bugün

mendil satan çocuk

yer beşiktaş iskelesi...
üsküdar kıyılarını seyrediyorum karşı yakadan...
bi çocuk yaklaşıyor, üstünde "bizim oğlana küçük geliyor artık" diye verilenler tadında giysiler; emanet olduğunu belli eden, ama pasaklı değil kıyafetleri...11-12 yaşlarında, esmer hafiften, kara gözlü...elinde satmak için taşıdığı mendillerin olduğu bi poşet...
"bi mendil alırmısın abla" diyor biraz ürkek, biraz mahcub, bi eli uzatırken bi eli geri çekiyor sanki... "hayır" diyorum hemen reflex halinde, o kadar şartlanmışım ki...geri çekiliyor hemen, üstelemiyor hiç, sırnaşmıyor, "allah sevdiğine kavuştursun abla" tadında dualarla içten bi pazarlığa tutuşmuyor benimle, uzaklaşıyor yanımdan, gidip iskele binasının duvarının dibine oturuyor...seyre dalıyor etrafı donuk gözlerle...
başka bi çocuk geliyor sonra ama görünümü bizim ufaklığınkine 180 derece zıt...
paçasından marka damlıyor çocuğun, üstünde adidas marka eşofmanları, altında bianchi marka bisikleti, elinde de promosyon bile olmayan devasa mcdonalds menülerinden biri var...

işte o an, bizim ufaklığın ona bi bakışı var ki...
insana insanlığını sorgulatan cinsten...o bakışın tarifi yok, benim de o bakışı anlatmak için edebiyat parçalayacak halim...

ışık hızıyla geçiyor düşünceler aklımdan, " ne anne babalar var, bu yaşta çocuk çalıştırılır mı, o sattığı mendillerden hangisinin parası geçiyor onun boğazından... allah bilir babasının içkisine gidiyordur, öyle ya, bu çocuğu böyle çalıştıran anne babadan ne beklenir..." ,"bi dk lan, ya hastaysa adam, ya annesi temizliğe fln gidiyorsa da yine de gücü yetmiyorsa daha iyisine, yargılamak sana mı düştü, nolurdu bi tane mendil alsaydın sanki dingil"...
ben bunları düşünürken markacan atlayıp gidiyor bisikletine...bizimki gözlerini ayırmıyor ondan yolun başında gözden kaybolana dek...

düşünmeyi bırakıp, "ufaklık bi baksana bana" deyiveriyorum, bi anda uyanıyor sanki daldığı alemden, bi an için afallıyor, sonra ışıldıyor gözleri...
koşa koşa geliyor yanıma hemen, "buyur abla" diyor..."yok" diyorum bu kez "sen buyur"...

bi adı var onun da... mehmet...
3 kardeşin en büyüğü, babası trafik kazasında vefat etmiş, annesi terzi...
bizim ufaklık bi de ben yük olmayayım anneme diye okulu bırakmış, ilerde işi büyütmeyi fln tasarlıyor, mendil satmakla kalmayacakmış, kardeşleri okuyacakmış daha...
hırsızlık yapmıyor, dilenmiyor, asil...
asil evet, ben bu yaşımda babamın desteğiyle ayakta dururken, o evin geçimini üstlenmeyi kafasına koyacak kadar hem de...

boşuna mendil satmıyomuş bi de, onu da gördük çok geçmeden, hedefi 12'den vurdu...

daha kaç tane mehmet var acaba bu şehirde... kimi ayakkabı boyacısı gümüşsuyunda gecenin 12sinde sandığı parçalandığı için ağlayan... kimi en işlek caddenin ortasında simit satmanın derdinde... belki kimisinin uğruna mendil satacağı 2 kardeşi de yok, diğerleri çocuk olmadan önce abi/baba olmak zorunda kalmıyor belki... hangisi daha fena...
kıssadan hisse fln beklentisiyle okuduysanız buraya kadar, üzgünüm sizin için, çarpıcı bi sonu olmayacak bu yazının...
bildiğim tek şey, " tek başıma napabilirim ki, ben de öğrenciyim" tadındaki öğrenilmiş çaresizliklerimize gömdüğümüz kafalarımızı toplamamız ve kayıtsızlığımıza kılıf olsun diye sığındığımız şu kahrolası bahaneleri bi kenara bırakıp kıçı kırık sıvışmalarımızdan kendimizi azad etmemiz gerektiği...
bi mendil alıp ya da tabii ki daha iyisi; alternatif çözüm üretmeye çalışan derneklere destek olup o çocuğun gözyaşlarını silemedikçe onlardan biri pes edip, eline bi silah alıp herhangi birimizin yolunu kestiğinde de deriz artık, " ama ben napabilirim ki"...

sahi bi de;
hiç çocuk yuvasına gittiniz mi?