bugün

Huzursuz bir hava vardı o gün, yağmur yağmakla yağmamak arasında kararsız, toprakla kavga ettikten sonra birkaç sesi yüksek yıldırım çakmış, sonra da terk etmişti gökyüzünü. Güneş kalmıştı sadece, bu güneş de hep bir üçüncü şahıs rolü giyiyordu nedense, hep bir yerlerde toprağı bekleyen bir platonik âşık gibi, oysa bir bulutun birkaç damla gözyaşı yetiyordu güneşin toprağın yüzüne hasret kalmasına. Güneş, hiç kıymeti bilinmeyen o dengeli, sevecen, utangaç âşık. Yağmur, ölçüsüz, sınırsız, ayıpsız, âşık olunan, gel de gönlüğümü tarumar et be güzelim denen, arada bir gelip yakıp yıkan, sevgili. Toprak, dudakları çatlamış, yağmur gelse de ıslatsa dudaklarımı diye bekleyen, gözünü bile kırpmadan bakan, gözyaşlarıyla ıslanınca mutlu olup ekinler saçan aptal.

Koyu sarı bir ışığın gözlerini doldurması perdeleri açmadığından mıydı yoksa şişen göz kapaklarının aralıksız oluşundan mı düşünmedi. Zaten o kadar çok düşünüyordu ki, bıkmıştı artık. Bunları düşünmeyişini bile ne çok düşündüğüne şaştı, doğruldu yataktan. Bir sigara yaktı, o arada içeriden gelen sesleri dinledi. Çok az dinlerdi çok fazla duysa da, birkaç kişi vardı salonda. O an dinlemesine neden olan tek ses tonu, mavimsi bir hüzne bulanmış şiirlerin sahibiydi. Düşünmeme karanını düşündü ve feshetti bu anlaşmayı, ulan, dedi sigaradan derin bir nefes alıp, tesadüf mü bu şimdi, baksana küllükleri de salona taşımışız, iş mi yaptığımız? Bari haberi olsaydı da salondaki kalıntılarını toplasaydı, dağınık olduğuna bir kez daha küfretti, kim bilir saç tokası, çakmağı çorapları neresindeydi salonun.

Çarşafa sarındı ve düşündü, türk filmlerindeki bütün o kadınlar gibi çarşafa sarınıp gezmenin nerden yerleştiğini bilinçaltına. Ama seviyordu, insanların, en çok da babasının, onun tüm davranışlarına neden sorusunu yöneltmesi onda bir açıklığa neden olmuştu ve bu bütün açıklıkları neden sorusunun süzgecinden geçiriyordu. Çünkü her şeye sorulabilecek bir neden sorusu varsa, her şeyin cevabı olabilecek birkaç neden de olmalıydı. Kenara attığı tişörtlerden kurumuş olan herhangi birini geçirdi üzerine, geceleri gördüğü kâbuslar yüzünden kan ter içinde uyanır, ıslanmış tişörtü bulduğu bir yere kurumaya bırakır ve daha önceden bırakılmış kuru bir tişörtü giyerdi her gece. Ne çok acı var dedi içinden, sonra masada unuttuğu defter aklına geldi. hass.. Kim bilir nerdeydi, fark edilmiş miydi, daha da kötüsü hatırlamış mıydı o defteri? Neden bu kadar dokungaç bir insandı ki. illa yazdığı her şeye dokunma dürtüsünün esiri mi olacaktı her zaman, kâğıdın kaleme dokunmasına duyduğu aşk onu ne kadar daha batağa sürükleyecekti? Nostalji beyinli dedi kendine, eğer biraz teknolojiye ayak uydursa her hangi birinin açıp okumaktan tereddüt etmeyeceği defterler bulundurmazdı ortada. Ama seviyordu yazmayı, yazı yazmayı daha doğrusu. Günlük de tutardı eğer ilk günden annesi bütün sayfayı okuyup hesap sormaya kalkışmasaydı ve eğer öyle olsaydı geçiştirmek için yalanlar da bulmazdı ayaküstü. Sevmiyordu da yalan söylemeyi ama Danıştay hanımefendi günü kurtar diye salık vermişti ona, bu kadar mücadeleye dayanamazsın demişti. içinden ulan sen doktorum diye oturuyorsun orda ama mahalle kahvesindeki sakalı karışmış adam senden daha iyi tavsiye verir be demiş, suratına yapmacık olduğunu belli etmekten zevk aldığı bir gülümseme koymuştu. Sevmiyordu işte, gizlemeyi, yalanı sevmiyordu ve kendi anlatamadığı zaman ipucu bırakıyordu ortalıklarda görün lan beni dercesine. Görmüyorlardı, o da artık umursamıyordu zaten. Gerçi annesi de yoktu artık, kimsesi yoktu, ama sobelenme korkusu duyan çocuklar gibi kaçıyordu sadece, kaçmak çare miydi bilmiyordu.

Ayaklarını sürte sürte salona ilerledi, üzeri lekeli pijamasına ve terliklerine baktı, biraz daha bakımlı olabilseydim eğer belki ben de kendime yer bulurdum vitrinde, bu ürünleşmiş toplumun arasında bir yerde gülümserdi. Ama o olduğu gibi kalmayı tercih etti hep ve eşantiyon olarak görüldü pahalı barbielerin arasında.

Ufak çaplı bir sessizlik oldu içeri girdiğinde, böyle anları hiç sevmezdi, onda zaten ritim bozukluğu vardı ve böyle anlarda nefesini kesene kadar acırdı kalbi, sökülecek gibi atardı. ilk önce ev arkadaşına baktı, bir şair gördüm sanki dedi, kız utana sıkıla özür diledi ve bak bu başka dedi, arkadaşımdır, severim. Tanısan seversin gibi mide bulandırıcı bir klişe daha, yüzünü ekşitmemek için kendini zorlamıştı. "farklı, bu farklı baba" diyen o kusmuk yüklü ses kulaklarında çınları, öleyim be artık dedi içinden, ne de çok şey yaşanmıştı. Ve tükenmişti hepsi, aynı sona doğru kesin bir çizgiyle, yok oluşa sürüklenmişti. Yanındaki bahsi geçen şair güldü, başkası böyle gülse ne kadar itici derdi, öz güven abidesi, küstah ama öpülesi bir gülüş. Tanıdığı için mi sevmişti bu gülüşü, yoksa zamanında sevdiği için mi tanıyordu hala, hepsi neyse de öpmek nerden çıkmıştı şimdi? Al sana bir sürü soru daha dedi kendi kendine. Sesindeki tüm o duyguları bastırmaya çalışıp sorun değil dedi masada duran deftere sarılıp. Sesini neden bu kadar çok seviyordu şair, hala anlayamamıştı. Bu sevgi onun sesine bir şeyler gizlemesini zorlaştırıyordu, oysa kadın bunu hep yapardı. Deftere dokunur dokunmaz kadının ellerine yönelen bakışlarından şairin defteri yeni fark ettiğini, hatırladığını ve çok geç olduğunu anladığını gördü kadın ve bir kahkaha patlattı içinden. Zafer benim ulan tavrını takındı ve gideceğim zaten ben de şimdi, diye bitirdi cümlesini. Sesinde isteksizlik ile kavuşma anının heyecanı dövüşüyordu sanki de, kelimeler çın çın diye ötüyordu salonda. Yıllar önce bitmiş bir savaşın zafer ilanı mı olurdu artık, bırak savaşanları bu meseleden çıkarı olanlar bile unutmuştu olanları.

Zaten ne biçim de salonları vardı, çok saçma. "evde ikiniz kalmıyonuz mu, izin mi alıyonuz birilerini davet ederken hayırdır." dedi oturup gözlerinin içine bakmak ve ulan sen kendini adamdan mı sayıyon it demek istediği adam, o neydi sanki ondan mı izin alacaktık acaba. Allahım bir insan hem bu kadar aptal hem bu kadar aşık olunası olurdu galiba, iyi ki zekiydi yoksa hiç çekilmezdi. Tabii ki hiçbir şey demedi, konuşması gereken zamanlarda konuşamama hastalığı vardı. Hem seni seviyorum da diyememişti zaten o son "an"da, zorlukla gülümseyip el kaldırmıştı hızla gidecek olan metrobüsün kalabalığı içindeki bir çift göze. Bir tek gözleri mi kalmıştı, belki de göz de değil, bakışları. O güne kadar kaç kişiye öyle bakmıştı adam bilmiyordu ama ona kimse öyle bakmamıştı. Gözleriyle salondaki eşyaların tahtaya bıraktığı izleri takibe devam etti ve laminant nedir, parke ne abi ya dedi içinden.

Tam o anda ev arkadaşı derin bir nefes aldı, sessizliği yırtan bir makas gibi bütün o görüntülerle arasına giren bu soğuk ve soluk turuncu nefesten nefret etti bir an. Yok, ama kapıdaki yazıyı görmedin sanırım, şairler giremez yazıyor, dedi hatun. Aforizmalarınız baş döndürüyor küçük hanım ama ben zaten sahroşum diyesi geldi, gülümsedi, bir seferden bir şey olmaz dedi usulca kadın, oysa her şey bir seferden olurdu, biliyordu bunu zaten en çok kadınlar bilirdi.

Bütün bunların sadece birkaç dakikada olup bitmesine şaşarak olduğu yerde geri döndü, yaşanırken bütün dünyayı kapladığını sandığın birkaç anı hatırlamak neden böylesine kısa diye düşündü, düşüne düşüne iyice delireceğini de ekledi manifestosuna. Hayat tuhaf dedi adam, şair olan, kapılar kapanırken çok ses çıkartır sanırdım. Sahibemiz sustu, kadının şairleri sevmemesine neden olan adamı, şair olanı, bir zamanlar sevmediği, sonra eh bir tuhaf dediği, sonra ölürcesine âşık olduğu, sonrasının da olmadığı o adamı ev arkadaşının, ilk kez, evdeki bu tek kuralı bozarak ve tesadüfen eve davet etmesi kadar olamaz diye düşündü.

Kulaklarında bir uğultu vardı kadının o an, otoban gürültüsünün gitmesine şaşırmıştı. Adama döndü, içinden," ulan beni bi sen anlıyodun be, gitme sebebinden ayrı, sebepsiz oluşundan ayrı, gittiğin yollardan ayrı, şairlerden ayrı nefret ediyorum da, gidip hala senin şiirlerini okuyorsam, bu tanrının bana "bazıkelimelerinarasınaboşlukgiremez." nidası değil de ne?", dedi. Sonra; " tuhaflıklar hayatı sıradanlıktan kurtarır, öyleyse, hadi öykü yazalım bu tuhaflıktan." dedi gülümseyerek. Adamın, çocukluğum dediği o sesten duyduğu tek cümle buydu onca düşünce arasında. Fakat görüyoruz ki yazılan bu öyküde kimse adamın düşüncelerine yer vermemiş.

Neyse.

Belki de bütün bunlar bize şunu anlatıyordur; evrendeki kuralların hepsi kendini bozmaya hüküm giymiştir, bütün kadınlar gibi. Hatta insanın inşaatlar yapmasının ana kaynağı olan toprak, yine o kendinden olan yapıları bağrına basan depremlere gebedir.

Ayrıca şairlerin de yatacak yeri yok.
http://tipsychannel.com/siirler-sairlerini-secer-mi/
Şairler, uğruna şiirler yazacağı kişiyi seçer sadece.
şair şiirini seçer...çünkü şiirin yegane kaynağı " dil" dir.
raslantıyla ilhamla pek işi olmaz şiirin...telkari işçiliği gibidir, ince ve ağır işçiliği vardır, emek ister.
Şiirler de şairlere ilham kaynağıdır. Çift tarafli döngüdür.
(bkz: tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan)
Şairler şiirlerini seçer, bence.
Ayrıca ne yazdın o kadar demek istediğim yazar beyanı, yani tamam bir anket mi bu yoksa yazı mı, beğenmedim başlığı.
şiirler okurunu, şairler yayın evini seçer.