bugün

ama hayattaki en acımasız, en pislik şeydir büyümek. bunu ilk önce annemi kaybettiğimde öğrenmiştim. 10 yılı geçti, ama hala taze geliyor. geçse de azalmayan ilk acım bu oldu sanırım. yalnızlığımı tanımlamaya çalışırken kendi eksikliğimi nasıl gideririm, kendi ailemi nasıl kurarım derken bunu kendi güvendiğim insanlarla yapmaya karar verdim. dünyaya benim gibi bakan, benimle aynı kafada olan insanları topladım çevreme. hayatımızı ortaklaştırdık, her şeyden öte yoldaş olduk. senelerce her şeyi birlikte yapıp her şeyi birlikte yaşamaya başlamıştık. içimizden biri aşık olduğu zaman ilk biz bilirdik, üzgün olduğu zaman hep birlikte üzülür, hep birlikte mücadele ederdik. örgütün içinde örgüt gibiydik resmen, bize çok yerelcisiniz derlerdi ancak mesele yerelcilik değildi, hepimiz tek bedendik. şimdi buraya yazarken suratları hala gözümün önüne geliyor. çoğunun fotoğrafı duvarımda. cebo gülümsemesine rağmen ciddi duruyor, polen hep uzaklara bakardı, fotoğrafta bile öyle bakmış. çağdaşın gülümsemesi, yunus emrenin kahkahası çok güzeldi, hala öyle... hep böyle oluyor, birini hatırladığım zaman sırayla hepsi geliyor, farkedip durdurana kadar devam ediyor. sonra kendime müdahale etmeye çalışıyorum. bu sefer anılar bastırıyor, emre aslan'la aramızdaki yazışmaları hatırlıyorum, durmadan aynı şeyleri eleştirip çözüm üretmeye çalışırdım. adana yerelini eleştirirdi hep, diğer hareketler de kötü derdi, bununla bir yandan sitem bir yandan da bahane olarak görürdü kendine. ivana'yı eylem'le eğlencesine dövüşürlerken hatırlıyorum hep, karete çalışırlardı kendilerince, bende aradan girip trollerdim, burnuna kafa atacaksın ne o öyle hareketler derdim. sinanla bizim evde tavla oynardık hep. o zaman bostancıdaydım ben, gülsuyunda veya kartalda buluşmazsak bize gelirdi hep. sonra hep beraber buluşmak için maltepe beş çeşmelere giderdik, bi istisna olmazsa da yol kafeye oturur saatlerce kalkmazdık. bu böyle devam ediyor. acı eşiğim o an ne kadar yüksekse o kadar uzuyor.

hayatta en feci şey biriyle vedalaşamadan hayatınızdan alınmasıdır. soğuk bir el içinize giriyor ve oradan bir şeyleri alıp götürüyor, geriye bir tek anılar kalıyor. hani çok sevdiğiniz bir müzik vardır, sözleri unutursunuz ama melodisi hep aklınızda kalır ya, onun gibi. benim içimde çok müzik birikti, ilk önce en yakın dostlarımı, sonra tanıdıklarımı. hatta bir noktada hayat; böyle acı eşiğin yükselmiş senin dedi ve 32 tanesini aynı anda aldı benden, suruçta.

hep kendime aynı şeyleri söylüyorum; oldu artık yapacak bir şey yok. hem bu işin içinde bu ihtimal var hep. kanlı bir coğrafya sonuçta. tam zihnimi başka bir şeye odaklamaya çalışmayı başarırken bu sefer başka bir haber geliyor. tıpkı birikerek büyüyen bir paradoks gibi, öncekilerin acısıyla tekrar başa sarıyor.
Eğer büyümekten kasıt olgunlaşmaksa insanı tecrübelerden çıkarabildiği dersler büyütür.
elbette her tecrübenin bir de kötü tarafı oluyor. insanlara bakış açısı, ön tanımlama şekliyle alakalı bu. bazen geçmişindeki insanlarla kıyaslıyorsun, basitleştiriyorsun. bazende bunun faydası oluyor; boş, aptalca gelen şeylere tahammülün azalınca bunlarla da fazla uğraşmıyorsun keza. ama en kötü tarafı hissizleşiyorsun. tepki veremiyorsun bir çok şeye; toplumsal uyum denilen bok sayesinde sadece daha iyi rol yapmayı başarabiliyorsun. sonra samimi olabileceğin insanlar aramaya başlıyorsun ancak bu sefer o insanlardan korkuyorsun. daha doğrusu senin içindekileri görünce kötü hissedeceklerini biliyorsun ve zarar vermekten korkup uzaklaşıyorsun. ve yine yalnızlaşıyorsun.

en sinir olduğum şey insanların deneyimlemediği konular hakkında doktora tezi yazmışçasına konuşmasıdır. konuşma yani, veya bilmiyorum de, bu vesileyle yeni bir şey öğrenmiş olursun. egon yeni bir şey öğrenme hevesinden nasıl daha güçlü olabilir. belki de bu yüzden değer verdiğim bi insana anlattığımda kötü hissediyorum. anlatabilmiş olmanın verdiği rahatlama da kısa sürüyor bu yüzden. çünkü hem karşımdaki bunu yaşamadığı için bunun namına mantıklı bir şey söyleyemiyor, hem de kendini kötü hissediyor. bunu nasıl aşarım, nasıl daha sağlıklı bir yöntem bulurum bilmiyorum, ama bulmam lazım. çünkü son 2 senemi sırf bu yüzden tamamen yalnız geçirdim. elbette faydası oldu, her şeyden önce dinlendim, kendimi dinledim. ama bir şeyler paylaşmaya ihtiyacım olduğunu derinden hissediyorum artık. bir şeyleri korkmadan, rahatça anlatabilmeyi özledim sanırım.
20 yaşındaki birinden 35 yaşındaki adamın akıl aldığını da gördüm, 25 yaşındaki biri için ergen o ya çağırmayalım ortamı bozuyor denildiğini de duydum. Yani demem o ki zamanla alakası yok ne yaşıyorsan o olgunlaştırır, büyütür seni.
olayların basit olduğunu algılayabilmek çoğu insana destek olmamı sağlıyor aslında. en basiti; hiçbir arkadaşım benim yanımda aşk acısını uzunca çekemez. bastırırım; hiç değilse yaşıyor derim, mesele birlikte olmanız mı yoksa mutlu olmanız mı derim. evet klişeleşen şeyler bunlar ancak klişeler doğru olduğu için klişedir. belki aldığım eğitimlerin, belki de kaybettiklerimin etkisi olsa gerek; gereksiz bir soğuk kanlılığım var. bu yüzden dostlarımın herhangi bir konuya bağlı ilk an tepkilerini çok kolay bastırıp sakinleştiriyorum. şikayetçi olduğum şeylerin hiç değilse dostlarıma faydası olması az da olsa rahatlaştırıcı aslında, tahammül eşiğini yükseltiyor işte.
nedense insanların birbirleriyle kavga ettikleri an çok komiğime gidiyor. içlerinde sakladıkları, biriktirdikleri şeylerin ne kadar temelsiz olduğunu, ne kadar basit olduğunu görmek üzüyor. ama işin içinde gereksiz erkeklik, ego, dikkat çekme gibi şeyler olunca gerçekten komik oluyor insanlar. bütün bunların temellerini oluşturan davranışları incelemek çok hoşuma gidiyor. mesela gereksiz yere yalan söyleyen insanların geçmişlerini tahmin etmeye çalışıyorum hep. toplumda yarattığımız onaylanma dürtüsü mü çok mükemmelliyetçi acaba, yoksa bazı aileler çocuklarına gerçekten rol yapmayı mı dayatıyor; bunun alışkanlığı mı bu? bilmiyorum. ancak bütün bunlara dışarıdan baktığım zaman yüklenen o gereksiz anlamlar o kadar göze çarpıyor ki. kelimelere, vücutlara, kıyafetlere o kadar çok anlam yükleniyor ki; yükleyen için o anlamlar duvar gibi oluyor. kendi hapishanesini böyle böyle kendi yaratıyor insanlar.
tecrübe edinebilmek için zaman gereklidir herhangi bir iş dalında duygusal anlamda hayata bakış konusunda zaman geçtikçe tecrübe kazanır insan jon türkler rahatsiz olmasin ama Isin asli bu.
öğrendiğim için mutlu olduğum yegane şeylerden biri insanların ideolojilerinden, inançlarından çok kişiliklerine bakarak onlara değer vermek oldu. tabi bunun da kendine ait kriterleri oluştu zamanla ve bu kriterler artık benim kanunlarım oldu. örneğin bir arkadaşım sevgilisini aldatıyorsa onu hayatımdan çıkarıp atarım, çünkü her sabah seni seviyorum dediği bir insanı aldatan, arkadaşlarını çıkarları için ip üstende hoplatır. mülkiyetçi insanların gereksiz ben merkezciliği gibi veya çevresindeki insanları tüketmeye alışmış, tüketim toplumunun yegane parçası olan insanlar gibi. kendisi dışındaki herkesi bir eşya, meta gibi görürsün, ancak bağ kurduğun insanlar senin benliğini şekillendirmeye başlar ve zamanla onları koyduğun konuma kendini de koymaya başlarsın. çoğumuzun estetik algısı da bu yüzden ortaya çıkar zaten. eşyalar arasında kendimizi de alınıp satılabilen; kullanım değeri ve tüketim değeri olan ürünler gibi oluruz. bunu bir yandan da tanımadığın insanlarla flörtleşilirkenki samimiyetsizliğe benzetiyorum. bir nevi kim daha mükemmel yarışması gibi. kimin fiyatı daha pahalı, kim daha değerli kıyaslaması. zaten bu tipler ilişkileri bittikten sonra da hangimiz ilişkiye daha çok emek verdi geyiği yapar. yapma gülüm, yapma. sevdiğin için değil de yapmış olmak için yaptığını belli etme bari.
haklı bir söylem, serzeniştir. çünkü zamanı durduramazsınız , sürekli geçer. insanoğlu, boşa geçmekte olan bir zamana kolaylıkla ayak uydurabilir. isteyerek veya istemeyerek. boşa akıp gidebilir her şey. ama tecrübe , büyütür geliştirir. tecrübe denilen şey; ama iyi ama kötüdür. ya hayatı hep zorluklarla yaşamayı öğrenirsiniz, ya da her şeyin üstesinden gelip, hem öğrenmeye devam eder, hem de öğretirsiniz.
ne zaman ne tecrübe insanı yaşadığı şeyler büyütür.