bugün

Van hakkari karayolu üzerinde yer alan, tarihi kaledir. günümüze kadar en az hasarla gelmeyi başarmış nadide yapılardandır. Yüksek bir kayanın üstünde yer alması, yapının heybetini arttırmaktadır.
içinde çekilmiş fotoğraflarımın olduğu kale.*
insan bir yapıya aşık olur mu demeyin, ben oldum çünkü...

arabayla o heybetli kayanın, hakim tepenin dibinden her geçişimde, çocuk gözlerim daha bir büyür, içimde filizlenen mistik hisler ve bastırılamaz merakımla kalenin burçlarına, heybetli surlarına, * haberci güvercinlerin uçurulduğu oyuklarla dolu kulelerine baktıkça bakar, yol boyunca ilerleyip de kaleyi ardımızda bıraktığımızda, boynumun ve görüş açımın el verdiği oranda gerisin geri bakar ve tatmin edilemeyen iştiyakımdan dolayı uzayan bozkırda hüzünlü bir anlamsızlığa boğulurdum.

evet, insan bir yapıya aşık olabilir, ben aşığım çünkü...

hayata gözlerimi açtığım o ücra köyün, ilkokul kitaplarının ilk sayfalarında yer alan haritalarda, duvarlara asılı haritalarda ve daha birçok haritalarda bir türlü ismini görmediğim, göremediğim, göremedikçe de kendimi uzaylı gibi hissettiğim o ırak köyün, o serhat köyünün on kilometre ötesinde yer alan bir kaleydi Hoşap... çukurlarla dolu stabilize yollarının kış boyunca kardan, bahar boyunca da çamurdan dolayı yoldan başka her şeye benzediği, hastahanelere ulaştırılamayan, ulaştırılamadıkça da iptidai yöntemlere bel bağlanarak iyileşmesi umud edilen; lakin bir türlü iyileşemeyen, çoğu zaman soğuk bir kış gecesinin sabahına doğru sessiz bir şekilde hayata veda eden insanların, genç ölü mezarlarının arasında, suyun çeşmelerden taşıma ile temin edildiği, elektriğin çok büyük bir lüks olduğu, telefonun zaten olmadığı o herkeslerin adeta bi haber olduğu coğrafyada, bir hazan mevsiminde doğup da, annesinin hayat memat çizgisinde gidip gelip, haftalar sonra hayatta kalma lütfuna nail olduğu bir başlangıcın hemen yanı başında böylesi bir mabedin olduğunu fark etmek, insanı melankolik bir tutkun kılmaya yetiyordu.

evet, insan bir yapının efsununa kapılabilir, ben efsunluyum çünkü...

her yeni yılın, yeni bir şehir ve bilinmez coğrafyalara eli mahkum bir göç demek olduğunu, hayatımın sürekli bir yerden başka bir yere gitmek üzerine takdir edildiğini derinden derine hissettiğim o yıllarda, Hoşap kalesi ile arama giren mesafelerin arttığı ya da azaldığı o bütün yıllarda, o ilk büluğ dönemlerinin arayışlarla ağırlaşan bütün keşmekeşlerinde, o ikindi sonrası, akşam üstü yalnızlıklarının en mahrem hüzünlerinde, aklımın bir kenarında solmadan duran, dönen evrende sabit kalan, beni yüreğimden ve boynumdan tutarak burçlarına kavi bir şekilde bağlayan, bu bağın kuvvetini ruhumun en derinlerinde hissettikçe beni rahatlatan en şefkatli mabetti Hoşap...

evet, insan bir yapının göğsüne bırakabilir başını, ben o göğsü hissettim çünkü...

bedenimin değişimlerini rahat bir şekilde gözlemleyebildiğim, birbirinden farklı ve bağlantısız bir çok konuda kitaplar okuduğum, sayfalardan hikayeler aşırıp, aşırdıklarımı devşirdiğim, devşirdiklerimi çatallaşan sesimle yüksek bir perdeden haykırmaya çalıştığım o bütün heyecanlı ama içten içe yalnız yıllarımda, farklı coğrafyalardan, farklı hikayeleriyle çıkıp gelen yirmi kişinin kullandığı soğuk yatakhane gecelerinin en sessiz ve en durgun demlerinde, biriken hikayelerimin birbiri ile didiştiği, özlem yüklü taze yüreğimin hafiften hafife titrekleştiği o hayattan öte zaman aralıklarında, o kendime yol alışlarımda, yalçın surlarını aşıp da hikayelerimi koynuna dökmek istediğim, sinesindeki hikayeleri de alıp ömrümün hikayesine sürmek istediğim mabetti Hoşap.

evet, insan bir yapının hasretine saplanıp kalabilir, ben hasrete çakılıyım çünkü...

hep kısa bulduğum, neden kısa olduğunu bir türlü anlamlandıramadığım, teğet geçmelerimle, yanından yöresinden, adeta bir yar derinliğinde dibinden akıp giden yolları kat edip geri dönüşlerimde, ona gözlerimin her temas edişinde, taa kilometreler ötesinden onu her fark edişlerimde, hipnotize olmuşçasına gözlerimin onda takılı kalışlarında ve sonra ona dokunamadan, her bir kanadı üç yüz kantar ağırlığında olan kapısından geçemeden, aslan kabartmaları ve ince taş işçiliği ile heybeti estetikleşmiş burçlarından girip de yüreğine sokulamadan, seyir köşkünden kendi coğrafyamı izleyemeden, o hesaplaşma ikliminde kendimden geçemeden, ama daima böylesi bir hayali içimde güçlendirdikçe güçlendirdiğim o tatil dönemlerinde ben, birbirini uzaktan uzağa dahi olsa sevmekle yetinebilen iki nadide aşık gibi hissederdim kendim ile hoş u av olan kaleyi. Derdim ki kendime; zaman seni kendisine benzeterek akıp gidiyor; senin pek bir hükmün olmuyor bu değişim karşısında. Her yeni yıl, hiç tatmadığın hisleri, hiç bilmediğin coğrafyaları, çoğu zaman anlamlandıramadığın olguları ve olayları döküyor sinene. içindeki umman kah kabarıyor, kah geri çekiliyor; kah bulanıklaşıyor, kah berraklaşıp seni dinginleştiriyor, sen ki, alelade bir insan, kendindeki bu birikmişlik karşısında, bu naçizane yaşanmışlık karşısında böylesine şaşırıp kalıyorsun da; şu heybeti ile gözleri ve yürekleri mest eden, bütün açılardan ayrı bir estetik sunan, yorgun ama mağrur duran, bu beni kendine dilbeste eyleyen, bu cevheri saklı kalmış yapı, bu abide, acaba bu kale neler görmüş neler geçirmiştir; ne savaşlar, ne sevdalar, ne acılar, ne korkular, ne yiğitlikler, ne ayrılıklar... sahi derdim kendime; ''sahi, bu abideyi inşa eden Mimar Tilma'nın başına gelenler, o bile başlı başına bir ömür boyu anlatılabilecek bir öykü değil midir?
Hoşap, sen öylesine aziz oldun ki seni bilenlerin gönlünde, bir benzerin, bir dengin inşa edilmesin diye, seni o yalçın kayalığa bir kartal yuvası gibi oturtan, seni heybetli ve asırlar aşan metin bir abide olarak inşa eden mimar Tilma, ellerinden olmuştur. Mimarına armağanı, iki kesik el olan bir pür azizsin sen Hoşap.

Sahi, hoş u av, sahi kimliğimin yekpare sütunu, sahi benim en muğlak, ama benim en berrak noktam; beni, çağının dışına itilmiş bir coğrafyada ğalk edip, çağının ötesinde bir mimari ile tanıştıran; sonrasında bana göçmen bir ömrü, sana da o kayalıkta çakılı kalma kaderini takdir eden; beni göçerttikçe yalnızlaştıran, seni de kaim kıldıkça abideleştiren, bu tezattan bir çekim gücü oluşturan, bu çekimden hikmet yüklü derinlikler ilham eden yaradan, sana da çok lütufkar, bana da çok lütufkar değil midir?

sen,
Ey hoş u av...
Ey kadim duldam...
Ey, aşıklarını dahi yakacak pusat...

Sana aşık olmak benim kaderim değilse; nedir?
sabah sabah özlemi yüreğime tekrar çöreklenmiş abide...

baharı kucaklayan yorgun bedenlerinin son gayreti gibi; kışı, belli belirsiz bir inilti ile bağrına kabul eden enginliğinin de başka olur havası... bilirim.

ayaza kesmiş leylin son demleridir,
kırağıya yenik düşer kadim silüetin...
güneşli bir sabahtan merhaba derim....
için ısınır, surların şavkır gün ortasında...
Gidildi görüldü.
görsel

Hoşap Kalesi. Van.

Hoşap Suyu’nun (Güzelsu) kuzeybatısında sarp ve dik bir kaya kütlesi üzerine kurulan kale, iç kale ile bunun kuzeyindeki dış kaleden oluşuyor. Geçmişi itibariyle Urartu Devleti'ne kadar uzanan kale, Osmanlı Devleti'ne tabi Mahmudi Beyleri'nin yaptırdığı şekliyle günümüze ulaştı. iç kale giriş kapısı üzerindeki kitabesine göre Mahmudi Süleyman Bey tarafından 1643 tarihinde yaptırıldı. Doğu surları kısmen, batıdakiler ise büyük ölçüde yıkılmış durumda. Dış kalenin kuzeydoğusunda bir gözetleme kulesi bulunuyor. içerisinde Mahmudi Sarayı olarak nitelenen kompleks yapılar yer alıyor. Seyir köşkü, harem, selamlık, mescid, zindan, fırın ve sarnıç iç kalenin diğer yapılarından. 19. yüzyıl ortalarında terkedilmiş olan kale, içerisindeki yapılarıyla günümüze büyük ölçüde sağlam olarak ulaştı.