bugün

tam yeri ve zamanında doğan bir cümle dilinin ucuna dusuverdi, anlıktı saliseler aldi götürdü, unutuverdi cümlesini. sonra söyleyeceği cumleyi unuttuğunu unuttu. doğmadan battı bir omre acilacak o anahtar söz, bir daha da gün yüzü görmedi.
hayalet

'onu kimse hatırlamayacak, onu kimse görmeyecek, onu görmediğine herkes alışacak ve tam da bu sırada o gerçek bir hayalete dönüşüp, bedenini onu görmeyen ev sakinlerine bırakıp gidecek.'
orman yangınının nedeni bulunamadı. oysa yangını çıkaran, yalnız kalmak isteyen bir ağaçtı.
yansımasıyla arasına giren aynadaki buğuyu, bir film karesindeymişçesine elinle sildi. daha tam kurulamadığı alnına yapışan ıslak saçlarını geriye doğru attı ve karşısındaki adamın gözlerinin içine bakmaya başladı. ne görüyordu orada? başarısız bir sevişmenin ürünüydü. babam dediği adamın erken boşalma sorunu ve annem dediği kadının da doğum kontrolü denen olaydan bihaber durumu, bu sonucu doğurmuştu. iki beceriksiz cahilin boş lakırtısı. gerçi babasına pek de kızamıyordu, çünkü kendi hala dipsiz karanlık kuyulara girememişti. oldu ki denk gelseydi, o da daha nerede olduğunu hissedemeden söner giderdi herhalde. hayattaki tutacağı yer peçeteyle silinip çöpe atılacak kadarken şimdi aldığı bu şekil neye benziyordu? bir tohum ? olabilir. bereketli bir toprağa düşmüş gür bir meşenin palamudu olabilir miydi? yoksa çatlamış toprakta rastgele ısırılıp tükürülmüş bir salatalığın tohumu mu? bu daha yakın geliyordu aynadaki yansımasına. oysaki bakışlarını aynadan bedenin aşağısına çevirdiğinde gördüğü şeyin cevabı olmasını yeğlerdi bu sorunun fakat o da daha çok tüylü bir bamyanın tohumuydu. ‘tohumunu siktiğim’ diye küfretti içinden. sonra saç kurutma makinesinin düğmesine basarak, saçını kurutmaktan çok çıkarttığı gürültüyle beyninin içindeki sesleri bastırmaya çalıştı ya da tohumlarını savurmaya.
dert

bir çiçek almıştı geçenlerde ne kadar geçtiğinden emin değildi, arada bir su ve her akşam onca dert yüklüyordu bir arkadaş gibi bir kardeş gibi bir eş gibi açıyordu içini döküyordu bazen de sevgi gösterisinde bulunuyordu. en sonunda kurudu çiçek döktü yaprağını bir çiçeği intihara sürükleyen dert insanda depresyon dışında bir şey yaratmıyordu. bu yüzden mi ölmüştü yazarlar şairler çok incelip çiçek olmaya çalıştıkları için?
yüklemsiz özneler cumhuriyetine hoşgeldiniz, gereginden fazla deger verdiginiz kişileri girişteki çöpe atın.
Düşündükçe seni içim içime sığmıyor dedi kadın, o halde bana taşınmalısın ikimize yetecek kadar yüreğim var dedi adam.
kadın: denize girdiğim zaman ayağım yere değmek zorunda, çünkü korkuyorum denizden.
adam: halbuki insanlardan daha korkman gerekir, ayakların yere değse bile.
sene 1994, yer istanbul sedat 12 yaşlarında bir çocuktur, ailesi işleri için şehr-i istanbuldan kalkıp anadolu nun bir şehrine yerleşmişlerdir. bu delikanlı havasını yeni soluduğu bu şehre pek alışamamıştır lakin bir gün okula gideceği vakit, karşı dairedeki, komşu kızı ile yüz yüze gelirler. sedat' ın bugüne kadar, sadece yaşamak için çarpan yüreği artık komşu kızı '' ziynet '' için atacaktır.. kapıda bir süre donuklaşır vücudu sedat'ın ve komşu kızına dikkatlice bakmaktadır. sanki rüya görmektedir sedat ve biri heran onu uyandırabilirmiş hissine kapılmıştır, ziynet çantasını omuzuna alıp, hızla merdivenlerden iner okulun yolunu tutar, sedat komşu kızının buyusune kapılmıştır, okuldayken bile o an gözlerinin önüne gelmektedir ve içinden '' onunla tanışmalıyım '' diye geçirir akşam olur evde abisi vardır sedatın, ailesi iş için bulundukları şehrin bir köyündedirler. sedat ders çalışırken dışarıdan sesler işitir, kalkıp kapıya yönelir ve gözetleme deliğinden bakar 4 kız kendi aralarında apartman içersinde oyun oynamaktadırlar, bir süre izler sedat kızlar o esnada abisi gelir - neyi dikizliyorsun len.. der, çekil bir bakalım diyerek delikten kızları görür, gülümser ve - çık hadi o zaman ama çağırdığım vakit geliceksin...

sedat tamam diyerek kapıyı açar, kızların yanına yaklaşır. o sırada kızlar bağrışarak kaçışırlar ve ziynet' in kapısının önunde toplaşırlar. sedat anlam veremez bu olaya şaşırmıştır tabi. - niye bağrışıyorsunuz. der o sıra otomatik kapanır, kızlar daha bir telaşa kapılırlar, zulal, aygül, gönül ve ziynet' in küçük kız kardeşi zeynep. sedata kızlar gitmesini söylerler, tabi sedat üzgün şekilde dairenin yolunu tutar....
Teninde oluşan morluklar sevdiğini unuttursun diye her gün bir başka kadınla sevişirdi adam ve kadın onu merak ettiği için alt katına taşınmıştı hissettirmeden.
Böğürtlen, dut ve frambuaz bu üçünü hep karıştırırım dedi adam ve ona gülerken yediği vişneleri yüzüne bulaştırmıştı kadın.
ben ve kendim;

'bizimkisi bir yol hikayesi' diye başladı.. tüm arzu ve özlemlerimizi bir valize koyduk, elbette kırılmış umutlar ve yere bir hınçla fırlatılmış kristal bir vazo gibi olan kalbimizi de unutmadık diğer önemsiz bir kaç parça eşyayı alırken... onun da tüm parçalarını bir poşete sarıp sarmaladık. ya acı içinde kıvrandığın günler orada çekmecenin en ücra köşesinde mi kalacaktı taşınırken. senden sonra gelen kiracıya bir ipucu öyle mi? onu da yine de güzelce katlayıp arada çıkarıp bakmak üzere nazikçe yerleştirdik elimizi attığımızda kolayca bulabileceğimiz öndeki o çok pratik olan fermuarlı göze...

tüm cadde ve sokaklarla vedalaşmaktı tüm arzumuz fakat hiç çaktırmadan kendimize sanki bir kaç günlüğüne gidiyormuş gibi aheste aheste ayrıldık kendimizin bulunduğu mahalleden... yok yok bilemedim ben şimdi eski zamandı.. aslında tam olarak şöyle olmuştu olay; kaçıyormuşcasına bir gece vakti, daha sabah bozu inmeden kendimize bile duyurmadan, kendimizin yanağına uyanmasın diye bir öpücük kondurmadan kaçarcasına çıktık şehirden...

tüm isteğimiz kendimizi kandırıp, ağrısız ve acısız bir şekilde kendimizden kaçmaktı... oysa her şeyimizi alırken kendimizi de almıştık farketmeden.

kendimizin bulunduğu şehirden ayrılmak üzere valizimizle birlikte çıktık yola dedim ya... yollar kendimizin bulunduğu önce sokaktan, sonra mahalleden, sonra ilçeden ve şehirden uzarken valizin icindeki kırık kristal vazo birbirine çarpıp tiz bir ses çıkarıyordu inceden. epeyce uzaklaşmıştık artık diye düşünürken tam köşeyi döncektik ti kendimizle buluşturdu yol bizi..

dedim ya bizimkisi bir yol hikayesi... acı sokağında, umut apartmanında, belki ilçesinde, yürek yangını şehrinden yola çıkılmış, ümit sokağına, ya eğer şehrine, kim bilir ilçesine doğru giden bilet almıştık... kendimize kavuştuk kırık kalbimiz, acı, yürek yangını dolu vazilimiz elimizde köşe başında öylece kalakalmıştık... her adımda biraz daha ağırlaşıyordu sanki valizimiz...

bir bakkal vardı köşe başında adres bilmiyorduk lakin

afedersiniz burası 'ya, eğer şehri mi' diye cılız ve kaygılı bir ses tonuyla seslendi kendimle birlikte ben.. nereden geliyordunuz..? şey biz yürek yangını şehrinden yola çıktık burayı tarif ettiler... valizimiz de kendimizden ağırcana artık taşıyamıyoruz oldukça yorulduk...

yerleşim icin sorduğumuzda ümit sokağı, kim bilir ilçesi burasını tarif ettiler..

burası değil mi?

ya, eğer...

belki...

ümit...

kim bilir...

o kadar tarife rağmen sustu ve öylece uzunca baktı bakkal kendime ve bana... ve ben artık tek kelime bile soracak takatım kalmamıştı... ondan sustum kendimle birlikte artık kimseye bir şey sormayacağım dedim.. elbet bir gün istediğimiz adrese ulaşacaktık. lakin adres neydi?

ya, eğer...

belki...

ümit...

kim bilir...

evet kim bilir?
kaldirim

inmek istemezdim hic kaldirimlardan. onlarin caddelerden hep temiz oldugunu sanirdim, yüksekte oldugundan asil gelirdi bana kaldirimlar. ben kaldirimlarda oturmayi tercih ederdim. kenarina dizilmis ince taslar üzerinden yürüyerek eve giderdim. arabalardan saklanmak icin kaldirimlara cikardim. onlar sehrin trafiginde bana ayak, soluk oluyorlardi. kaldirimlar...
garson kız ve yeni müdür

mevsim bahar
belki de ilkbahar
işe alınmıştır kızımız
adı nesrin
yatar o gece sabah sekizde orada olmalı
hafif telaşlı
ilk işi
ilk sevişi gibi
sevişmesi de olabilir
kalkar erken, kahvaltıda yok
simit alır güvenpark'tan
üç tanesi bir lira, tanesi beş yüz nasıl oluyorsa...
girer iş yerine
acemi öyle bekler
arkasından bir ses nesrin hanımdı değil mi?(müdürdür o
yeni müdür!!!)
-hanım mı?(ilk kez hanım olmuştur)
arkada şunu giyelim *
sonrada şuraların bi temizliğine bakalım,
ustaya söyledim o süngeri ayarlıyor...

(oha ne ara usta kim kime denir) saat bir türlü geçmez ulu orta cep telefonunu çıkartır, saatine bakar.
sıkıldı, bunaldı, yoruldu abandone oldu...
bir acının tasviri;

Bir kaktüs boy veriyor beynimin kıvrımlarında. Her kıvrıma sokulmaya, her kıvrımda hayat bulmaya çalışıyor. Yüzüstü uzanmış yatıyorum. Gözlerim kapalı. insanın kalbi şafaklarında da atarmış meğer. Avuç içlerimi bastırıyorum şafaklarıma. Bastırıyorum ki patlamasın beynim. Bedenimde toplanan ağrıyı muhafaza ediyorum. Bir patlarsa odada sağlam eşya kalmaz, paramparça olur her şey.
Midem her an boşalmaya hazır, burnumda ise kesif bir koku. Ağrının, acının kokusu. Gözümü açarsam gözbebeklerim iki bilye gibi yuvarlanacaklar yatağın altına. Ara ki bulasın. Bedenin ağrısı ruhun acısı oluyor, tıpkı ruhun acısının bedenin ağrısı olduğu gibi. Ağrı sürekli ve çekilebilir en nihayetinde ama acı öyle değil. Anlık bir dayanamama. Anların birleşmesinden oluşan bir zincirin başını çekiyorum. Beden; insanın külfeti.
Ne zormuş bir bedene sahip olmak. Onu büyütmek, güldürmek, dünyada ona bir yer açmak… Ruh tüm bunları yapmaya çalışırken beden şımarık bir çocuk gibi ağrıyor, ağlıyor, acıyor. işte bu yüzden ölüm; kapının dışında ağlayan bir bedeni anımsatır bana, ruh içerideyken.
Gözlerimi açıyorum. Sokak lambasının duvara yansımasına, eşyaların belli belirsiz görüntülerine göz gezdiriyorum. Düşmüyor ya gözbebeklerim hayret ediyorum. Acaba düştüler de düştükleri yerden mi görüyorum? Tanrım! Yardım et! Baş ağrısı çeken bir ateist var mıdır acaba? Bilinç işte her durumda akıyor. Kapatıyorum gözümü. Kafamı yastıkta sabitliyorum. Malum bir kaktüs yetiştiriyorum beynimde.
hanımeli;

şehrin dar ve karanlık çıkmaz sokağındaydı evi.. yolun başından itibaren yürümeye korkulacak bir yol. artık ezber etmişti işte o yolları. el yordamına bile gerek duymayacak kadar her karesinde adımını nereye atacağını biliyordu
nerdeyse. iki adım attıktan sonra karanlığın içinden gelen hanımeli kokusu vardı, işte tam olarak şurdaydı. bir kısmı bahçe duvarından aşağıya doğru sallanıyordu. her akşam ordan geçişinde mutlaka bir dal götürürdü eve. görmese bile biliyordu oradaydı ve kokusundan seçiyordu..

bahçe sahibi olan müjgan teyze bir görse yemişti fırçayı.. ama umursamıyordu, zaten görse bile kim olduğunu dahi seçemeyecek kadar karanlıktı. yeter ki konuşmasındı, öksürmesindi.. susmalıydı, nefes alışından bile, hatta hayır ayak sesinden bile müjgan teyze tanırdı.. çiçeklere her elini uzatışında müjgan teyze gayriihtiyari "erool" diye bağırırdı.. ve parmak uçlarına basarak yavaşça uzaklaşmak kalırdı geriye, elinde bir dal hanımeliyle birlikte... yine bir demet hanımeli toplamak başka bahara kalmıştı...
bir karanlık gece...

sus pus olmuş, sessiz sedasız beklemekteydi..
yıldızların arasından bir tanesini saklamıştım, çalmışlar..
oysa en parlak yıldızın tam orta yerindeydi evim. billurdan sarayım vardı, gümüşten pencereleri olan..
altın tokmağıyla birlikte pek bir heybetli duruyordu. her soran 'bu kimin?' diyordu.. içi hem öyle sade, hem de öyle güzeldi ki... kristalden yapılmış bir konsol vardı orda fotoğrafların olduğu. bazen çıkartıp bakardım uzun uzadıya seyre dalardım onları...

bir akik taşlı verandam vardı çalmışlar...
her sabah mütemadiyen kalkıp bir demlik çayı tek başıma içerdim..
bazen dostlar gelirdi ziyaretime, onlara da ikram ederdim, çok beğenirlerdi..
haftada bazı günlerdi o zamanlar genellikle içinde değil bahçesinde dolanırdım..
güller, papatyalar, kasımpatılar, laleler hem de sarı laleler...

hatta bir gün oraya ziyaretime çok sevdiğim bir sanatçı da gelmişti ama söylemem...
cünkü söyleme demişti kimseye. tüm magazin tayfası peşindeymiş de bir sakin,
huzur dolu kafa dinlemeye bir yer arıyordu ağırlamıştım onu da yarım gün boyunca.
tatlı kurabiyeyle birlikte pişmaniye yemiştik.. çayın yanına yakışmışlardı, gerçi o sohbete
ne yesek yakışırdı sanıyorum...

ona da söyledim şaşırdı, yine bir gün ziyaretime gelmiş haberszce bulamamış beni aradı
hani ya senin o eşi benzeri bulunmayan billurdan yıldızların üstünde olan evin diye sordu..

ben ona sadece "yok" diyebildim...

nasıl oldu..?
neden kayboldu..?
bir daha gelir mi bilemedim...

hiç kaybolsun istemiyordum, ama aldı başını gitti geldiği gibi işte... neylersin.

gelirken nasıl belirdin böyle birden bire diyemediğim için giderken de tek kelime etmeye hakkım yoktu..

veren almıştı...

kıymet mi bilememiştim, yoksa çalınmış mıydı farkında değilim.

ama sonraları çalındığına kanaat getirdim. aramaya çıkmadım, tevekkül ettim... demek ki bu kadar saltanat yetermiş..

bol köpüklü bir acı kahvelik hatrım vardı çalmışlar mı yoksa kırk yıl mı dolmuştu bilemedim...
bakıp durdum sadece öyle, başımı önüme eğip sessizce çalınmış olan karanlık geceme geldim..

yaz aylarından kalma bir tatlı esintim,
karlı dağların yamaçlarından miras bir demet kardelenim,
bir tarla dolusu gelinciğim vardı... almışlar da bilemedim...

bir...

neyse...
ses

utangaç yanakların bir buseyi gözyaşıyla demlediği dalgın bir anında cebindeki telefonu çaldı.
telefondaki ses onu unutma bahçesine gömdüğü alevden küle bir yolculuga çıkardı. ömrüne iliştirilen ne kadar
güzel sözcük varsa bu seste kümelenmişti sanki. yüzündeki şiir yanıklarına düşsel imgeler bıraktı bu ses.
hunharca eve doğru yürüyüp kapıdan içeri girdim ve sekizinci katta bekleme yapan asansörü çağırdım. şimdi bekleme yapan bendim ve hunharca hareket eden oydu.
sınav

hayat, ona en zor sınavdı.
yine de boş kağıt vermeye niyeti yoktu.
ifade

kahramanları kaçmış bir öyküden, sana benzemeyen kentlere gittim.düş'ün gerçek'le çarpışması beni hüznün koridorunda kaldırılamayan bir cenaze yapmıştı. evet kaçtım suskunluğa gömülerek.

çünkü her savaş sonrası, her yıkım sonrası, her yalan sonrası yıkılmış ruhlara sifon çekilir törenle.
sifonu çekmeye gittim sana benzemeyen kentlerde...
a-olay nasıl oldu?
b-öylece duruyordu, hareketsizdi, bir hamleyle onu yok edebileceğimi düşündüm. böyle bir fırsatı kaçıramazdım.
a-hmmm...
b-sessizce yaklaştım, varlığımı hissetmemişti, ani bir hareketle elimi uzatıp sifonu çektim.
a-sonra?
b-sonra su bastı birden klozeti, sifon haznesindeki su boşalırken "iğuğğ, piğğğuğ" gibi sesler geliyordu. belli ki o da beklememişti benden bunu, su döne döne kumura giderken son bir bakış attı.
a-ya sonra?
b-sifon haznesindeki su geriye dolarken yine garip garip sesler çıkıyordu. psikolojik olarak etkilenmiştim. ortada delil bırakmamak için klozet fırçasıyla iyice fırçaladım klozetin içini.
a-fırçayı nereye bıraktın?
b-klozet fırçası her zaman sabit klozetin yanında dururdu. dikkat çekmemek adına yine aynı yere bıraktım.
a-hmmm... sonra?
b-tuvalet kağıdıyla temizledim her yerimi. sonra ellerimi yıkadım açık deterjancıdan aldığım sıvı el sabunuyla.
a-bu kadarı yeterli, tutuklayın şunu!
b-çok pişmanım!
sen..

aslında olmadan hiçbir şeyin anlamı olmayan 'sen'.. sevmenin, sevilmenin, yalnız kalmanın, gülmenin, güldürmenin.. yemekteki tuz miktarının, çayındaki şeker oranının bile farkı olmaz senin için olmadan 'sen'.. öyleyse olmalısın, hayatı sindirerek yaşamalısın.

hayat ne garip;

'hayat' öyle keskin bir bıçak, şimdi dayanmış gırtlağa soruyor zaman zaman sorduğu sorusunu..
'hayat' bazen yanlışlıkla içtiğin bir bardak çamaşır suyu yakıyor boğazını ve birazdan midene inecek alev topu..
'hayat' kimi zaman bir dilenci, kapını çalıp, yalvarıp yakarıp elinde avucunda ne varsa alacak kadar yüzsüzce istekler peşinde olan dilenci.. yaşamak için kendine ait olanları vermemelisin..
'hayat' kimi zaman oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi arsızca ağlamakta..
'hayat' çok az zamanlarda 5 çayı.. yanında bir miktar bisküvi olsa da o anlar bir kaç yudumla biter ve sen hep yenisini doldurmak için bir kez daha deniyorsun...
'hayat' çoğu zaman bir kör kuyu dibinde iki kapısı olan ve o iki kapıda iki yabancı misafir. ikisi de kapıyı kıracak kadar kuvvetli çalmakta.. peki hangisini açacaksın? kızma.. hiçbir şeye ve kendine.. cünkü ne olursa olsun tüm bunların 'sen' olunca anlamı var ve işte bu yüzden sen değerlisin..

hiçbir şey bitmedi, bazen her şey bitti derken başlar aslında 'sen' olduğun sürece,.. zaten her bitiş de bir başlangıç değil midir?
kalakaldı bir caminin avlusunda, nasıl ve ne zaman gelmişti. hiçbirşey hatırlamıyordu..
sürekli acılarını hatırlamaktan yıpranmış beyni ona yardımcı oluyordu, belki de bir çeşit tedaviydi bu. gecenin zifiri karanlığından, sabahın boz vaktine kadar uykusuz kalan gecelerde gözlerini tavana dikmiş öylece bakıyordu saatlerce.. ne sancılar bitiyor, ne acılar yineleniyor, ne üstüne çöreklenen zifiri karanlık dağılıyordu.. yıllardır rüzgarın uğultusu hiç gitmiyordu kulaklarından yaz gecelerinde bile. öyle ki ağustos sıcağında bile üşüyordu..

sen hiç kış gecelerinde üzerinde hiçbir şeysiz uyudun mu. kemiklerine kadar işlemiş soğuktan yanan ve kaskatı olmuş vücudunu hareket ettirmeye çalışırken ellerine hohlayarak ısıtmaya çalımış ve yetmemiş defalarca hayalleri çalınmış...

çaydanlıktan çıkan buharla ısınmaya çalışan, en son duyduğu sıcaklık tuttuğu çok şekerli çay bardağında olan...

sahi, sen hiç unuttun mu..
peki, hiç sustun mu..
fenerbahçe;
bir gün fenerbahçe türkiye kupasını alacak.