bugün

selamlar galadriel'in ses tonu,

kendimde bulamadığım enerjiler...

yaşlanmak, beklenmedik ve iyileşmesi istenmeyen tek hastalık.
yaşlılığın devası ölüm çünkü. ve biz ölmekten zangır zangır titreyerek korkuyoruz, bazen ona sarılmak istesek de.

yaşlanmak, istemediğimiz bir suç yüzünden cezalandırılmak, bir nevi kader mahkumluğu kırışıklıkların ardında çürüyen.

ben de yaşlanmak üzerine yağan yağmurların altında ıslanmaya başladım, kapanıyor şemsiyem.
hem ruhum da yaşlanıyor.

aşk... ya ruhun hiçbir zaman vazgeçemediği aşk?

benim yaşımda aşk, kimin kollarında öleceğine karar vermektir demiş şair. aslında her yaşta öyledir...

yirmi yaşında olup da benden çok sevişmiş adamlar var.
yetmiş yaşında olup da benden az sevişmiş adamlar var.
yüz yaşında ölüp de hiç sevişememiş adamlar var.

ben bu izahiyeti yapamıyorum, bu izafiyetin sabiti c nedir einstein amca? yaşasaydın sormak isterdim sana.
ama sen de yaşlandın ve ışıl ışıl parlayan beynin, ölümüne engel olamadı.

ölüm zeka tanımaz..!

yanlış zamanda doğdum ben, modern kölelerinden birisiyim milenyumun.
oysa rönesans avrupasında yaşamalıydım hobbitler gibi.

michelangelo sistine şapeli'ni işlerken, tam o kilisede, arkasında şarap içerek yazılar yazmalıydım ben sevdiceklere.
leonardo da vinci mona lisa ya vücut verirken bunaldığında rakılarımızı tokuşturmalıydık, resme ve yazıya diye.

engizisyoncu orospu çocuklarına sövmeliydik ve cennetin anahtarını halka satmaya çalışan papazları birbirine siktirtmek için
ortaçağ mafyasına teşvik primi vermeliydik.

çirkin dünyanın sanatla ve ilimle devrime ve darbeye uğramasında savaşan sefil bir alkolik yazar olacaktım ben.
gurur duyacaktım kendimle ve fakirliğimi paylaştığım dostlarımla mutlu olacaktım.

istanbul'da değil, floransa'da ölecektim ben.

orta seviye bir katolik tüccarın ortanca oğlu olacaktım ben. abiliği de bilecektim küçüklüğü de.
fakirliği de bilecektim, soyluluğu da.

sanatı bilecektim.

sevdiğim işle uğraşıp, çıplak ayakla yeşil kırlara basıp derelerde balık tutacaktım gamsızca.
önümde şarabım, ağzımda pipom.

bu yalnızlık bitirmeyecekti beni, çünkü sen o devirde yaşamıştın, seninle karşılaşacaktım.

ben seni daha doğmadan kaybettim, artık biliyorum.

çünkü sen diye bişey yok bu devirde, zavallı ben diye ise,

çok şey var...
çok para kazandım.

çok az para kazandım.

ekmeğimizin olmadığı, okula aç gittiğim, aç döndüğüm, akşamları çorba içtiğim, sabahları yine yoksullukla kahvaltı ettiğim günlere göre çok para kazandım. edebiyat öğretmenimizin, sınıf arkadaşlarının bir birlerine roman alabilmesi için topladığı 5 tl'yi denkleştiremediğimiz için utancımdan 10 gün okula gitmediğim günlere göre param çok. kömür alamadığımızdan annemin fırını ile ısındığımız, ayakkabı alamadığımızdan yağmur yağınca üşüyen ayaklarım olduğu günlere göre zenginim. artık milyarlarım var. giymediğim giysilerim, yemediğim yemeklerim, evde olmasam bile yanan kaloriferim var. harcayamadığım param var. sikimde değil! sorularım var..

ya gönlüm?

gönlüm ne kadar kazandı bunca zamanda. daha da önemlisi ne kazandı? masumiyetim, iyiliğim, inançlarıma ne oldu? göz yaşlarım nereye gitti? korkularıma ne oldu, yaşama sevincim mutlu mu, ben mutlu muyum? onca emeğime, çalışmama, alın terime, çabama dönüp bakıyorum da şimdi, ne işe yaradı? daha iyi bir birey olmadım, olamadım ya da izin vermediler.

yalnızlık mazoşist bir var oluştur. yalnızlıktan çektiğim çileyi hiç bir şeyden çekmedim ve yalnızlık kadar kimse mutlu etmedi beni. yalnızlık sevgilim olsa, su göremeyecek kırmızı gül tohumları hediye ederdim.

bir boka yaramadı adam olmak, okumak, iş sahibi olmak, para kazanmak, saygı görmek. bir boka yaramadı çoğunun hayallerinde göremeyeceklerine sahip olmak. bir boka yaramadı bilinçli, kültürlü, her şeyin farkında ve ahlaklı olmak. ahlağı, sikimin fotoğrafını çekip telefonumdaki her hangibir kıza göndermeyişim, şekline tanımlayan bir toplumun üyesi olmaktan gurur duymuyorum.

artık doluya koysam olmuyor. içtiğim alkol de yetmiyor. şiir yazamıyorum, düz yazılarım yetersiz, ben yetersiz, hayat yetersiz. duygularımı geri istiyorum diyorum bana gülüyorlar. anlaşılamamak yoruyor, zaman acımıyor, yaşlanıyorum ve ağlayamıyorum. yarın yine işe gideceğim, toplumun gereksiz ihtiyaçlarını gidereceğim, insanlar bir birine gülerken içlerinden sövecek, kibarlık içeren cümleler sadece gerekli oldukları için kurulacak, hükümet aç olan toplumu zengin gibi gösterecek, mermiler çocukların üzerine yağacak, ölüm hak etmeyeni bulacak, kadınlar tecavüze uğrayacak, haberlerde sadece gösterilmek isteneni göreceğiz, bir kitabın bir sayfasını bile okumayan milyonlar nefes almaya devam edecek, rüşvetler alınacak, medya susacak ve biz, sen, en acısı da ben susacağım ve sunulanı yaşamaya devam edeceğim.

yarın yine gelecek ve ben yine bir birinden tutarsız paragrafları karalamaya devam edeceğim. bütünlükten uzak, amaçsız, virane ve gösteriş çabasına girmiş ama hiç bir bok olamamış cümlelerimde bir iki bilinçsizin dikkatini çekmeye çalışacağım. ama kimse dikkatini bana vermeyecek. çünkü ben değersiz, gereksiz, yetersizim. sikeyim.

"bakarız", "bir ara yaparız", "abi o kolay ya hallederiz", "olm kesin yapıcam yaee" günümüz özdeyişlerinin kurbanlarının ortasında hayatıma yön vermeye devam edeceğim. "yarın yaparım" öteki bir yarını beklemeye mahkum olacak. uykunun esiri, hareketsiz bedenlerin en yakın dostu kalacağım. gelecekten, geçmişime baktığımda bir bok göremeyeceğim. bıraktığım izler, karda yürüyen bir adamın izlerinden farklı olmayacak. öldüğümde, yokluğum en fazla bir gün hissedilecek, ikinci gün bir anı olacağım, üçüncü gün ise çekyatın altında unutulmuş değersiz bir eşyadan farkım kalmayacak.

sarılacak yer alıyorum. bulamıyorum amına koyim...
sürekli sorup duruyorum..

allah'ım ne yapmam gerek? nedir bu tükenmişlik hissinden kurtulmanın yolu?

iyi insan olmak mı? ibadet mi? mantık, vicdan, yargılar, hayaller, cesaret değişkenlerinden hangisi, hayat denklemimdeki en çarpıcı değişkenler?

bir çıkış yolu, bir düzlüğe çıkmak, olmalı birşeyler işte. neyi kaçırıyorum? neyi eksik ya da fazla yapıyorum? hiç bilmiyorum.

tek bildiğim, daha kötüye gittiği herşeyin. üstelik eskiden tekil olan dertler artık çoğullaştı, birinden kalkamadan ötekinden yıkılıyorum.

sanki bir nakavt yumruğunu bekliyor gibiyim tamamen yıkılmak için.

savaşmak mı gerek, yoksa kolay olanı seçip yıkılmak mı?

bence hapse girmeliyim ben.
ölüm sancıları çekmeye devam edeceğim yoksa bu farkındalıklarda...
merhaba ceren, senin amacın ne sorularına maruz kalmama yol açan kadın; hayatın amacı son bulmaktır. benim amacım seninle son bulması değil, seninle başlaması değil. ben amaçsızca sarıldım sana. güzelliklere sarılmak istemek gibi haketmediğim eğilimlerim var...

toplama organlardan derlenmiş, derme ve çatma çin malı bir insan müsveddesiyim ben. ruhumun hamuru kerat vaktinde yoğrulurken güneş tutulmasının sersemletici karanlık ışığına maruz kalmış.

ben bu hayata, burayı daha da kirletmek için gelmiş bir atık maddeyim, illegal topraklara gömülmeliyim. ben hayatları mahvetmek için ortalığa salınmış vebalı bir mikrobum. kendi hayatım dahil pek çok hayat çöplüklerimde boğuldu. arkamda alınmış ahlarda kurulu bir karabasan ordusu var. ben , tiksinerek bakılası bir böceğim, midelerini kabartırırım ruhların.

hiçbir kadının gerçek mutluluğu olamadım. kimseyi layıkıyla sevemedim..
gerçek mutluluğum olacak o kadın hiçbir zaman çıkmadı karşıma. kimsenin hayatının merkezindeki kişi olamadan yaşlandım.

etrafımdaki mutlulukları izlemekten başım dönerken alıştım kendi mutsuzluğuma. ve yalnızlık tek gerçek yarim oldu ömrüm boyunca. dermanı bulunamayan, selası okunamayan zavallı yalnızlığım. ne çok düşündüm ben senin üzerine. seni düşündüğüm kadar hiçbir kadını düşünmedim yalnızlığım. oysa ben hep düşünürüm kadınları,
yine de yetişemezler sana.

kalemlerimin kölesiyim. tek gücüm, hayata diyecek birkaç çift sözümün olması.

android dünyada cahil kalmak isteyen bir piçim ben. pislik ruhuma işlemiş bir olgu, yıkanarak arınamıyorum.

ben bir kaybetme ve acı figürüyüm. şefkate olan ihtiyacımdan kıvransam da,

bu mutlulukları kendime hiç yakıştıramıyorum...
merhaba zalimliğe başkaldıran asil halkım,

nasıl gurur duyuyorum o sırt sırta verişimizle. romantik devrimcileriz biz, sevgiyle, alkışla , şarkılarla türkülerle isyan ediyoruz.
o yakıp yıkan, söven ve bizi haklıyken haksız gösteren kansızlar bizden değildir, onlar da faşisttir.

bizim devrimimiz rengarenk. ve o ne kadar rengarenk ise ben o kadar matım.

bukalemun kaleminden çıkan bir yazı hüzün taşır. umutla başladığıma bakılmasın, bir hüzün yazısıdır bu.
ve aslında bütün umutlar biraz hüzün içerir.

silahlarının ucunda parlayan kızıl bir kıvılcımın peşi sıra ardımıza düşerken biber gazının metalik fişekleri,
sarsak hallerde sağa sola kaçışıyorduk. etrafı gri bir duman çevreliyordu ve öksürük sesleri inlemelere karışıyordu.
Solüsyon yetiriyorduk gözleri paralize olmuş, nefesi tıkanmışlara. Yere düşenlere el veriyorduk, yere düştük mü tanımadık bir
el uzanıyordu ellerimize. Kardeşliğe dair bütün duyguların zirvesindeydik.

Oysa gökyüzünden kafalarımıza kapsüller yağarken, o telaşede bile bir aşksızlık hüznü çöküyordu bana. El ele tutuşup kaçışacağımız,
sonra toparlanıp yine direneceğimiz sen yoktun yanımda. aşksız bir romantik devrim eksiktir. şu günlerden bahsedeceğim zaman on yıllar sonra
(ölmez isem tabi), yanımdaki seni anlatamayacağım. salaş sarsak kaçışıyordum diye başladığımda cümleye, birinci tekil şahıs hüznüyle yutkunacağım.

artık iyice bağımsız, hallice yalnızlaşmış ve epeyce yaşlanmış haldeyim. en şaşalı dönemlerimde uğramadın bana ses etmedim, bekledim.
param oldu, atletik oldum, sağlıklı oldum, filozof oldum, roman bile yazdım, gelmedin, bekledim. umut hala hayal gökyüzümün güneşiydi,
parlaktı. sen, en dibe vuracağım zaman gelip elimden tutup kaldıracaktın beni. ve son durağı ölüm olan hayat yolunda, o durağa seninle
birlikte, el ele gidecektik. ve işte, o en dip zamanları geldi çattı. paralı, atletik, sağlıklı dönemlerim bitti; hesap kitap yapan göbeği çıkan bir adam
çöreklendi yerine. sonra düşünemeyecek kadar bunadı zihnim, ve hafızam siyahla beyazı karıştırır hale geldi, yıprandı. kitabımı kimseciklere okutamadım.
ve zulme isyan ederken bile yalnızdım.

artık umudumun güneşi, bozuk bir floresan lamba gibi yanıp sönüyor, tekliyor. çaresiz tiz bir ses çıkarıyor. beynimin kıvrımları, kalbimden gelen
hayal akışlarının önüne barikat kurmaya başladı. sana gereğinden fazla şans verdim, artık zaman mantık zamanı diyor. kalbim direnmeye çalışıyor,
hükümetin karşısında ne kadar umut varsa direnişimizde, kalbimde onun kat be kat altında umut var. istanbuldan bile gitmek istiyorum. burası bile
senin olmadığın bir yer ise, başka hiçbir yer senin olduğun yer olamaz zaten. ben bu şehire, bu şehirde aşk yaşamak için gelmiştim. bu şehirde yalnız
olup ölümü beklemek, başka şehirlerden daha büyük külfet. bu kalabalıkta seni beklemek, şehir kalabalığından geçenlerde seni aramak daha da yorucu.

Hem ne zırvalıyorum ki ben; seni beklemek, seni aramak, seninle el ele direnmek, seninle ölmek??? Artık iyice anlamaya başladım; sen diye birşey yok...
merhaba memleketimin rengarenk medyası,
bugün nasılsınız?
var mı yeni renk, yön ve kanal değiştirme durumları?
konjunktur değişir mi 3 ay sonra? peki avantalarınız?
mesela bugün "evet" dediğinize, yarın "hayır" der misiniz ve/veya tam aksi?
bu memleketin arkasından hançerlerle gezer misiniz bir ömür?
Vatandaşı yalan yanlış bilgilendirir misiniz belli aralıklarla?
Sizi seviyorum diyemiyorum çünkü renginiz gerçekten belli değil, aslında belli olması gerekirken?
yoksa ben bir vatan toprakları yalakası mıyım?
ya da siz nesiniz?
bu insanlar kim?
öpüldünüz muhtelif yerlerinizden...
merhaba melike,

bugünkü selamım sana, çünkü güne senin selamınla başladım.
sonu sigarayla bitecek bir hikayenin giriş cümlesini kurduğunun sen de farkındasın bence
ve farkındalıklardır ruhsuz acıların ilham kaynağı.

herneyse, ben yine başka şeyler yazacağım buraya.
daha doğrusu, geçen hafta kaleme aldığım bir bunalma anı yazısını paylaşacağım.

dün blaxoul a da dedim; yazmak, kişinin kendisiyle dertleşmesidir.

--26 06 2013--

bu satırları, düzenin sıkıcılığından ölmeye yüz tutmuş olması ken, insan olma vesilesiyle buna bile alışmış ve
benden daha yaşlı olmalarına rağmen benden çok daha dinç olan insanlarla geçirdiğim bir toplantı odasından yazıyorum.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, dünyayı kurtarma toplantısı bile yapılsa, ben sıkılırım aga!
Toplantı denen şey, hiç bana göre değil.

O kadar sıkıldım ki şu an bu toplantıda, hayatım boyunca kaç kızla öpüştüğümü hesaplama oyunu türettim kendime.
Hem de o anları tek tek hatırlayarak!

Karşımdaki kel anlatıcı, sunum ile meşgul, ingilizce birşeyler anlatıyor: "so they could even use with the cANbus blabla.."

ilk öpüştüğüm kız (bendeki lakapları ile bahsedeceğim, ismi lazım değil) Hiciv di. Ben henüz 13 yaşımdaydım o zaman hey gidinin...

Sonraları ise pheww... Gizy, semoş, samy, habiliv, öke, emoş, fato, derman .. dokuz olmuş...
ama nedense sanki hiç öpüşmemişim gibi geliyor bana. Dünyadaki bütün güzel kadınları öpmek istiyorum.

Herşey neden biliyor musun, herşey benim bu dünya için bir pislik oluşumdan. dokuz ayrı ruh lan, oha!
nedir bu doyumsuzluk?

Japon bir çocukla tanıştım hafta başında. O kadar saygılı ve temiz niyetli ki, bana kendimden tiksinmem gerektiğini hatırlatıyor.
Kibarlığından, konuşurken hazırolda duruyor falan. insan saflığının en saf hali...

Şu anda millet hararetli teknik konuşmalar yaparken, ben göz ucuyla sağımdaki ispanyol kızı kesiyorum. Biraz konuştum kendisiyle dün.
Sevilla danmış. Bana malzeme verirken bir el temasımız oldu, içim bir gıcıklandı.

Bu doyumsuzluk var ya bu doyumsuzluk, hiçlikle birleşince beni oluşturuyor. Çok kadınlara aşık olduğumdan hiç kadınım yok.
Oysa ben hep tek kadın isterdim. Bütün tek kadınlarımı kendi elimle kaybettim.

Beni oluşturan hiçliklerimle birleşip, ben de haya için parazit nedir sorusunun cevabını oluşturuyorum, kararmış yüreğimle.

--the end--
Hayatımda yapabilidiğim en iyi taklit, bar taburesi üzerinde oturan üzgün adam taklidi. Ancak kararlaştırmamız gereken bir nokta var ki, taklidin gerçek olmayan kısmı üzgün olmam değildir. Gerçek kısım, bar taburelerine alışkın olmamamdır. Ben gri kaldırımların sivri kenarlarında ya da karanlık odaların çekyat köşelerinde, bilemedin, meyhane köşelerinin soluk ışıklarında üzülen bir adamım. bar tabureleri pek de bana göre değil. ama üzülmek... işte o benim.

bazen bir kadına aşık olursun. bir daha göremeyeceğini bilsen de. sen kadına değil onun yokluğuna aşık olursun her gönlü sarhoş gibi. yokluk ve imkansızlık umudun fışkırdığı en karanlık andır. ve umut yaşamın kaynağıdır. üzülmekse işte tam bunların ortasında karma karışık bir duygudur cennet, cehennem arasında. araftır üzülmek. olabileceğe inanmaktır. imkansızlığı reddedip, hayale sarılmaktır umut.

Tuhaflık vardır bir de. Tuhaflık, bulunduğun sokakta bir daha hayatın boyunca bulunamayacağını farketmektir, gördüğünü bir kez daha göremeyeceğin, tuttuğun elin sıcaklığını bir daha yaşamayacağını, ta kalpten, derinden, en dibinden bilmektir. tuhaflık, dönemlik acının halk dilinde yumuşatılmasıdır. tuhaflık aslında acının katmerlisidir de geçecek diye adı tuhaflık olmuştur.

oluştuduğum paragrafların uyumsuzluğunun sebebi kendi uyumsuzluğum. uyumsuzluğum ise koca bir hikaye atlatmak isteyip sadece sembollerle yetinmek zorunda olduğum yürek baskısından kaynaklanıyor. manasız görünen her bir noktalama işaretimin altında en az bir adet göz yaşı damlası bulmanız; roberto baggio'nun italya 90'da kullandığı bir penaltı atışının gol olması ihtimalinden daha yüksek. işte bu yüzdelerin verdiği cesaretle ben üzülüyorum sahte taburelerin üstünde. bazen üzüntüm bilinsin istiyorum sevilmek için.. ancak bu bilinç, japon kamikaze subayının son görevini başarıyla yerine getirmesi kıvamında bir etki bırakıyor bedenimde ve hemen vazgeçiyorum.

son bir defa boynuna sarıldığını bildiğin, ya da buna bile nail olamayıp sadece el sıkıştığın kadını bir daha göremeyeceksin malesef. önceleri sık sık, sonraları ise az az, en sonunda ise meyhane köşelerinde aklına gelecek bir anıya dönüşecek bugünün gerçek acısı. sense biraz daha büyüdüm deyip, kendini avutacaksın. yalanın en acımasızını yaşayacaksın.

dante'nin ilahi komedya'sında üzerine basa basa dediği gibi, "cennetin en karanlık yeri, buhran zamanlarında tarafsız olanlara ayrılmıştır." Ya acıdan ya da sıradanlıktan taraf olman gerek bir dünyada yaşıyoruz. bu iki olgunun arasında tarafsız kalıyorsan elbet en sıcak ateşler vücudunu hiç beklemediğin bir zamanda saracak ve çekmekten korktuğun acı yüzbinlerce kez katlanarak ruhuna dolacak. görmezden geldiklerin boğazına sarılacak, bir düğüm olacak, kaçamayacaksın ve göz yaşları bedenini sarsacak. işte bu yüzden, tam da bu yüzden, ya acını çek ya da güçlü görünmeye çalış. zira ancak sadece görünmeye çalışabilirsin. güçlü olmak, bir kadını sevmenin karşısında sadece, "gibi davranmak" fiilini hayata geçirmeye çabalamaktan ibarettir. güçlü görünmenin bedeli, herkes uyuduktan sonra soğuk çarşaflara sarılıp sarsılarak ağlamaktır malesef.

biraz alkollü yazdığım bu satırlar birilerinin gönüllerinde biraz olsun yer edinebiliyorsa mutlu bir insan olarak öleceğim ben... ama siz! evet siz! hep acının pençesinde, mutluluğun var olduğuna inanmayaca çabalayacaksınız...
selamlar aynur, ellerimden kayıp giden güzellik,

yanlış zamanımın doğru insanı..

beşiktaş çarşı'da oturduğumuz mekanda gelen tuborg biramın kapağını açtığımda, şişe kapağının, siyah halkanın üzerinde çiçek gibi açılmış aliminyumu ile
bir tek taş yüzüğü andırdığını farkettiğim an, önünde diz çökmek istedim.

yapmacık bir yüzükle, evlen benimle ki bu felaketler zamanından el ele azad olalım demek, diyebilmek için.

oysa benim, hayatın yanlış zamanında doğuşum gibi, hayatının yanlış zamanında görüşmeye başlamıştık seninle.

annen...

bir insanın kendi kariyerinden, mutluluğundan, hayatından vazgeçmesinin sebebi anne ise, saygı duyup yastıklara gözyaşı silerek avunmaktan başka yapacak birşey yoktur.
sana o an sorduğum, "midye yiyelim mi?" sorusu, aslında sorulamayan benimle evlenir misin sorusunun filtrelenerek değiştirilmiş ve böylece de anlamından fersahlarca uzaklaştırılmış buruk bir yansımasından ibaretti sadece.

ve sen, ellerimin ve kollarımın arasından anneciğinin kollarına giderken, o gecenin sabahında bindiğin taksi ufuk çizgisine doğru yol almaya başladığında, hayatımdan uzaklaşan her güzelliği seyrettiğim gibi seyrettim seni, bilmezsin sen.

yine arkamı bir güzelliğe dönüp yalnızlığıma yürüdüm!

--özet--

Hayat... Bir kez daha bana ihanet etti.
Bazı şeylerin hiç değişmeyeceğini kabul ettim
Küçük beyinlerinizin benim ıstırabımı büyütmesine izin verdim.
Ve o benim akıl sağlığımı kimyasallara bağlı bıraktı.

Evet... Düşüyorum. Yere çarpmama ne kadar kaldı?
Neden çöktüğümü sana anlatamıyorum.
Neden yalnız kalmayı tercih ettiğimi... Merak ediyormusun?
Gerçekten kontrolümu kaybedip kaybetmediğimi?

Sona yaklaşıyorum
Nasıl biri olabileceğimin farkına vardım
Uyuyamıyorum... Bu yüzden bir nefes alıp en cesur maskemin arkasına saklanıyorum.
itiraf ediyorum. Kontrolümü kaybettim

--son--

yalnızlık, temmuz ayında çiseleyen gayrimeşru, piç bir yağmur damlası gibi, zayıf...
yağmur damlası, gözyaşı damlası gibi bir ağlama timsalidir aslında. zayıf bir yağmur damlasının farkındalık oluşturamaması gibi,
etkisiz bir acıdır yalnızlık, münferittir. ve bu sebepli ağlamaların da görülemez kimselerce, ıslatamaması gibi yağmur damlacığının.

acını kıskanıyorum diye bir tabir var. kıskanılası bir yalnızlık acım var, allah biliyor ya.
ama yine de buna dayanmak zor. bu yalnızlığın en hazsal yönü, üç bira sınırını geçip şizofrencilik oynamaya başlayınca anathema dinlerken,
gerçekten yaşadığını (köküne kadar hissettiğin gerçek acı duygusu vesilesiyle) hissediyor olman.
yaşamak, duyguların en gerçeği olan acıda gizlenmiş bir form.

mutluluk öyle mi? bir rüya gibi, bir hayal alemi gibi sahte bir duygu. mutluyken, ayakların yere basmaz. hayatta değil, başka alemlerde gezinirsin. yaşamazsın mutluyken, yaşadığının farkına varmazsın.

mutluluğun kendisi başlı başına bir paradokstur zaten.

klavyem döndüğünce anlatmaya çalışayım. sürekli merak ediyoruz, sürekli birşey öğrenmeye çalışıyoruz, mutlu olmak için.
bilgi dağarcığımız büyüyor. artık hepimiz bisiklet sürebiliyoruz, yüzebiliyoruz, araba kullanabiliyoruz, biber gazına talcid
iyi geliyor, biliyoruz. hassas çamaşırları sentetik programında yıkıyoruz çamaşır makinasının ve kare 31 kare yapınca, aradığımız eski sevgilimiz numaramızı göremiyor.
herşeyi, herşeyi öğrenmeye , bilmeye çalışıyoruz mutlu olmak için. oysa dağdaki çoban, hepimizden daha kaygısız ve mutlu. bizim karşılanamayan, bir türlü doymak bilmeyen
kocaman beklentilerimiz, süslü keşif iştahlarımız, kibirli egolarımız da büyüyor bilgiyle. oysa farkındalık ile cehalet kapışsaydı mutluluk için, cehalet farkındalığa tur bindirirdi. çünkü cehalet mutluluktur, farkındalık ise aklı başında bir delilik...

işte temelinde paradoks olan bir duygudan, istikrarlı bir gerçekçilik beklemek bu yüzden yanlış.

mutlulukları için çabalayan insanlar hayal dünyalarında yaşadıklarının farkında değiller bir kere, burda cehalet var yani, al bu da sana ikinci paradoks, hani nerde farkındalık?

ben bu gerçeği bildiğimden değil, hissettiğimden yakıştıramıyorum mutlulukları kendime.

içgüdüsel olarak acı çekmek, her insana bahşedilmemiş bir ızdırap. ve ben yine bir duraktan eli boş çıkıp, sırtımda azık çantamla yoluma devam ediyorum, yalnız.

--spoiler--

senle beraber olsam da sevgilim,
ayrılsak da ölsek de bu yolda

hep yalnızlık yavrum yalnızlık ömür boyu
yalnızlık ömür boyu

senle beraber olsam da sevgilim
hiç görmesek birbirimizi,özlesek

ömür boyu bağlansak da,sevinsek de,üzülsek de
yalnızlık ömür boyu

birden sen gelsen aklıma,seni unutsam bazı bazı
meraklansam gizlice, delice kıskansam seni

hep yalnızlık var sonunda,yalnızlık ömür boyu

--spoiler--
durumlara göre ortama uyum sağladığımızı söylüyorlar. oysa yanlış, bukalemunlar duygulanınca renk değiştirirler.
pedikürlü ayaklar...

bembeyaz ayakların üzerindeki rengarenk ojeler. çıplak bir tenin başlama noktası..

yaz günlerinin berraklığıyla her yerdeler. mis kokuların arasında ilerletiyorlar kendilerine yük olan zarif bedenleri.
bakımlı sahipler; ojeli eller, rimelli gözler, fönlü saçlar, beyaz dişler..
hepsini koklamak istiyorum o zarif bedenlerin, hepsini öpmek.

sanat eseri pedikürlü ayaklar, ince ve özenle işlenmiş sürrealist figürler.

hiçbiri benim değil.

evlilik sürecine giren çiftler, evliliğin bu yolun son noktası olacağını ve evlenince, stres yaşadıkları her şeyin nihayetleneceğini zannediyorlar.
evlilik bir son değildir, bir başlangıçtır bence.

evlenince bir boşluğa düşmek diye bir şey olmalı.

yine de,

yalnızlık susuzluktan da zor...
selamlarım beş yıl önce dikili'de minibüste gördüğüm güzel kıza,

seni sadece on dakikalık bir minibüs yolculuğunda görmüştüm
ve bizden iki dakika önce köşeyi dönen yolda minibüsten ayrılışından beri tam beş yıldır görmedim.
muhtemel ki bir daha hiçbir zaman da göremeyeceğim. zaten, görsem de hatırlamam.
sadece çok çok güzel olduğunu hatırlıyorum, yoksa siman buğulu buzdan bir taş parçası.

sen ve senin gibi, hayatımın sadece bir anından hatırladığım ve bir daha görmediğim güzellikler var.
hayat anlardan ve anılardan ibaret. benim hayatımsa, nasıl ki seni ve senin gibi olan diğer güzellikleri bir daha göremeyeceksem,
bir daha asla yaşayamacağım bir andan ve anıdan ibaret:

"öpsene beni..."

ışıklar, ses , motor, perde kapanır, göz kapakları da...

flaş yapar hayat!!!

yıllar sonra bir romanın ilk cümlesinde belirir farkındalığın: "hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum."

ama yaşlanıyorum artık. o an bile, hayatımın en önemli, hayatımın değerli hisedilebilecek tek anı olmasına rağmen, hatta belki de bu hayata
gelmemin tek sebebi olmasına rağmen silikleşmeye başladı anılarımda. eskisi kadar canlı hatırlayamıyorum o anı. bir katarakt etkisi çekilmeye başlandı
anılarıma.

oysa ben anılarımla yaşıyorum, gelecek hayallerimle değil. anılarımı elden alıyor ya tek tek, yaşlanmanın en acı yönü bu benim için.
yakında yaşamak için bir sebebim kalmayacak, çünkü tamamen unutacağım. ve intihar edemeyeceğim için dolaşacağım dünya aleminde ruhumun en salaş halleriyle.

selamlarım lise bire giderken enez'de bir üç saniye de olsa kesiştiğimiz seda'ya. sonra o da hayat gibi yüz çevirmişti bana ve yoluna devam etmişti...
sensizlik de bir öksüzlük...

gecenin tek ışığı yalancı dolunay,

hayatın tek karanlığı sensizlik,

ve tek yalancı, kendine fail olmuş ben.

annesizlikten farksız sensizlik,

sessizlik...

gözlerin kahkahalar atardı ya ayalarından,

genleşirdi mutlulukların kalp bebeğime,

ve ben yaşamaya başlardım.

sensizlik , kendimsizlik demek.

yaşamak yok, ölmek ise yasak...
iç acılarımın toplamı bir rakamla ifade edilebilseydi ben hiç acı çekmemişim der, kendime gülüp geçerdim. acılarımın toplamını bilebilmek için, böylesine basit kelime oyunlarından daha fazlası gerek...

birisine ait olduğumu hissetiğim an ile tamamen özgür olduğum anı idrak etmemin aynı saniyeye denk gelmesi bilinmez acılar yüklüyor bana. tam işleri düzene koyacağımı, standarta oturacağımı, gidip geleceğimi, markette ucuz beyaz peynirin hangisi olduğunu keşfedebileceğimi, en hesaplı tuvalet kağıdının 18'li pakete denk geleceğini anladığım an aslında bu basitliğin zerre kadar sikimde olmadığımı hissediyorum.

sonra düzene, toplum baskılarına, daha önce yapılmışı gördüğümüz için şu anda onu yaptığımıza sövüyorum ve sonu olmayan bir koridorda yürümeye başlıyorum. varlık sensörleri varlığımı umursamıyor, yakmıyor ışıkları. karanlık koridorda yürümeye devam ediyorum ve uyuyorum. günler böyle geçip gidiyor, koridora giriyorum karanlık. yürüyorum, karanlık. akşam oluyor, uyuyorum. ertesi gün yine oluyor, engelleyemiyorum. 2 gün sonrasını düşünmüyorum bile, günler öylece, amaçsız, plansız, umursamaz geçiyor.

yaşım 27. kimine göre 28. baya bir şey gördüm. acının alasını çektim, hesaplayamayacağınız kadar ağladım, kanadım, diz çöktüm ya da yürüdüm gittim... var oldum ben. muhtaç olmadım. dik durdum. koştum, yetiştim, zamanında vardım. onlara, insanlara, arkadaşlara, dostlara, aileme. yordu bu biraz. hep koşmak yordu.

şimdi ne olacak bilmiyorum. biliyorum aslında ama kaçıyorum. bilmiyormuşum gibi davranmak cidden kolay oluyor.

anasını satayım, sağa sola yazsam ne olacak bunları. manasız. benim canım 2. biradan sonra 3. birayı hep çekiyor. durduramıyorum kendimi. bu benim. biranın, derdin, başkaldırışın adamı. duyguya doyumsuzum. duygu katiliyim aynı zamanda.

beni siksen anlayamazsanız. ben kendimi anlayıp, ifade edemiyorum. iki kişi tek vücutta yaşıyoruz biz. içimdeki ağlıyor, gözyaşlarım benden süzülüyor...
bunların hepsi sen gittikten sonra..

ve sonra o, yeni sen oldu..

bu yazdıklarım hep o gelmedikten sonra..

evet, evet .. selamlar merve; ben yine kim oluyorsam, yine sana umutlanıyorum mühendis mühendis..

ben senin beni sevebilme ihtimalini bilmiyorum..

eski sen; göğsüm daralıyor ve yüreğim kanıyor, olmasaydı sonumuz böyle.

ama olmuş ve ölmüşün çaresi yok, sensizliğin de..

seni aştıkça kurtuluş yok! yeni senler çıkıyor. çünkü bu yürek son çarpıntısında bile aşkı bekleyecek, o kadar ümitsiz ümitler peşinde bu yürek.

ruh şemalimi tasvir edecek olsam şöyle derdim. bir şubat gecesi, gece yarısından sonra kafasında beresiyle kilit taşlı sessiz cihangir sokaklarında yalnız başına yürüyen bir adam. saçı sakalı uzayıp birbirine karışmış. başında kulaklarını kapatmayan bir bere. elleri pardesüsünün ceplerinde, başı öne doğru eğilmiş yere bakıyor yürürken. düşünüyor adam ve ağzından yalnız ve kıyamet soğuğu şubat gecesine ait buharlar çıkıyor. adam sürekli düşünüyor, hüzünlere bezenmiş girdaplı düşüncelerle. sokakta duyulan tek ses , adam yürürken bastığı kar yığınlarının gıcırtısı. belki sonra anlık bir çınlama; marlboroyu yakan zipponun sesi, hepsi bu. oysa o şubat gecesi sessizliğinde düşünceler çığlık çığlığa.

o adam işte, benim. zaten bir şubat gecesi doğmuşum.

sonra firuzağaya çıkıyorum, ordan da yukarı tırmanıp istiklale çıkıyorum. yine süslerle bezenmiş ışıklı dünyalara adımlar atıyorum, geceye kalmış şarapçıların ve kanyakçıların arasından geçerken. meydana varıyorum, ellerim buz kesmiş, bağırıyorum :

- taksi!
- neresi abi?
- mecidiyeköy...

uyanıyorum ertesi bir iş gününe. çekiyorum üstüme "casual" kıyafetlerimi, üff jilet! kravat, fönlü bir saç, armani Eau De Nuit Edt parfümüm, parlak kösele ayakkabılarım.
otoparka gidiyorum, arabamı alıyorum. aynadaki yakışıklı hazır işine gitmeye. focacciadan kahvaltı için bir sandwich , salamlı ve kaşarlı; kadın sesleniyor dükkandan çıkarken, iyi günler beyefendi. fransız lordları gibi çapkın bir gülümsemeyle ardımda bırakıyorum onu, çünkü siyah çorabın üzerine giydiği mini etekten süzülen bacakları hoşuma gidiyor. kontağı çevirip motoru çalıştırdıktan hemen sonra takıyorum rayban güneş gözlüğümü, ve ön camı yarım açarak yakıyorum yemek sonrası keyif sigaramı. araba ilerliyor ve ben gösterişli hayatımın yıldızlarında ışık hızıyla hareket ediyorum.

oysa ben o şubat gecesinin yalnız adamıyım. ölüyorum lan yalnızlıktan ve işin tuhafı bu hoşuma gidiyor. bu yalnızlık özgürlüğünü ve acısının hazzını feda edebileceğim bir değeri bekliyorum ben anlamsızca. çünkü bir insanın beynindeki kötü düşünceleri öylece alıp geride boşluk bırakamazsınız; yerine kayda değer birşey koymanız gerekiyor. ve ben hiçbirsen bulamıyorum oraya koyacak. ölüm bir gece daha yaklaşıyor bana. ama benim her anım bir şubat gecesi, şekildeki akdeniz yazı gecesi mehtaba karşı sahilde oturan adam profilime inanmayınız...
merhaba sonbahardan kışa geçiş evresi burukluğu,

sağnak yağan yağmurda, sileceklerinin plastiği bitmiş arabada ilerlerken "önümü göremiyorum" diye hayıflandım kendi kendime. boğaziçi köprüsünde önünü görmene gerek yoktur zaten, yan taraftaki gerçek olduğuna hala kendimi ikna etmeye çalıştığım varolan en güzel manzara önkörlüğe en premature teselli. lakin önümü göremiyorum iç sesiyle tetiklenen farkındalıklar silsilesi, öngörülemeyen telaşlı kederlere kapı açtı benliğimde. ruhumdan çatırdamaya sesleri duymaya başladım o andan itibaren. bir kadını kaybetmemek için çabalamayı özledim ben.

mutlak yalnızlıklar içindeyim. sevmediğim tenlerle sevişirken, geçmişin kıymetli zamanlarına buruluyorum. eskiden sevişmek yüce bir duyguydu. kalbim kilometrelerce öteden çarpmaya başlardı. eskiden sevişmek aşkın bir parçasıydı. yüzünü severdim sevdiceklerin, hisler dolardı ciğerime. öpüşmeden hemen önce; "cızzzzttt" elektrik arkları oluşurdu, atardı arklar gözlerden gözlere, bedenlerden dışarı taşıp derinin üzerinde dolaşırdı.

bir kadını kaybetme korkusunu özledim ben. işine gelmiyorsa siktirgit diyebildiğim kadınlarla sevişmeyi sevmiyorum.

eskiden öpüşmek, çikolatalı kek kıvamındaydı. çilek tatları alırdım, yasemin kokuları dolardı ciğerlerime. boynunu öpmeye yeltendiğim kadın, karşı konulamaz o duyguya teslim olup kendini salıverince, tenine değen tenim festival fişekleri atılmışçasına coşardı huzurdan.

yüzünü seyrettiğim kadınlarımı özledim ben, saçını düzelttiğim, yanağını okşadığım. ayakta durmak için bana güvenen, içindeki bütün kederleri yalnızca bana açan kadınlarımı özledim.

bir şiir çalındı kulağıma geçenlerde:

Güzel olan
Mevsimlere dur demek
Kar yağarken çiçek açtırmak ağaçlara
Güneşi bir akşam saatinde tutup bırakmamak
Sonra doldurmak ay ışığını kadehlere
Delicesine içmek
Ve unutabilmek her şeyi ansızın
Sevmek seni en yücesiyle sevgilerin
Birlikte geçmiş, gelecek bütün çağları aşmak
Güzel olan
Sevmek seni Tanrılar gibi
Seninle Tanrılaşmak...

bunu söyleybilecek kadınlarımı özledim, özlüyorum şu an;

kocaman bir evde yalnız başına oturmak acıklı sonla biten bir dünya klasiğinin son sahnesini gerçeklemek gibi. ev kocamanlaştıkça, evet gerçekten öyleymiş,
hayatındaki ölçülebilir boşluk miktarı da kocamanlaşıyor. somut acı kıvrandırıyor, yeterince soyutu varken.

kocaman bir ev; bomonti, marlboro, karanlık oda, bir monitör aydınlığı, en hüzünlüsünden müzikler...
arttıkça tüketen farkındalıklarımı sikeyim...
selamlar mart, hoşgeldin ...

bazen düşünüyorum bir buzdolabı motorunun cızırtısı altında ve karanlıkta; nasıl bir adama dönüştüm ben diye. aynada kendi gözlerimin içine baktığımda yapıyorum bunu en çok.
soruyorum; sen nasıl bir adama dönüştün?

sen bana bütün bunları yapmış olmasaydın güzelim, ben dünyalar iyisi bir adam olarak ölene kadar yaşayacaktım. kimsenin canını yakmayacak, kimsenin ahını almayacaktım.

beni bu canavar dönüştüren sensin diye düşünürken çakıyor şimşekler kafamda; bu canavar ben değilim, sensin!

oysa ne kadar da güzel görünüyorsun...
selamlar gözyaşlarını yüzüne değil de ruhuna akıtan insanlar,

siz bilmezsiniz, ağlamanın ne kadar güzel ve sınırsız olduğunu. ağlamak temizlenmektir. ağlamak ruhun omo'sudur amına koyiyim. siz hala içinize tepin tüm derdinizi.

siz ağlamayarak gururlu ve onurlu olduğunuzu zannederek en ağır ahlaksızlığa imza atıyorsunuz; insan olmaktan kaçıyorsunuz.

ağlayın yavşaklar, iki yüzlüler.

yanınızda sizi dinleyen biri varsa ona ağlayın. yanınızda sizi dinleyen biri varsa onu sevin, tapın!
selam yalnızlık ben geldim,

ne zaman gittin ki diye sorar gibisin, haklısın. yalnızlıkla ilgili yanlış bilinen bir söz var; "yalnızlık allah'a mahsusmuş!"

yanlışın daniskasıdır bu laf. allah kullarına kendi ruhundan üfürmüştür. ve dolayısıyla her insan yalnızdır biraz.

yalnızlıkla ilgili beni en çok yaralayan durum da budur. bu dünyadaki tek yalnız ben olmak isterdim. oysa herkes biraz yalnız olduğu için,
yalnız olmak konusunda kimse yalnız değil. dolayısıyla yalnızlık özel bişey değil.

ama ancak gururlu adamlar gerçek yalnız olabilirler. çünkü gurursuz adamlar, yalnızlıklarını yıkmak için yamatırlar kendilerini birilerine.
gururun senin zaafın olur ve mükemmel bir yalnız olarak dünyaya bahşeder seni en gerçeğinden.

not: "just like that" bir porno deyimidir.
merhaba ebru,

sonsuz bir potansiyel enerjim var sana aşık olmak için. ama ben umutla kinetiğe çevirmem onu, ancak gerçekle çeviririm. eğer umut gerçeğe dönüşmezse,
o enerji başka yeşil gözler bekler, sana akmaz. ama yine de buradaki asıl nokta, sonsuz bir potansiyel enerjim var sana aşık olmak için. okuyamadığın bu yazılardan,
senin için güzel olacağını bildiğim ama senin kararsızlık yaşadığını seçmeni diliyorum. tartışılamaz güzelliğinin en büyük mücevheri olan yeşil gözlerine kuracağım ne
şaşalı cümleler var bir bilsen. neler kazanacağını bir bilsen. keşke görsen içimdeki şenlik havasını. hayır dersen neler kaybedeceğini bir görsen keşke...

bana hava hoş oysa. ruhumun, rakı sofrasına senin erişilmezliğini bahane etmeye can atan bir parçası ellerini ovuşturmakta ve blaxoul'a yaslanıp hüzün plaklarını
başa sarmak hayalleri kurmakta.

bir sevsen beni,neler kazanırdın var ya...

not: bu satırları, hala sana ulaşmayan sorumun cevabını beklerken yazdığımı kendi tarihime not düşmek isterim ki, yıllar sonra buruşuk göz altı torbalarımın üzerindeki yaşlı gözlerle yazdıklarımı okuduğumda, bu anın heyecanı hafızalarımda hep taze kalsın, hep hatırlansın...
sevgiler sevgililer,

sorular şu,

do you wonder why i prefer to be alone? have i really lost control?

cevaplar şu,

sanmam. evet.

bye.
bazen yağmurlu gecelerde sokaklarda yalnız başıma dolaşasım gelir
ama ne zaman bu isteğim belirse, sokakta hava güzeldir
sonra unuturum bu yalnızlık isteğimi
ertesi akşam yağmur yağar
ve ben çıkmaya korkarım o akşam,
sokaklara,
yalnız....
mutluluğun ne olduğunu bilmek için bir referans gerekir.

mutluluğun referansı mutsuzluktur.

öğrenmiş oldum bir şekilde, mutluymuşum ben.
Hayatım cok renkli be.

Cok mu klasik oldu?
sınırsız bir adamım ben, ucum bucağım yok...

o yüzden assos'a gittiğimde çarpılmıştım. sonsuzluğun görüntüsü düşmüştü göz kadrajıma.

rakı mehtaba karşı değil, assos'ta içilir.

kafamda dişliler dönüyor nicedir. sürtünme seslerini duyabiliyorum. hayat gizeminin perdesi aralanıyor ölüme yaklaştıkça.

ölüm - hayat gizemi = hayat

hayat = 0 olduğunda (ki bu an ölüm anı oluyor), hayatın gizemini tamamen çözeceğiz. fakat o gizemi çözmüş geçmişin milyarlarca ölüsü gibi,
sesimizi hayattakilere duyuramayacağız, onlara spoiler vermemize izin verilmiyor.

memleketin uzak köşelerinde, deniz kenarlarında kimsenin uğramadığı birtakım büyük kafeler vardır.
o kafeye girersin ve etrafında gördüğün onlarca masadan hiçbirinde hiç kimse oturmuyordur. sen de oturmak istemezsin,
oturursan da içinde tuhaf bir huzursuzluk hissedersin. bunun adı yalnızlıktan korkmaktır. yüzleşme bu noktada gıcırdatır huzurunu.

ama kafanı takma, ben de her gördüğüm sarı leblebiyi leopar desenine benzetip tiksiniyorum. belki de o yüzden beyaz leblebi seviyorum;
ben olmayan herşeye benziyor.

pazar gününe kadar iki ayrı kızla sevişme planım var. oysa plansız sevişmelerdir beni benden alan..

selamlarım bugün sana mahafsoun, keşke ağlasan da gözlerinden akan siyah makyajı seyretsem...