bugün

1660-1731, ingiliz yazar.
en ünlü yapıtı 1719'da yazdığı robinson crusoe'dur. bunun dışında:
*tasarılar üzerine bir deneme (an essay upon projects)
*birlik'in tarihi (history of the union)
*ünlü moll flanders'ın mutlulukları ve mutsuzlukları (the fortunes and misfortunes of the famous moll flanders)
*albay jack (colonel jack)
*bir süvarinin anıları (the memories of a cavalier)
*şeytanın siyasal tarihi (the political history of the devil)
1660 yılında londrada dogup, 1731 yılında yine londrada ölen ingiliz gazeteci, yazar.Daniel defoe cesitli güçlükler ve tehlikelerle dolu bir yaşam geçirmiştir.1685te ingiltere kralı II. Jamese karşı başlatılan ayaklanmaya katıldı. Yaşamının çeşitli dönemlerinde tüccarlık, fabrikatörlük, devlet memurluğu ve hatta casusluk yaptı. 40 yaşında gazetecilikte karar kıldı, bundan birkaç yıl sonra da roman yazmaya başladı. Yayımladığı siyasal yergi kitapçıklarındaki sert tutumu yüzünden birçok kez hapse girdi..
ünlü romanı robinson cruise' yi, yaşadığı olumsuzlukların ardından toplumdan kendini yalıttığı dönemde, 59 yaşında kaleme alan ünlü ingiliz roman yazarı.
insanlar hatalarini mutluyken degil ancak mutsuzken anlar -- daniel defoe

romanın yaratıcılarından biri sayılabilicek ingiliz yazar. robinson crusoe' yi her çocuğun anlıyabileceği bir dille hikaye etmiştir.
daniel Defoe'nun romanları kendisinden daha geri
pek çok yazarın eserlerinde görülen ayrıntılarda tutarlılık ve
en büyük edebiyat eserlerinde görülen geniş anlamda
iç uyum özelliklerine sahip değildir. Defoe asıl maharetini
enfes epizotlar yazarak göstermişti. Hayalgücüyle
bir olayın üzerine bir kez atladığında,
bunu kendisinden önceki kurmaca eserlerin çok ilerisinde ve
hatta bugün bile geçilememiş çapta kapsamlı bir sadakatle aktarabilirdi.
Bu epizotlar tek tek alındıklarında muazzam bir etkiye sahiptir ve
belki de 'Moll Flanders'ın üstünlüğü esasen
büyük bir roman falan olmasından değil, Defoe'nun
en zengin malzemeye sahip derlemesi olmasından kaynaklanır.
Defoe'nun dehasında Moll Flanders'ın zorluklara karşı
göğüs gerebilen benliği kadar kendinden emin ve
yıkılmaz bir şeyler vardır; bu da bizi eskinin adı çıkmış
eleştirel sapkınlığını kabul etmeye itmektedir:
iyi kullanılan bir yetenek diğerlerinin eksikliğini telafi eder.
Yetenek elbette romandaki en üstün değerdir:
Defoe usta bir gözbağcıdır ve bu özellik kendisini
bir bakıma yeni biçimin kurucusu yapmaktadır.
Bir bakıma diyorum, tam olarak değil:
Romanı yerleşik bir tür olarak kabul etmemiz için, öncelikle,
Defoe'daki yaşama benzerliği kaybetmemiş gerçekçi anlatı,
içsel bütünlüğe sahip bir olay örgüsü halinde düzenlenmeliydi;
ayrıca romancının da karakter ve kişisel ilişkileri
betimlenen eylemlerin gerçeksiliğini artırmaya yarayan
tali araçlar olarak görmekten vazgeçip bütünsel yapının
ana unsurları olarak ele alması ve onlara yoğunlaşması;
bir de tüm bunların bir ana ahlaki niyetle ilişkilendirilmesi gerekiyordu.
Bu ek adımları atan Richardson oldu ve Defoe'nun değil de
Richardson'ın genellikle ingiliz romanının kurucusu olarak
görülmesinin esas nedeni budur.

Defoe,Robinson Crusoe'nun yaratıcısına yaraşır bir şekilde,
edebiyat tarihinde bir eşi daha olmayan
kendi kişisel edebi türünü yaratmıştı.
Kendisinden önceki bir bireyci ve edebiyat yenilikçisi olan
Christopher Marlowe'un oyunları ile Defoe'nun kurmaca eserleri
arasındaki şaşırtıcı derecede yakın paralelliğin de gösterdiği üzere,
bu tek başınalık Defoe'nun eserlerinde bireyciliğin rolüyle
doğrudan doğruya ilişkilidir.
ikisi de alt sınıflardan ailelere mensup, yoksul, iyi eğitimli,
kıpır kıpır, enerjik kişilerdi; ikisi de yaşadıkları toplumda
kendilerini tatmin edecek bir yer bulmakta güçlük çekmişti ve
nihayetinde ikisi de hükümetin çirkin yüzünü gördüğünden
biri muhbir diğeri gizli ajan olarak iktidarın gizemli yönleriyle
temasa geçmeyi başarmıştı. ikisinin de yaşamlarının
eserlerine yansıdığını görüyoruz. Her ikisi de kendisini
en iyi şekilde, toplumla radikal bir yabancılaşma içerisinde
olan ve bilinçsizce de olsa kendi yaşamlarından izler taşıyan
karakterler aracılığıyla ifade etmiştir;
koşullarındaki muazzam farklılıklara karşın
Büyük Timur'dan Barabas'a ve Faustus'a,
Robinson Crusoe'dan Moll Flanders ve Albay Jacque'a kadar
aralarında sıkı bir ailevi benzerlik vardır.
Bu tür ana karakterlerin varlığı hem Marlowe'da hem de Defoe'da
benzer yapısal ve tematik zorluklara yol açar.
Olay örgüleri genellikle epizodiktir ve
karakterler arasındaki ilişkiler açısından
temel çelişkinin tam olarak somutlaştırıldığı söylenemez.
hepsi de genellikle bir 'dünyaya karşı ben' haline gelir.
Çelişki meselesi de aynı şekilde muğlaktır:
En nihayetinde kahramanın cüretkârlığını cezalandırmak üzere
devreye sokulan ahlaki, toplumsal ve dini kuralların temsili,
bunların ihlalinin temsiline oranla daha az inandırıcıdır.
Dolayısıyla bu normların başarısı olsa olsa yarım yamalaktır ve
yazarın bunları gerçekten onaylayıp onaylamadığı konusunda
okurda şüphe uyandırır.
Defoe ve Marlowe'un eserlerinden çıkan en olumlu değer kuşkusuz geleneksel ahlaki düzene ait bir değer değildir. Fransız edebiyatında bireyciliğin en üst ifadesi olan Stendhal'in durumunda olduğu gibi, temsil edilen yaşam anlayışını önemli kılan bilgelik değil, enerjidir. Belki de hem genel olarak bireyciliğin hem de Moll Flanders karakterinin ahlaki çözümlemesi bakımından kilit soruyu bu ikilik ortaya koymaktadır. Moll'un bilgeliği etkileyici değildir; olsa olsa atavik türde, tümüyle hayatta kalma sorunlarına yoğunlaşmış düşük seviyede bir akla sahiptir; fakat hiçbir şey onun enerjisinden daha etkileyici olamaz ve bunun da ahlaki bir önceli vardır: müphem ama insana güç veren bir tür çilekeşlik. Moll Flanders'ın başına her şey gelir ama hiçbiri onun üzerinde bir iz bırakmaz; anılarının tınısı bizi, ne olursa olsun hiçbir değişikliğin onun tatminkâr yaşama gücünü elinden alamayacağına inandırır; görünüşe bakılırsa, en aşağılık suçlarımız ve ahlaki yönden akla gelebilecek en iğrenç zayıflıklarımız bile hiçbir zaman bizi başkalarına karşı duyduğumuz sevgiden ya da kendimize duyduğumuz saygıdan mahrum kılmaz; gerçekten de tüm kitap, bireyciliğin bugünün ortodoksluğuna ve geçmişin bilgeliğine karşı açtığı edebi savaşın bir dizi örneği halindedir.*
Bu sözcükler, Defoe'nun romanlarının hem biçim hem de içerik bakımından gelecek kuşaklardan talebini gayet iyi özetler; ve bu talebe ancak son birkaç onyıllık süre zarfında (bu romanlara bir nevi alt-edebi ün kazandıran iki yüzyıla yakın bir zaman geçtikten sonra) bu romanlar yeni bir soluk kazandıklarında tümüyle cevap verilebilmiş olması son derece anlamlıdır, zira görünüşe bakılırsa bu süre zarfında roman ve bireycilik başladığı noktaya geri dönmüştür.
Görünen o ki roman tekniğinin eşi görülmedik bir karmaşıklığa ulaştığı bir dönemde, Defoe'nun biçimsel sanat yoksunluğu daha önce olmadığı kadar mayhoş bir tat veriyordu. Richardson'ın külfetliliğini ya da Fielding'in yapaylığını teşhis etmek kolaydı, çünkü roman türü onların biçimsel sorunlara sunduğu çözümlerin çok ötesine geçmişti. Fakat Defoe bir boy ölçüşme içerisinde değildi ve bizimle hâlâ oldukça canlı bir şekilde konuşabilen ve üstelik bir gün bile durup da bu becerisine ilişkin teknik sorunlara kafa patlatmadığı anlaşılan bir yazarı alkışlamak açıkçası ihya ediciydi.
1920'lerde roman biçiminde, sanatsız sahicilik en üstün sanat hariç her şeye tercih edilir görünüyordu. Aynı dönemde ve bunu takip eden yıllar içerisinde, bireyciliğin düşünsel ve toplumsal temelleri daha önce hiç olmadığı kadar sorgulanmaya başlandı ve bu durum, bireyciliğin zaferlerinin ve rezaletlerinin eski bir aktarıcısı olan Defoe'nun eserlerine ironik bir güncellik bahşetti. Özellikle de ikinci Dünya Savaşı bizi Defoe'nun bireycilik resminin kâhince özüne daha da yaklaştırdı. Camus, Defoe'nun Robinson Crusoe için alegorik iddiasını kendi alegorisi Veba'da (1948) epigraf olarak kullandı: "Bir hapsedilmişliği başka bir hapsedilmişlikle temsil etmek, gerçekte var olan herhangi bir şeyi var olmayan bir şeyle temsil etmek kadar mantığa uygundur." Aynı dönemde André Malraux hapishaneleri ve toplama kamplarını görmüş olanlar için yalnızca üç kitabın doğruluğunu muhafaza ettiğini yazıyordu: Robinson Crusoe, Don Quijote ve Budala.
Defoe'nun yalıtılmış bireyler üzerinde yoğunlaşması, günümüz yazarlarının yaşam anlayışına aradaki yüzyıllarda yaşamış romancıların yaşam anlayışına olduğundan çok daha yakın görünmektedir. Bu yazarların Defoe'ya kastettiğinden daha fazla anlam yükleyerek onu okuduklarını ve de modern yabancılaşmanın Robinson Crusoe ve Moll Flanders'ın yabancılaşmasından çok daha karmaşık ve çok daha gönülsüz olduğunu söylemek yanlış olmaz. Fakat Defoe romanlarının simgesel niteliğinin ne kadar farkında olursa olsun, şurası kesindir ki uzun Avrupa romanı geleneğinin bittiği; bireyciliği, boş zamanı ve eşsiz güvenliği sayesinde kişisel ilişkileri edebiyatın en önemli teması haline getiren toplumun nihayete erdiği yerde, Defoe memnuniyetle karşılanacak ama kötülük alameti bir kişiliktir. Memnuniyetle karşılanacaktır diyorum, çünkü görünüşe bakılırsa Defoe romanın büyük blöfünü -kişisel ilişkilerin gerçekten de yaşamımız açısından bir hayat memat meselesi olduğu iddiası- çok önceleri yapmıştır. Kötülük alametidir diyorum, çünkü geçmişin büyük yazarları arasından yalnızca ama yalnızca Defoe hayatta kalma mücadelesini iç karartıcı bir bakış açısıyla ortaya koymuştur, ki yakın zaman tarihi bu iç karartıcılığı tekrardan insanlık sahnesinde önemli bir yere getirip oturtmuştur.
Dolayısıyla tarihin tesadüfleri Defoe'nun yüzüne gülmüştür, ama hakkını yemeyelim, o da hiçbir yazarın yapmadığı kadar bunlara kur yapmış ve ödülünü hak etmiştir. Bu tesadüfler Defoe'yu roman tarihinde belirleyici bir konuma itelemiştir. Defoe'nun erkek ve kadın kahramanlarının eylemleri üzerinde körlemesine ve neredeyse amaçsızcasına yoğunlaşması ve içinde yaşadıkları utanç verici dünya hakkında onların düşünceleriyle kendisininkileri bilinçsizce ve pek düşünmeden birbirine karıştırması sonucunda onun şok taktikleri olmaksızın roman geleneğindeki yerini belki de hiçbir zaman alamayacak pek çok güdü ve temanın ifade edilmesi mümkün hale gelmiştir: mesela ekonomik bencillik ve toplumsal yabancılaşma gibi güdüler ve günlük yaşamda tezahür ettiği şekliyle eski ve yeni değerler arasındaki çatışma temaları. Tarihte çok az yazar kendisine hem yeni bir konu hem de onu somutlaştıracak yeni bir edebi biçim yaratabilmiştir. Halbuki Defoe ikisini de başarmıştır. Ele aldığı konuyu mutlak bir şekilde inandırıcı kılmak için bunun üzerine bir bakıma tek gözle yoğunlaşırken pek çok şeyi gözden kaçırmıştı. Fakat belki de bu dışarıda bırakılanlar, içeride kalan bu denli unutulmaz ve eşsiz parçalar için ödediği bir bedeldir.
(kaynak: romanın yukselisi)
alexander selkirk'in yaşamındaki bir maceradan esinlenerek robinson crusoe romanını yazan, ünlü ingiliz yazarıdır. 1666'da Londra'da baş gösteren veba salgınını konu alan (1722; '' veba yılı günlüğü'') adlı yapıtında, olayları doğrudan kendisi yaşamış gibi, gerçek ayrıntılardan yararlanarak yazmıştır.
küçükken robinson crusoe yi okurken daniel defoe nin robinson olduğunu düşünürdüm. harika bir yazar.
(bkz: willem dafoe)
kapatilizmin, kolonileştirmenin ve de köleleştirmenin meşru gösterildiği kendi içinde şirin mi şirin ama dünyanın sefil düzenini haklı çıkarma çabası içerisindeki kitabın yazarı...
(bkz: jermaine defoe)
ingiliz yazar ve gazeteci. yazarlığa başlayıncaya kadar tüccarlıktan casusluğa kadar birçok meslekle uğraşmıştır. ingiliz edebiyatında roman türünün gelişmesine katkıda bulunan yazarlardan biridir. realizm akımını benimsemiştir.
aytunç altındağ tarafından osmanlı ajanı olduğu idda edilmiş büyük yazar.

edit : adı da kara selimoğlu muhammed imiş .

edit2 : ilgili bağlantı http://pazarvatan.gazetev...p;yaz=Ayd%FDn%20Ayayd%FDn
Maceracı bir kimliğe sahiptir
* En önemli eseri: Robinson Crusoe'dir.
"hangisi daha zor bilmiyorum, iyi yaşamak mı iyi ölmek mi."
"Biz hepimiz bir çömlekçinin elindeki çamur gibiyiz. Hiçbir çömlek çömlekçiye beni niye böyle yoğurdun diyemez." diyen yazar.
ilk kez okumayı sevmeme sebep olan yazardır kendileri. kitabının adını hatırlamıyorum içkiliyim ama çok güzeldi. sanki içindeydim mınakoyum..
hakikati bulan başkaları farklı düşünüyor diye onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala hemde alçaktırsözünü söyleyen kişi.
bugün ölüm yıl dönümü olan yazar.
'' Açlık, ne dost, ne akraba, ne insanlık, ne de hak tanır.''

'' Bir koyun sürüsünün başında bir aslan olması, bir aslan sürüsünün başında bir koyun olmasından daha iyidir.''

'' Gerçek büyüklük, kendine egemen olmaktır.''

gibi sözlerin sahibi edip .
"olabilseler butun insanlar tiran olmak isterler" diyen yazar.
yazardır.
idolüm olan bir kaç yazardan birisi. seneler evvel robinson crusoe'u okuduğumda hayatta 2 amacım vardı. ya daniel amca gibi bir yazar olacaktım ya da robinson gibi maceralara atılacak o nefis tuzlu keçi etinin tadına bakacaktım. şuan 20 yaşındayım önümde bir yol var hala geç değil ya yazar olacağım ya da maceraperest. *
robinson crusoe kitabını okuduktan sonra kapak yazısındaki ''bu sırada çıkan dehşetli bir fırtına yolumuzu şaşırtmıştı'' cümlesini gördüğümde arka sokaklardaki mesut komiser aklıma gelmişti amk.
Bir türk casusunun mektupları adlı eserleri avrupanın aydınlanmasındaki etkisi çok büyüktür. Zamanının din ve homo economicus fikirlerine karşı en ciddi mücadeleyi veren yazardır. Bir türk casusunun mektupları aynı zamanda aytunç altındal da defoe'yi anlattığı kitabının ismidir.