ne şekilde açığa çıkmasını murat etmesi de “O”nun takdiridir.
Bu takdir gereğidir ki, çeşitli ilâhî isimlerin mânâları, sayısız çeşitli bileşimler-terkipler şeklinde belirli anlam sûretlerini meydana getirmiştir.
“Anlam sûretlerini” diyorum, dikkat edin; henüz bu boyutta varlıkların vücudu yok!
Yani, hüküm verdi!
Hüküm, “Ol” emri ile oldu; bu oluşun neticesinde çeşitli Esmâ mânâları seyredilmeye başlandı...
Çeşitli ALLÂH isimlerinin mânâlarının seyri takdir edildi!..
Bu Esmâ mânâlarının seyrinin takdiri ile birlikte, “Ayânı sâbite” denilen, varlıkların orijinleri, varlıkların orijin ve aslını meydana getiren, ana mânâ grupları meydana geldi...
Ancak dikkatinizi çekerim...
Ben bunları anlatırken elbette bir sıralamadan, bir zamandan bahsediyorum... Oysa gerçekte böyle bir zamanlama ya da süreç söz konusu değil!
Bunların hepsi, bir “an”da olup biten bir şey!..
“OL DEDi VE OLDU.”
anlamında tarif edildiği bir biçimde!
Bu yüzdendir ki, benim bu anlatışım içindeki zamanlama tâbirleri, sizi asla bir zaman kavramına sokmasın!.. Gerçekte, burada zaman diye bir olay yok!
işte bu mânâların, mânâ gruplarının meydana gelişi, “Takdiri ilâhî”dir!
Esasen;
“ALLÂH MAHLÛKATIN KADERLERiNi GÖKLERi VE YERi YARATMAZDAN ELLi BiN SENE EVVEL YAZMIŞTIR, TAKDiR ETMiŞTiR.”
Şeklindeki Rasûlullâh açıklamasında bahsedilmekte olan gerçek işte bu boyuttur.
Bu boyutta, henüz bildiğimiz anlamda varlık sûretleri olmadığı gibi, bu varlık sûretlerini meydana getiren Esmâ terkipleri -isimler bileşimleri- de yok daha! Bunların aslî vücudu yok!..
Bu yüzdendir ki, “Ayânı Sâbite vücud kokusu almamıştır” denerek, bu takdir safhasına işaret edilir.
Yani, ALLÂH’ın ilminde kendi mânâlarını seyretmesi, seyretmeyi hükmetmesi “Kaza”dır...
Bu mânâların seyredilir hâle gelmesini düzenlemesi de mutlak mânâda “Kader”dir...
Burada açıklamakta olduğum “KAZA VE KADER”, halkın anladığı, kitapların yazdığı “kaza ve kader” kavramı olmayıp; bâtınî mânâda, gerçek mânâda, öz mânâda “KAZA VE KADER” kavramıdır.
Şimdi bu kavramların bir de ikinci bölümü var ki; halkın, herkesin anladığı mânâdaki “kaza ve kader” kavramlarıdır onlar.
Zaten bizim bildiğimiz; üzerinde konuştuğumuz; “kader ne kadardır, eni nedir, boyu nedir, ne kadarı bizde var, ne kadarı da onda var; küllü nedir, cüzü ne kadardır” gibi kavramlar, hep bu ikinci bölümde konuşulan kaza ve kader ile ilgili kavramlardır.
Şu an’a kadar bahsetmiş olduğum boyuttaki “KAZA” ve “KADER” ile ilgili değildir!..
Eğer şimdiye kadar anlatılanları anlayabildiysek; şimdi bunun bir basamak daha aşağısına inelim.
Mahlûkatın kaderlerine geliyor sıra...
Mahlûkatın kaderini yazan kim?..
Mahlûkatın kaderini yazan “Rabb-ül Âlemîn”dir...
“Rabb-ül Âlemîn”... Âlemlerin Rabbi, yani âlemler kelimesiyle işaret edilen, sonsuz sınırsız varlıkların meydana getirildikleri Rubûbiyet mertebesidir.
Bütün “ALLÂH iSiMLERiNiN mânâları”, “ALLÂH” ilminde mevcuttur, dedik.
“Rahmâniyet” mertebesinden, “ilmi ilâhîdeki ilâhî Esmâ’nın toplu hâlde bulunduğu mertebedir” diye söz edilirse de; gerçekte burada topluluktan veya ayrılıktan söz edilemez.
“RAHMÂNiYET”; ilâhî Esmâ’nın hazinesidir, deriz; ki bu da mecazî bir ifadedir... Gerçekte, böyle bir tanımlamadan da münezzehtir “ALLÂH”!..
işte bu “Rahmâniyet” mertebesinde mevcut olan Esmâ-i ilâhî, “O”nun, “Melikiyet” mertebesi özelliği ile mülküdür.
Bir yönü itibarıyla “Melik”tir, bir yönü itibarıyla “Mâlik”tir.
Ancak, “Melik” ismi, “Mâlik” isminden daha kapsamlıdır.
“Mâlik” ismi; “bir şeyin sahibi” anlamındadır.
“Melik” ise o şeyin hem sahibi, hem de “o şeyler üzerinde mutlak hükümdar” olandır.
Yani “ALLÂH”ın “Melikiyet”I; “kendi Esmâ’larını dilediği gibi açığa, ortaya çıkarması, seyretmesi” anlamındadır.
“DiLEDiĞiNi YAPAR.” (2.Bakara: 253)
“YAPTIĞINDAN SUAL SORULMAZ!” (21.Enbiyâ’: 23)
Bu âyetler “O”nun “Melikiyeti”nin eseridir.
“Melikiyet” mertebesinin tenezzülü ile “Rubûbiyet” mertebesi oluşur.
“Rubûbiyet” mertebesi çeşitli Esmâ’nın, çeşitli terkipler-bileşimler şeklinde açığa çıkmasını sağlar. Bu Esmâ, çeşitli terkipler şeklinde ortaya çıktığı anda “abd” meydana gelir...
“Rab” yani “ALLÂH isimleri”nin bir terkip -bileşim- hâli, bir birimin, bir isim ardındaki varlık hâlinde ortaya çıkışını sağlar. işte bu ortaya çıkış “Rubûbiyet” mertebesinin hükmünün zâhir oluşudur.
Kul, Rabbine tâbidir!
“HAREKET EDEN HiÇBiR CANLI YOKTUR Ki ONUN ‘Bi’NASiYESiNDE (alnında-beyninde var olarak/beyninden) TUTMUŞ OLMASIN (Fâtır’ın beyni programlaması)!..” (11.Hûd: 56)
Âyeti işte bu gerçeğe işaret eder.
Yani, o varlığı bulunduğu hâliyle yaşatan; “ALNINDA” -alnının arkasındaki beyninde- açığa çıkan, Esmâ terkibinin oluşturduğu program, onun Rabbidir... Çünkü onun varlığı, kendisinin Rabbi olan Esmâ terkibinin tabii sonucudur...
Yani “birim” ismi; kendini meydana getiren isimler bileşiminin adıdır.
Kendisini meydana getiren o Esmâ terkibinin -isimler bileşiminin- dışında, birimin bir varlığı mevcut değildir.
Eğer, o ismin ardındaki, o ismin karşılığı olan Esmâ terkibini ortadan kaldırırsanız; ismin arkasındaki varlık da ortadan kalkar!
Hangi isimle isimlenen, hangi varlık, hangi birim olursa olsun; o ismin ardındaki varlık bir Esmâ terkibidir; yani Rabbin bir isimler bileşimi şeklinde kendi varlığını aşikâre çıkartmasıdır.
Bu yüzdendir ki...
Birimin, hiçbir şekilde, “ALLÂH”ın Esmâ’sı dışında, bir zerre varlığı mevcut değildir!.. Ve bu sebepledir ki, abd, Rabbinin mutlak olarak kuludur!..
Abd, Rabbine kulluk etmededir! Her hâlükârda!
Abd’ın Rabbine kulluk etmemesi asla düşünülemez ve hayal bile edilemez... Tasavvur bile edilemez...
Çünkü Abd’ın, Rabbinin varlığı dışında hiçbir şeyi yoktur! Sadece ismiyle, Rabbinden ayrı düşmüştür abd!..
Bunu tarif sadedinde basit bir misal vermişlerdir ama, bu misalin kelimelerinde kalınırsa yine olaydan çok uzak düşülür.
Suyun çeşitli kalıplarda donarak, değişik sayısız buzdan heykeller meydana getirmesi ve bu buzdan heykellere değişik isimler verilerek, sayısız değişik varlıklar varmış sanılması hâlini düşünün!..
Birinin adına insan demişsin, diğerinin adına cin, bir diğerinin adına melek, ya da dağ, deniz v.s. demişsin!
Ne var ki, buzdan birimlerin isimlerinin ardındaki varlık olan o buzdan heykelleri erittiğin zaman, buz, aslı olan suya döner!..
Şimdi, “abd”, “Rabbin Abdı” olduğuna göre…
“Abd” ismiyle, “Kul” ismiyle işaret edilen varlık; belli ilâhî isimlerin mânâlarının, bir bileşim hâlinde bir araya gelerek bir anlam oluşturması olduğuna göre... Ayrıca, o abdın, başka bir tanrıdan, başka bir ilâhtan, başka bir varlıktan almış olduğu bir aklı, bir şuuru, bir idrakı ve bir iradesinden acaba söz edilebilir mi?..
işte geldik işin tâbiri câizse, püf noktasına...
Varlığın aslını, hakikatini, özünü bilmeyenler; hakikate ermemiş olanlar; yani her şeyi beş duyu sınırları içinde değerlendirme özelliği ile bezenmiş mübarek varlıklar; elbette kendilerinde belli bir bağımsız akıl, belli bir bağımsız irade, belli bir bağımsız kudret, belli bir bağımsız güç olduğunu düşünecekler ve bu düşünceleriyle o güzel ve mükemmel hayatlarını yaşayıp, bu dünyadan geçip gidecekler!!!
Şurası kesin ki, “ALLÂH” dilediğini yapmadadır ve yaptığından sual sorulması söz konusu olmaz!
Sual sorulmaz; çünkü, sual soracak ikinci bir varlık yoktur!
“VE MA TEŞÂÛNE iLL EN YEŞÂALLÂH...” (76.insan:30)
“ALLÂH DiLEMEDiKÇE SiZ DiLEYEMEZSiNiZ!”...
Evet, dikkat buyurun...
“Siz isteyemezsiniz, ALLÂH istemedikçe” çevirisi yanlıştır!
Bu âyetin gerçek mânâsı;
“Siz isteyemezsiniz, isteyen ALLÂH’tır!”...
Ve bu mânâyı anlarsak, fark ederiz ki, iki tane isteyen varlık yok!
“Biri istiyor da, onun isteği üzerine ötekinde de istek meydana geliyor” gibi bir kavram kesinlikle söz konusu değil!
işte, “ve ma teşâûne illâ en yeşâallâh” âyetinde de bu husus vurgulanır...
Gerçekte isteyen tek varlık, yani MÜRiYD ALLÂH’tır! iRADE sadece ALLÂH’ındır. Ve, O, murat ettiğini OL hükmüyle meydana getirir.
işte bu gerçeğe işaret sadedinde denir ki;
“Kaldır kendini aradan, ortaya çıksın Yaradan.”
Kendini aradan çıkartırsan, kaldırırsan; yani “ALLÂH’tan ayrı bir varlık olarak varım” varsayımından, zannından kurtulursan; varlıkta mutlak MÜRiYD yani iRADE EDEN ve RAB olan ALLÂH dışında bir şey mevcut olmadığını açık seçik fark edersin.
“HÂLBUKi SiZi DE YAPTIKLARINIZI DA ALLÂH YARATMIŞTIR!” (37.Sâffât: 96)
ALLÂH “yaratmıştır” kelimesiyle işaret edilen mânâyı biraz evvel izah etmiştik. Yani, varlıkların yaradılışı demek, “iLiM” boyutunda Esmâ mânâlarının takdiri, hükmüdür!
Varlıkların meydana gelişiyle, bu varlıkların meydana gelişinin tabii sonuçları olarak onların fiilleri meydana gelir...
Daha açık bir ifadeyle anlatmaya çalışalım...
Fiiller, belli bir mânânın dışarıdan algılanan şeklidir!
Belli bir mânânın varoluşunun doğal sonucu ve algılanış şekli, fiildir! Yani her fiil, gerçeğiyle mânâdır!..
Dikkat ediniz, “mânâ ihtiva eder” demiyorum!.. Birimin algılama şekline göre, “mânâ ifade eder”dir, bunun anlamı, ama ben bunu demiyorum!
Fiil, mânâdır; mânânın ta kendisidir!
O “mânâ”, algılama aracına bağlı olarak “fiil” şeklinde değerlendirilir!
işte burayı çok iyi anlamak lazım... Çünkü, çok ince bir “sır”dır bu ve konunun önemli “püf” noktalarından bir tanesi de burasıdır!
Esas var olan mânâdır!..
Mânânın, fiil şeklinde algılanışı, algılama aracı dolayısıyladır!
Eğer şu açıklamaya çalıştığım cümleyi anlamazsak, kesinlikle “ALLÂH vardır ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktur” cümlesinin mânâsını da anlayamayız!.. Lafını eder, ezberler, kelimeleri tekrarlarız, ama mânâsını kavramamız asla mümkün olmaz!
Efâl boyutu denen; algılama araçları ile var görünen; var kabul edilen; var sayılan; tüm fiiller, orijinde mânâ olarak mevcuttur ve “fiiller boyutu” denen “kesret âlemi” için, bu sebeple denmiştir ki;
“HER ŞEY HAYALDEN iBARETTiR; ÂLEMLERiN ASLI HAYALDiR.”
Çünkü kesret yani çokluk kavramı içine giren her şey, ALLÂH isimlerinin anlamlarından başka bir şey değildir!..
Eğer, siz henüz şuur boyutunda yaşayabilme; benliksiz bir biçimde, varlığın Tekliğini seyredebilme özelliğine sahip değilseniz; sizin için çokluk âlemi mevcuttur! Ve siz kesret âleminin kurallarına göre yaşarsınız!.. Ve bu yaşamınızın doğal sonucu olarak, bütün beşerî değerler, kavramlar geçerlidir.
Ayrıca sanmayınız ki; bu bahsedilen âlemleri yaşadığınız zaman, şu içinde bulunulan âlem ortadan kalkar; hayır!..
Her boyut kendi algılayıcısıyla varlığını sürdürür ve;
“ALLÂH, ÂDEM’i KENDi SÛRETi ÜZERE MEYDANA GETiRDi, YARATTI…”
anlamındaki Rasûlullâh uyarısı gereğince de, insan ismi altında, Zât boyutu, Sıfat, Esmâ boyutu ve Efâl boyutu mevcuttur.
Bu yüzdendir ki; Zât boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; Sıfat ve Esmâ boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; Efâl boyutunun da ayrıca hakkını vermek zorundasınız!.. Çünkü bu dört boyut da sizin varlığınızda mevcuttur!
Şu an’a kadar anlattığımız hususlarda, Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın açıklamaları ve Kur’ân-ı Kerîm’de işaret edilen gerçeklerden anlayabildiğimiz kadarıyla, “ALLÂH”ın kazası ve takdiri ile; “ALLÂH”ın varlığı meydana getirişi ve bu konudaki takdiri üzerinde durduk.
Şayet buraya kadar anlattıklarımızı yeterince açıklayabildiysek, bundan sonrasını da son derece rahatlıkla anlayıp çözebiliriz.
Ancak bu bölümü anlamadıysak, “ALLÂH” isminin mânâsını şayet kavrayamadıysak; bu mânâ bize açılmadıysa; muhakkak ki herkesin anladığı mânâda (bkz: )(bkz: http://www.ahmedhulusi.org/kitap/akilveiman.htm)
tedbirden sonra alınan tüm güncel tedbirlere rağmen gerçekleşen olaya kader denebilir.

tedbirsiz takdir ol-maz!

önce tedbirini al sonra takdire bırak demez mi allah? siz hangi kitaba iman ediyorsunuz ey şirke batmışlar?
recep tayyip erdoğan tarafından reddedilen iman şartı.

https://youtu.be/7hV9zqq1xdQ?t=638
iman'ın altı şartından 5.sinin ilki. 5. nin ikincisi kazaya iman.
imanın altıncı şartı, kadere, hayır ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna imandır. Amentü’deki, "Ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ" ifadesi, kaderin, hayır ve şerlerin hepsinin Allahü teâlâdan olduğuna iman etmeyi bildirmektedir.
allah her canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. hepsi açık bir kitapta [levh-i mahfuzda]dır.

hud 6
eden rahatlıyor galiba.
imanın 6 şartından 5. şartı.