bugün

kelimelerin anlam bulamadığı bir çaresizlikten bahsediyorum. tasvir etmeye çalışınca tam olmuyor. eller çenede, avuçlar birbirine yapışmış biçimde işaret parmaklarıyla dudaklarını büzen düşünceli will smith. aynı hareketi kötü geçen final sınavı sonrası sen yap, hal hatır soran olmaz; o yapınca dram oluyor. hadi bunu geçtim, george clooney tarzı başı yana yatırış denedim geçende, arkadaşlarım beni mind reader zannettiler ve dışladılar. bu olaydan sonra anladım ki yaptığım rolde değil sorun, önyargılarda. ve bu yüzden dibe batmış gibi görünmek en azından bana fayda etmiyor, ciddi olanlar oradan ekmek yiyor. will abi hariç tabi. neyse, ben bu adamı böyle tanımadım inanın. on küsür yıldır dostlarım, zenci hareketleri de dahil yaptığı her komikliğe güldüğümüz insanın her şeyini yitirmiş, etrafındaki insanlar için fedakarlıklar yaptığı ve bu esnada çaresizce oturup düşündüğü sahneye aşina değildim bu yüzden. ve zamanla anladım ki will abi olgunlaşmış. hayat dedim, neler götürüyor insandan. takdir edersiniz ki ona bunu yapan hayat bizim ağzımıza..

izlerken abiyi rolüne motive etmek için o kameranın arkasındaki yönetmenin hüzün, çaresizlik, tutku diye bağırdığını düşünmemek sanırım en iyisi. yirmi beş milyon veriyoruz, sen de bize knut hamson açlık ına denk bir duygu vereceksin diye baskı yapılmıyor. o ne yapıyor, eller çenede, avuçlar birbirine yapışmış biçimde işaret parmaklarıyla dudaklarını büzen düşünceli insanı oynuyor. biraz geçiyor, daha dibe batıyor, will abi elleri alnına götürmüş, kafada bit var mı diye kontrol ediyor. sonra bakıyoruz ki organlarını bağışlamış, bakıyoruz ki çekmeceden el bombası çıkarmış ve kendini feda edecek, bakıyoruz ki başına gelenlere rağmen hala umudunu kaybetmemiş. ve artık adını duyduğumuz hiçbir filmde gülmüyor, güldürmüyor; ağlıyor, ağlatıyor.

will artık anneannem gibi olmuş, müminlerle huşu anında gülüyor bir tek.

edith: virgül.