bugün

entry'ler (2485)

bukalemundan mektuplar

selamlar hastanelerin soğuk, telaşlı, ilaç kokan koridorlarına konulmuş, oturacak yeri sert plastikten, ayakları demirden yapılmış konfordan uzak banklar. ne kadar da çok dert taşıyorsunuz farkındasınız değil mi?

yıllar o kadar hızlı akıyor ki. o kadar hızlı tükeniyoruz ki. hayal kuruyoruz. hayaller kuruyoruz. çoğul takısını ekliyoruz hayal'in sonuna, sonunu düşünmeden. bir hayali adam etmeden, ötekini düşlüyoruz. sonra boşlukta yok olup gidiyoruz. maymunuz biz, iştahlıyız üstelik.

bir tetik akla gelir bazen. yıllar gelir göz önüne, gelecek veya geçmiş. bir tetik akla gelir bazen, çok kolay olur yaşamak. zaman gelir akla, yapmadıklarınla dolu ve yine bir tetik gelir akla her şeyi unutturacak.

Bir tetigim olsa, yayını gererdim.

bukalemundan mektuplar

mutluluğun ne olduğunu bilmek için bir referans gerekir.

mutluluğun referansı mutsuzluktur.

öğrenmiş oldum bir şekilde, mutluymuşum ben.

bukalemundan mektuplar

sevgiler sevgililer,

sorular şu,

do you wonder why i prefer to be alone? have i really lost control?

cevaplar şu,

sanmam. evet.

bye.

13 temmuz 2014 metallica istanbul konseri

"lan adamlar ölmeden izlemem lazım" düşüncesinden yola çıkarak 11 temmuz 2014 varşova konserine 3 ay önce bilet almış şu bünyemi derinden sarsmıştır. şaka gibi lan!

https://fbcdn-sphotos-c-a...53659015_1378955184_n.jpg

bukalemundan mektuplar

selamlar gözyaşlarını yüzüne değil de ruhuna akıtan insanlar,

siz bilmezsiniz, ağlamanın ne kadar güzel ve sınırsız olduğunu. ağlamak temizlenmektir. ağlamak ruhun omo'sudur amına koyiyim. siz hala içinize tepin tüm derdinizi.

siz ağlamayarak gururlu ve onurlu olduğunuzu zannederek en ağır ahlaksızlığa imza atıyorsunuz; insan olmaktan kaçıyorsunuz.

ağlayın yavşaklar, iki yüzlüler.

yanınızda sizi dinleyen biri varsa ona ağlayın. yanınızda sizi dinleyen biri varsa onu sevin, tapın!

bukalemundan mektuplar

iç acılarımın toplamı bir rakamla ifade edilebilseydi ben hiç acı çekmemişim der, kendime gülüp geçerdim. acılarımın toplamını bilebilmek için, böylesine basit kelime oyunlarından daha fazlası gerek...

birisine ait olduğumu hissetiğim an ile tamamen özgür olduğum anı idrak etmemin aynı saniyeye denk gelmesi bilinmez acılar yüklüyor bana. tam işleri düzene koyacağımı, standarta oturacağımı, gidip geleceğimi, markette ucuz beyaz peynirin hangisi olduğunu keşfedebileceğimi, en hesaplı tuvalet kağıdının 18'li pakete denk geleceğini anladığım an aslında bu basitliğin zerre kadar sikimde olmadığımı hissediyorum.

sonra düzene, toplum baskılarına, daha önce yapılmışı gördüğümüz için şu anda onu yaptığımıza sövüyorum ve sonu olmayan bir koridorda yürümeye başlıyorum. varlık sensörleri varlığımı umursamıyor, yakmıyor ışıkları. karanlık koridorda yürümeye devam ediyorum ve uyuyorum. günler böyle geçip gidiyor, koridora giriyorum karanlık. yürüyorum, karanlık. akşam oluyor, uyuyorum. ertesi gün yine oluyor, engelleyemiyorum. 2 gün sonrasını düşünmüyorum bile, günler öylece, amaçsız, plansız, umursamaz geçiyor.

yaşım 27. kimine göre 28. baya bir şey gördüm. acının alasını çektim, hesaplayamayacağınız kadar ağladım, kanadım, diz çöktüm ya da yürüdüm gittim... var oldum ben. muhtaç olmadım. dik durdum. koştum, yetiştim, zamanında vardım. onlara, insanlara, arkadaşlara, dostlara, aileme. yordu bu biraz. hep koşmak yordu.

şimdi ne olacak bilmiyorum. biliyorum aslında ama kaçıyorum. bilmiyormuşum gibi davranmak cidden kolay oluyor.

anasını satayım, sağa sola yazsam ne olacak bunları. manasız. benim canım 2. biradan sonra 3. birayı hep çekiyor. durduramıyorum kendimi. bu benim. biranın, derdin, başkaldırışın adamı. duyguya doyumsuzum. duygu katiliyim aynı zamanda.

beni siksen anlayamazsanız. ben kendimi anlayıp, ifade edemiyorum. iki kişi tek vücutta yaşıyoruz biz. içimdeki ağlıyor, gözyaşlarım benden süzülüyor...

bukalemundan mektuplar

Hayatımda yapabilidiğim en iyi taklit, bar taburesi üzerinde oturan üzgün adam taklidi. Ancak kararlaştırmamız gereken bir nokta var ki, taklidin gerçek olmayan kısmı üzgün olmam değildir. Gerçek kısım, bar taburelerine alışkın olmamamdır. Ben gri kaldırımların sivri kenarlarında ya da karanlık odaların çekyat köşelerinde, bilemedin, meyhane köşelerinin soluk ışıklarında üzülen bir adamım. bar tabureleri pek de bana göre değil. ama üzülmek... işte o benim.

bazen bir kadına aşık olursun. bir daha göremeyeceğini bilsen de. sen kadına değil onun yokluğuna aşık olursun her gönlü sarhoş gibi. yokluk ve imkansızlık umudun fışkırdığı en karanlık andır. ve umut yaşamın kaynağıdır. üzülmekse işte tam bunların ortasında karma karışık bir duygudur cennet, cehennem arasında. araftır üzülmek. olabileceğe inanmaktır. imkansızlığı reddedip, hayale sarılmaktır umut.

Tuhaflık vardır bir de. Tuhaflık, bulunduğun sokakta bir daha hayatın boyunca bulunamayacağını farketmektir, gördüğünü bir kez daha göremeyeceğin, tuttuğun elin sıcaklığını bir daha yaşamayacağını, ta kalpten, derinden, en dibinden bilmektir. tuhaflık, dönemlik acının halk dilinde yumuşatılmasıdır. tuhaflık aslında acının katmerlisidir de geçecek diye adı tuhaflık olmuştur.

oluştuduğum paragrafların uyumsuzluğunun sebebi kendi uyumsuzluğum. uyumsuzluğum ise koca bir hikaye atlatmak isteyip sadece sembollerle yetinmek zorunda olduğum yürek baskısından kaynaklanıyor. manasız görünen her bir noktalama işaretimin altında en az bir adet göz yaşı damlası bulmanız; roberto baggio'nun italya 90'da kullandığı bir penaltı atışının gol olması ihtimalinden daha yüksek. işte bu yüzdelerin verdiği cesaretle ben üzülüyorum sahte taburelerin üstünde. bazen üzüntüm bilinsin istiyorum sevilmek için.. ancak bu bilinç, japon kamikaze subayının son görevini başarıyla yerine getirmesi kıvamında bir etki bırakıyor bedenimde ve hemen vazgeçiyorum.

son bir defa boynuna sarıldığını bildiğin, ya da buna bile nail olamayıp sadece el sıkıştığın kadını bir daha göremeyeceksin malesef. önceleri sık sık, sonraları ise az az, en sonunda ise meyhane köşelerinde aklına gelecek bir anıya dönüşecek bugünün gerçek acısı. sense biraz daha büyüdüm deyip, kendini avutacaksın. yalanın en acımasızını yaşayacaksın.

dante'nin ilahi komedya'sında üzerine basa basa dediği gibi, "cennetin en karanlık yeri, buhran zamanlarında tarafsız olanlara ayrılmıştır." Ya acıdan ya da sıradanlıktan taraf olman gerek bir dünyada yaşıyoruz. bu iki olgunun arasında tarafsız kalıyorsan elbet en sıcak ateşler vücudunu hiç beklemediğin bir zamanda saracak ve çekmekten korktuğun acı yüzbinlerce kez katlanarak ruhuna dolacak. görmezden geldiklerin boğazına sarılacak, bir düğüm olacak, kaçamayacaksın ve göz yaşları bedenini sarsacak. işte bu yüzden, tam da bu yüzden, ya acını çek ya da güçlü görünmeye çalış. zira ancak sadece görünmeye çalışabilirsin. güçlü olmak, bir kadını sevmenin karşısında sadece, "gibi davranmak" fiilini hayata geçirmeye çabalamaktan ibarettir. güçlü görünmenin bedeli, herkes uyuduktan sonra soğuk çarşaflara sarılıp sarsılarak ağlamaktır malesef.

biraz alkollü yazdığım bu satırlar birilerinin gönüllerinde biraz olsun yer edinebiliyorsa mutlu bir insan olarak öleceğim ben... ama siz! evet siz! hep acının pençesinde, mutluluğun var olduğuna inanmayaca çabalayacaksınız...

berlin

2 gündür yağmurlu sokaklarında yapayalnız dolaştığım şehir. tarihi açıdan zengin ancak çok hüzünlü bir havası var. sanki aradan yıllar geçmiş olsa da, kendine yapılmış olanları bir türlü kaldıramıyor. benim gözümde berlin, ağlayan bir şehirdir.

bukalemundan mektuplar

çok para kazandım.

çok az para kazandım.

ekmeğimizin olmadığı, okula aç gittiğim, aç döndüğüm, akşamları çorba içtiğim, sabahları yine yoksullukla kahvaltı ettiğim günlere göre çok para kazandım. edebiyat öğretmenimizin, sınıf arkadaşlarının bir birlerine roman alabilmesi için topladığı 5 tl'yi denkleştiremediğimiz için utancımdan 10 gün okula gitmediğim günlere göre param çok. kömür alamadığımızdan annemin fırını ile ısındığımız, ayakkabı alamadığımızdan yağmur yağınca üşüyen ayaklarım olduğu günlere göre zenginim. artık milyarlarım var. giymediğim giysilerim, yemediğim yemeklerim, evde olmasam bile yanan kaloriferim var. harcayamadığım param var. sikimde değil! sorularım var..

ya gönlüm?

gönlüm ne kadar kazandı bunca zamanda. daha da önemlisi ne kazandı? masumiyetim, iyiliğim, inançlarıma ne oldu? göz yaşlarım nereye gitti? korkularıma ne oldu, yaşama sevincim mutlu mu, ben mutlu muyum? onca emeğime, çalışmama, alın terime, çabama dönüp bakıyorum da şimdi, ne işe yaradı? daha iyi bir birey olmadım, olamadım ya da izin vermediler.

yalnızlık mazoşist bir var oluştur. yalnızlıktan çektiğim çileyi hiç bir şeyden çekmedim ve yalnızlık kadar kimse mutlu etmedi beni. yalnızlık sevgilim olsa, su göremeyecek kırmızı gül tohumları hediye ederdim.

bir boka yaramadı adam olmak, okumak, iş sahibi olmak, para kazanmak, saygı görmek. bir boka yaramadı çoğunun hayallerinde göremeyeceklerine sahip olmak. bir boka yaramadı bilinçli, kültürlü, her şeyin farkında ve ahlaklı olmak. ahlağı, sikimin fotoğrafını çekip telefonumdaki her hangibir kıza göndermeyişim, şekline tanımlayan bir toplumun üyesi olmaktan gurur duymuyorum.

artık doluya koysam olmuyor. içtiğim alkol de yetmiyor. şiir yazamıyorum, düz yazılarım yetersiz, ben yetersiz, hayat yetersiz. duygularımı geri istiyorum diyorum bana gülüyorlar. anlaşılamamak yoruyor, zaman acımıyor, yaşlanıyorum ve ağlayamıyorum. yarın yine işe gideceğim, toplumun gereksiz ihtiyaçlarını gidereceğim, insanlar bir birine gülerken içlerinden sövecek, kibarlık içeren cümleler sadece gerekli oldukları için kurulacak, hükümet aç olan toplumu zengin gibi gösterecek, mermiler çocukların üzerine yağacak, ölüm hak etmeyeni bulacak, kadınlar tecavüze uğrayacak, haberlerde sadece gösterilmek isteneni göreceğiz, bir kitabın bir sayfasını bile okumayan milyonlar nefes almaya devam edecek, rüşvetler alınacak, medya susacak ve biz, sen, en acısı da ben susacağım ve sunulanı yaşamaya devam edeceğim.

yarın yine gelecek ve ben yine bir birinden tutarsız paragrafları karalamaya devam edeceğim. bütünlükten uzak, amaçsız, virane ve gösteriş çabasına girmiş ama hiç bir bok olamamış cümlelerimde bir iki bilinçsizin dikkatini çekmeye çalışacağım. ama kimse dikkatini bana vermeyecek. çünkü ben değersiz, gereksiz, yetersizim. sikeyim.

"bakarız", "bir ara yaparız", "abi o kolay ya hallederiz", "olm kesin yapıcam yaee" günümüz özdeyişlerinin kurbanlarının ortasında hayatıma yön vermeye devam edeceğim. "yarın yaparım" öteki bir yarını beklemeye mahkum olacak. uykunun esiri, hareketsiz bedenlerin en yakın dostu kalacağım. gelecekten, geçmişime baktığımda bir bok göremeyeceğim. bıraktığım izler, karda yürüyen bir adamın izlerinden farklı olmayacak. öldüğümde, yokluğum en fazla bir gün hissedilecek, ikinci gün bir anı olacağım, üçüncü gün ise çekyatın altında unutulmuş değersiz bir eşyadan farkım kalmayacak.

sarılacak yer alıyorum. bulamıyorum amına koyim...

prag

2 günde gezebileceğiz fantastik şehir.

öncelikle her yere yürüyerek gidebilirsiniz. tren garında indikten sonra old town'a inmek 15-20 dakikanızı alır. tramvay ve metro ağı elbette süper ancak tavsiyem bu şehirin binalarını, sokaklarını ve önemlisi kadınlarını yürürken görmenizdir.

biz iki arkadaş wencels square 36 numarada bulunan hotel apartments'de geceliği 50 euro'ya kaldık. hotelin resepsiyonu ile odaların bulunduğu binalar bir birinden farklı. dolayısıyla bu otelde 2 kişi kalacağız deseniz bile odada mini bir konser verecek kadar kişiyi toplayabilirsiniz. odaları temiz, lcd tv, mutfak, kombi ve wifi mevcut. ancak aileyle kalınmasını tavsiye etmem. apartman biraz tenha gibi duruyor. örneğin gece 3'de odaların zillerini sırayla çalan bir arkadaşa denk geldik. kafa güzel olduğundan arkadaşlarının kaldığı odayı tutturamamış.

para bozdurma konusuna bir çok arkadaş değinmiş ben de değineyim. evet bir çok döviz bürosu alt limit diye bir şey uyguluyor. çoğu yerde 100 euro altı döviz bozdurmak isterseniz 1 euro 15-16 korono civarında. ancak adam gibi yer bulursanız bu rakamlar 25 korono civarına çıkıyor. biz panksa caddesindeki suriyelilerin sahibi olduğu bir döviz bürosundan 0 komisyon ile paramızı sorunsuz olarak bozdurabilidik.

gezilecek yerleri herkes yazmış zaten çok da ötesi yok. ancak astronomik saatin performansından çok şey beklemeyin. charles köprüsü o kadar da romantik değil (yanımdaki erkek arkadaşım vardı !1!). prag castle ise tarihi açıdan ciddi bir zenginlik içeriyor.

paralı seks hayatı içinse ilk tercihiniz ve smeckách caddesi olabilir. biz gitmedik tabi bir arkadaş söyledi. yine aynı arkadaşın dediğine göre başka mekanlar da mevcut.

hediyelik eşya için havelská caddesinde güzel standlar var. biraz pahalı ama pazarlık yapmayı unutmayınız.

prag çok da mükemmel bir şehir değil. evet kesinlikle güzel ama dediğim gibi bir şeyleri eksik sanki. yine de prag'dan geriye dönecek olmanın en zor yanı, o güzel kızları. buradan hepsine, fırsat bulmuşken, sevgilerimi yolluyorum.

edit: ben de erkeğim.

yurt disinda pasaport caldirmak ya da kaybetmek

sudan'da özel izinlerle çöl geçerken yerel milisler tarafından durdurulup, üzerine kalaşnikof doğrultulduktan sonra rüşvetini verip topukladıktan ve cezayir'de uçağına 2,5 saat kala fotoğraf çekerken ajan muamelesi görüp, cezayir karakollarına düşüp, telefonun ve pasaportuna el konup ve telefonunda "fuck the police" yazısının önünde orta parmağı kaldırdığın bir fotoğrafın olmasının verdiği göt korkusu hissini yaşayıp, arapça ve fransızca harici dil bilmedikleri için vücut diliyle anlaşıp, memleketine vardıktan sonra pek de koymuyor adama.

ben bunu erlangen'de deneyimledim. sanırım -tam emin değilim- bisiklet sürerken ceplerimin birinden düştü pasaportum. perşembe akşamı farkettim durumu. ertesi sabah hemen erlangen'deki schornbaumstraße'deki polis karakoluna gittim. oradaki polis arkadaş saolsun, 15 dakikada kayıp tutanığımı alıp ayrıldım karakoldan ve nurnberg türk konsolosluğu'nun yolunu tuttum.

bazen insan türk olmaktan nefret eder ya orada ettim işte. sistem bozuk diye saatlerce geçiçi pasaport başvurumu almadılar. sistem gelmezse ne olacak, bugün cuma ve pazar günü uçağım var dediğimde ise pasaportunuzu kaybetmeseydiniz, pazartesi gelirsiniz artık şeklinde terbiyesizlikler ettiler. kimsenin yardımcı olmak adına zerre parmağını kımıldattığı yok. neyse ki sistem dedikleri zımbırtı geldi de saat 16'da, kapanışın yarım saat öncesi geçici pasaportumu temin ettim.

ardından erlangen'deki otelimin lobisinde bira yudumlarken, otelin kapısından içeri bir polisin süzüldüğünü gördüm ve aklımdaki gerçekleşti. o kadar uğra sonrası, türk vatandaşın birisi pasaportumu bulmuş ve polise teslim etmiş. şimdi ise iki pasaportum var.

bu tip durumlarda da kayıp bildiriminde bulunulmuş pasaport, türkiye'deki emniyet müdürlüklerinden birine gidene geçerli değil. yani ben pasaportumu buldum, kullanayım yok. geçiçi olarak -temporary passport deniyor- temin edilen pasaportu kullanmak zorundasınız.

bunula ilgili şöyle bir video da var. http://pasaport.iem.gov.tr/?page_id=1691

pasaport kaybetmenin en gıcık yani ise insanların ağızlarının açılması. "yurtdışındasın gözün gibi bakman lazım bık bık", "pasaport yurtdışında göttür bık bık", "mal mısın pasaport kaybedilir mi bık bık". bu tip insan afedersiniz ama malın önde gidenidir. 15 yaşında çocuk değiliz ki bunları söylüyorsun. bu tipler, karşındaki insanın zayıflğından keyif alan tipler malesef. hepsinin götünü sikeyim.

benim durumumda, almanya gibi gelişmiş bir ülkede olmam, en yakın konsolosluğun yarım saat tren yolculuğu mesafesinde olması çok büyük şansımdı. üçüncü sınıf ülkelerde nasıl olur bilemiyorum. ancak tavsiyem şudur ki, pasaportunuza nasıl sahip çıkmaya çalışıyorsanız, gittiğiniz ülkedeki konsoloslukların ve büyük elçiliklerin telefon numalarına öyle sahip çıkın. hatta ankara'da bulunan konsolosluk çağrı merkezinin telefon numarasını - 0090 312 292 29 29- ezberleyin. 24 saat karşınızda birini bulabiliyorsunuz ve en yakın konsolosluk, elçilik hakkında bilgi alabiliyorsunuz.

haydi iyi seyirler.

bukalemundan mektuplar

zamanın bilimsel bir kavram olması insanların ölçmeye olan arzusundan süregelir. aslında zaman; bir etin, kemiğin, bir kaç organın, bir ağzın ve bir çok düşüncenin hayat bulduğu süreyi ölçmek için uydurulmuş bir kavramdır.

amıma koyayım bazen böyle konuşuyorum.

tuhaflık. tuhaflık, insanın ne kadar hızlı yer değiştirdiğiyle doğru orantılı olan bir ölçü sistemi sanki. yazması şu dakikalar itibariyle acı verse de, dün ben prag caddelerinde binaların geçmişlerini merak ederek başı boş dolaşıyordum.

dün ben charles köprüsü'nün üzerinde öpüşen çiftleri kıskanarak kafka müzesine adımıı atıyordum. dün ben prag kalesinden vltava nehrinin üzerindeki köprüleri sayar iken turn the page dinliyordum. astromik saatin kaç yelkovanı, akrebi vardır ki diye hesaplar yapıyordum. kiliselerde pazar ayinlerine katılıyordum. bir şeye dua ediyordum ben. birine, olmayana, olacağa, hissettiğime ama yokluğa. o kızların gözlerinin renklerinde kayboluyordum, kayboldum, yok oldum ve şimdi başka yerdeyim.

neredeyim ben, neyim ben ?!

erlangen'de bir otel odasında karanlıkta bira içen, geçmişinin gölgesinden kaçan, geleceğinden bihaber olan, yaşadığı anı uzatmaktan aciz olan, uykuya dair 1- uyamayı istememek, 2-uyanmayı istememek şeklinde problemleri olan, zayıf, karaktersiz, acınası, yaşlılığında kimsenin dönüp bakmayacağı, birine muhtaç olmadan ölmeyi dileyen, kafka'yı isteyen, karamazov'un abisi, balzac'ın şato işçisi, şehirlerin sokaklarında yürümekten acı duyan ayakların sahibiyim.

dün o kadınlara aşık oldum ben. şimdiyse; wherever i may roam...

artık hayatımda emin olduğum tek bir şey varsa o da şudur; bir insan her yaşta ve her aşkta başka bir aşkı arar. bir aşk bir insana yetmez. insan sarılmak ister, dokunulmak. bir insan bir insana yetmez azizim. lakin, işte burada, tam da burada, bir sevmek bin defa ölmek iken bu kadar aşk arayışı nedendir?

aşk; ölüme çabucak gitme arzusudur. aşk yok olan bir bedenin var olma çabası, arayışıdır. aşk, beyrut'a gitmektir. aşk, nil'den su içen çıplak ayaklı sudan'lı çocukların iyi niyetidir. aşk, benimdir, sensindir. aşk hepimiziz.

iki yeni tanışan insanın, her ikisinin aklına da konuşacak bir şey gelmez, bir sessizlik anı olur ya; işte o sessizlik anının verdiği rahatsızlığım ben. birazdan sesler üzerime basacak. yok olacağım.

akıllarda bir anı bile olamayacak kadar piçim ben...

hiçim...

bukalemundan mektuplar

selamlar olsun sana yakalayamadığım kelebek,

zaten öylesin ki, birazdan öleceksin. yakalayamadığım, başarısızlığım önemsiz... tıpkı hayatım gibi... edemediklerin, olmayanlar, varmayanlar, dokunmayanlar, tutmayanlar ve bırakanlar önemsiz. ah'larım, yakınışlarım, gözyaşlarım ve fotoğraflar önemsiz. nasıl olsa öleceğim. nasıl olsa o fotoğraf da ölecek. dolayısıyla her şey önemsiz...

bazen bir fotoğrafa öyle saplanır ki insan, öylesine kaptırır ki kendini; o fotoğraftakinin çenesini, elmacık kemiklerini, gözlerinin rengini, dişlerinin beyazlığını, saçlarının dağılmışlığını, burnunun duruşunu, kaşlarının estetiğini, alnının sonsuzluğunu, kulaklarının melodisini öyle bir içine çeker ki, o fotoğrafı yaşar. fotoğraf gerçek olur, siz olursunuz, yaşadığınız an olur ve yok olur!

zira nefret edilmesi gereken adamlardır fotoğrafı çekenler. sizin hayallerinizi süsleyen o anda, onlar oradadır! ah ne acı verir bu, ne kalp spazmlarına yol açar ve ne bitmez!

bir fotoğrafçıdan nefret etmek hiç bir duygu bütünlüğü sağlamaz bedende. o, orada var olmuştur.

unutmayın ki, fotoğraf her daim geçmiştedir! geri gelmeyecektir. o surat, o beyaz ten bir daha asla ve asla o fotoğrafta baktığı gibi bakmayacak, omuzlarıyla asla o andaki gibi sonsuz bir cazibe yaratmayacaktır.

bense fotoğrafa bakmaya devam edeceğim bir kelebek gibi... o an geldiğindeyse, gideceğim.

fotoğraf başkalarının çerçevelerinde bir imza ile sonsuza kadar mühürlenmiş olabilir. öyledir ya zaten. sınırları çizilmiş, bir eve hapsedilmiş, duyguları köreltilmiş ve tekdüzene terkedilmiş fotoğraflar asla gün ışığı göremezler bir daha.

içime atıyorum. olsun.

olsun.

bir diyeceğim var,

yalnız bir adama, "bu evrende yalnız değiliz" demek, ağır bir bilimsel küfürdür.

bukalemundan mektuplar

selam vermek istemediğim kadınlara toplu selam olsun,

bir sorum var bilemediğim?

yanlış kadınlara mı aşık oluruz, yoksa yanlış oldukları için o kadınlara mı aşık oluruz?

her ne boksa.

boku yiyen çeker çileyi. bir heyecanla, pır pır adı verilen bir heyecanla yaşar günleri. o kadın hiç bilmez o aşkı.

amna koyim.

bukalemundan mektuplar

aşık olmak..

sadece görüşürüz derken yanağını yanağıma değirebileceğim kadınlara aşık oldum ben. dokunamayacağım, sevmeme izin verilmeyecek kadınlardı onlar, ağızları yeni süt emmiş bebek gibi kokardı. saçlarına dokunmak zordu, bellerine sarılmak imkansız, dudaklarına dudaklarımı değirmem yok oluşumdu. varamayacak olmamdan, gülüşleri tanrının bile gücünün yetmeyeceği bir dengede cennet ile cehennemi aynı anda barındırırdı. gülüşlerine, bakışlarına, saçlarına, ağzının kokusuna, yanaklarına, ellerine o kadar aşık olurdum ki, ve aşık olduklarıma o kadar dokunamazdım ki, bedenini çıplak hayal etmek o kadınların, hem onursuzluk dolu hem de zamanın yetmediği bir hayaldi.

bukalemundan mektuplar

yalnızlık..

yalnızlığın en zor yanı, dünyanın en mükemmel cümlesiyle bile tasvir edilse anlaşılamamasıdır. zira, yalnızları ancak yalnızlar umursar. ancak her yalnız en büyük yalnızlığın kendisine ait olduğunu düşündüğünden diğer yalnızı anlamaz. her yalnızlık anlaşılamamışlık olur gider böylece. dolayısıyla yalnızlık kişinin isyanı bazında boşa gitmiş bir feryattır. kişi, sadece kendinin yalnızıdır.

bukalemundan mektuplar

önce çaldım,

http://video.uludagsozluk...ssi-veren-şarkılar-33098/

sonra dedim ki alkol mü? açmadım hiç bir şey. odamın soluk ışığında tavana bakmaya devam ettim. neredeydim, neredeyim, ne olacağım? klasik günümüz insanı tedirginlikleri işte. sıradan düşüncelere kapılıyordum. sonra buna üzelmeye karar verdim. o kadar sıradanlaşmıştık ki, artık hayallerimizde bile sıradandık. boğaz köprüsünü köpek ısırmış bir balinanın yutmasını isterdim delikanlı çağlarımda. köprüyü yedikten sonra, köprü üzerindeki arabaların sürekli midesinde korna çalmasından dolayı da baş ağrısından karaya çıkıp ilaç fabrikalarını bir bir mideye indirmesini, kuyruğuna konan ödül için binlerce balıkçının atlara binmesini tahayyül ederdim. lakin ben de büyüdüm ve aklım sustu.

otomatik olarak geriye doğru kapanan bir kapıdan çıkmakta iken, kapı arkamdakine çarpar korkusuyla kapıyı usulca bırakmanın iyi bir adam olmak için yeterli kriter olduğuna bir maymunun muza tapması gibi taptım ne de yanıldım ben.

http://www.youtube.com/watch?v=YxxqVEIA8Qc

arkama baktım.

oysa bakmaman gerekirdi. o kapı kimin suratına çarparsan çarpsın. sanane mahluk. şarkımı dinledim iyice ve ortalarında bir düz yazı yazayım dedim. hikayenin ana kahramanı cemal ve eşi olacaktı. her düz yazım gibi bir paragrafa biraz yaklaştı uzunluğu. hatta deftere ne karaladıysam buraya da yazıyorum aynısını,

"yağmurun yoldan süzülüp geldiğini belli belirsiz görebileceğiniz kadar yokuş bir sokakta otururdu cemal ve eşi."

sonra bıraktım yazmayı ve çaldım yine,

http://www.youtube.com/watch?v=T-WiA8txq2U

şarkının yine ortalarına doğru öyle bir tükenmişim ki, aklım o kadar yitik ki, birden oturduğum 20 katlı bina yerden dikey kalkış yaptı. önce deprem oluyor sandım, sallantı gittikçe arttı ve bir anlığına da olsa uzay-mekanda evimin eğimi cemal'ın oturduğu yokuşun eğimine eşit oldu. hayata farklı bir bakış açısıyla; tanjant teta ile yaklaşıyordum ki evimin eğimi > cemal'in sokağı'nın eğimi oldu ve bütün eşyalarım cama doğru sürüklenmeye başladı. maddenin üç halinden biri olan katı sandığım oturma odamın camı aslında başka bir şeymiş. bir karadelik gibi önce 42 inç tv'mi, sonra çekyatlarımı yuttu. camsı karadeliği durduramıyorduk ve ev eğilmeye devam ediyordu. evin amacı dikey kalkış yaptığı yere paralel olarak uzanmak iken camın amacı ise kapağı açılmış çamaşır makinesinin içinde duran bir günlük donlarımı bile yutmaktı. cam iyice büyüyüp evi, evi bırak youtube'u bile yutabilirdi. ben de cam youtube'u da yutmasın diye hemen modemin fişini çıkarttım iyi de etmiştim.

hemen 2 gb'lık mp3 çalarımdan çalmaya başladım,

http://www.youtube.com/watch?v=IyzXWE3bDg4
çalarken korkmuyordum, oturma odamın camı mp3 çalarımı yutarsa yutsun. nasıl olsa sadece 2 gb. şarkı çalarken ev her şeyini ortaya koyarak yere paralel konuma geldi ve midesinde boğaz köprüsü olan balinayı yakalamak için birden kazan dairesindeki tüm brülörleri ateşledi. benim anlatımlarımda abartı hikayelere yer yoktur, dolayısıyla ışık hızında falan gitmiyorduk; yere göre 90 km/saat civarı olmalıyız.

bu arada mp3 çalar da gitti ki aklım[ı]dan oynatmaya başladım,

http://www.youtube.com/watch?v=CTL8mvYGrPo

ev balinaya doğru gidiyordu. kütle ve hızımıza bakacak olursak bu momentumla balinanın amına bile korduk. fakat köprü ne olacaktı? ev bunu düşünmedi bile tüm gücüyle balinaın midesine doğru bir darbe yaptı. bense tam bu esnada oturma odamın camı yutmasın diye evdeki son çay bardağına sarılmışım. sırtımı da yatak odasının kapısına yasladım cebimden çıkarttığım 20'likle rakı içiyorum.

büyük darbe gerçekleşiyor. balina yok oluyor. midesindeki arabalar da öyle. aşk yok oluyor kelebeklerdeki. kadın ve gözleri mahvediyor hepsini.

http://www.youtube.com/watch?v=9sTJo6_7frM

uçurtmalar uçuyor sözlüğümden. elimde çay bardağı. hayallerimdeki sen ve ben. birer yitik savaşçı. doğruluyorum kanepeden, odamdaki soluk ışığı da karanlığa gömüyorum. kafamı yastığa koyup, insanların içinde oturduğu kocaman camdan bir balina düşlüyorum...

yorulmak

keşke sadece ve sadece vücudun fiziksel bitkinliğini tanımlamak için kullanılabilseydi.

lakin değil...

yorulmak bütün bir tükenişin son safhası sanki...

ne zaman "o kadar yorgunum ki, ......" cümlemi güçlü ve sert bir betimlemeyle, tüm hissiyatımı yansıtacak bir şekilde tamamlayabilirsem, işte o zaman bir parça olsun huzur bulacağım kendimi anlatabildiğim için.

ama şimdilerde,

huzursuzum ve imkansız...

temizlik ürünlerinin olduğu poşete sucuk koymak

biraz daha hakkım olaydı, başına okkalı bir "market kasasında" eklerdim bu cümlenin ya, olmadı.

yahu zaten alışveriş merkezinin otoparkında giriş kapısına minimum mesafede park yeri bulayım derken, yürüyeceğim yola dikmeler inmişim, hipotenüsünü hesaplamışım. sırf yanımdaki kadının topuklu ayakkabılarla yürüdüğünde ayakları su topluyor diye bu rezalet. yahu kadın, madem ayakların su topluyor, eve geldiğinde ananemden farkın kalmadan çorabını çıkarttıktan sonra gözümün önünde topuklarını ovuşturuyon. giyme işte şunu. babet falan giy. terlik giy. niye bu otopark telaşesi. hayır ben girişe yakın yer bulamadım diye senden trip yemek zorunda mıyım? ne bu sultan hürrem ayakları? sevgilim misin sen benim nesin yahu. bıktırma beni.

hadi abi neyse parkettik arabayı. yürüyoruz girişe doğru bi elli metre falan gittik. lan dedim olm kapıyı kitlemedik galiba dedim kendi kendime. uzaktan kumandaya bastım. görmedi araba uzaktan. çok da uzaktan bi kumanda olmadığından koştum bi geri. kitledim geldim koşa koşa. yine trip yedim. bi arabayı bile kitleyemiyorsun diye. kadın sabrımı taşırıyordu haberi yoktu. açık kaldığında kendi kendine kapanan ütü almadan önce, çok asansöre bindim, indim, sonra 14. kata yine gittim, baktım yine indim ben. bu kadın bilmiyordu bunları hiç. çünkü bu sevgilim olduğunda kendi kendine kapanan ütüyü çoktan almıştım ben.

işte güvenliğe geldik avm'nin. ben cebimden telefonu arabanın anahtarını çıkarttım, x-ray'in hemen dibindeki minik bir masanın üzerinde duran kutucuğa koydum öyle geçtim x-ray'den. hemen iki laf attı bu sevgili bana, yok telefonla geçsem ötmezmiş, niye telefonla geçmişim de. telefon çiziliyormuş da. bi iphone kaç paraymış. sanane be karı, benim param değil mi diye bağırmak istedim, güvenlik vardı sineme çektim, sustum. o değil, bu karıda da iphone vardı. ben tüm ofis, iş, sosyal hayatımı bu zamazingo üzerinden yürütürken, bu karı konuşmak + sms + temple run için bi telefona 1900 lira veriyordu. burada bir yanlış vardı ama memeleri çok güzel diye göremedim ilişkinin ilk etaplarında.

şimdi bu avm'ler para tuzağı. arkadaşım carrefour'a alışverişe girmenin iki yolu var, ya mango'nun önünden geçeceksin ya da little big'in. öyle hemen alışverişe başlayamıyorsun. işin ilginci, little big ne ya. ne saçma tutkuların var senin. tamam sevişirken illa odada tütsü yakacaksın, kabulüm. oral sekse karşısı, olur öyle. ama little big nedir? git insan ol harvey nichols'dan giyin. illa gidip ltb'den giyinirdi. gerizekalı amına koyim. mango'ya olmadı ltb'ye bir kaç kuruş bayıldıktan sonra eve deterjan almaya gidebiliyorduk.

şimdi ben temziliği seven bir adamım. sürekli bekar yaşadığımdan eve her an biri gelebilir modu sürekli on bende. alışveriş arabasına zoraki 1 tl'yi sıkıştırıp direkt olarak temizlik reyonundan domestos almaya giderim. kapak kapak domestos harcarım evde. lavaboya, tuvalete, banyoya, yerlere, bulaşıklara. bir yer kirli mi evde. bas domestosu gitsin. domestos benim yaşam tarzım. engelleyemediğim bir dürtüm. gittim ben domestos almaya, hatun takılmış carrefour'un günün ürünü reyonunda. nescafe'yi 20 kuruş ucuza alıcam diye, günün reyonundaki fiyatla standart reyondaki fiyatları karşılaştırıyor. allah seni bildiğin gibi yapsın diye içimden söylendim. sırf memesi güzel diye bu kadar işkenceye ne kadar katlanabilirim diye kendi kendime tartışmaya başladım domestos yeşil mi olsun mavi mi olsun diye karar vermeye çabalarken.

gitti aldı geldi 20 lik bir nescafe kutusu bu, yanında da beleş bardak veriyormuş, şu kadar da ucuza geldi falan diye hesaplayan kadın modunda bir şeyler anlatıyor. sanırsın ki daha dün flormar'dan 3 ojeye 80 tl vermemiş. bu 80 tl dikkatimi çektiydi, oje dediğin şey 3-5 tl. ne iş 80 tl deyince paris'den geliyor, özel seri falan anlattı bana. kafam karıştı çok umursamadıydım, göze de batmadı. ama nescafe'de 20 kuruşluk indirim yakalaması çok koydu bana. ne biçim bu karı dedim de memeleri nefisdi.

bizim yaren indirim peşinde koşarken, ben de polonez sucuklarının standındaki hatunla sucuk yiyip muhabbet ediyorum. sucukları simgeleştirip, sucuk üzerinden hatuna övgüler diziyorum. lakin sucuk üzerinden geçirdiğimden olsa gerek bir türlü gerekli yakınlaşmayı sağlayamadım. nasıl edeyim diye kara kara düşünürken kalktı geldi hatun bizim. ne yapıyorsun sen burda diye azarladı beni.

- ne yapıyorsun sen burada. inanmıyorum sana.
-imkansız bir şey yapmıyorum. sucuk yiyorum.

bu arada polonezli hatun da sucuk satma çabasında. 29 tl diyor kangal sucuk. bizim hatun dellendi tabi. istemiyorum sucuğunu diye çıkıştı kızcağıza. ama benim canım nasıl sucuk çekmiş. durur muyum. kaptığım gibi kangalı attım alışveriş arabasına.

market kasasındaki kız, okunamayan barkodları önündeki telefon ile çok gizemli birini arayıp okutturabiliyordu. aldıklarımızı tek tek poşetlere koyuyoruz. bu arada kasiyer kız barkod okutmayı bitirmiş, bizim poşetleri doldurmamızı bekliyor. arkamızda da sıra gittikçe artmakta. elimdeki poşet açılmıyor. parmaklarımı yalamak zorunda kalıyorum açılsın diye. anlayacağınız stres zirvede. sıkıntıdayım. hemen acele acele atıyorum domestos'u, omo'yu, finish'i bi torbaya. baktım torbada yer var, poşete atılacak son şey de polonez sucuk kalmış. arkada bekleyen, galeyana gelmiş bir kalabalık var. atıverdim hemen sucuğu da açtığım son poşete. ne açıcam yeni poşet.

lan bizim karı bir dellendi. sen ne biçim mühendissin temizlik poşetine sucuk mu konurmuş diye bağırmaya başladı kasada. kızım, ne alakası var mühendis olmamla diyorum, düşünsene biraz gerizekalı diyor bana. manyak mısın sen diyorum, çıkart o sucuğu başka poşete koy diyor bana. kasiyer kız gülüyor, kalabalık gülüyor adamlığıma. yeni poşet açsam mı diyorum. açamam diye korkuyorum. terlemişim zaten, parmaklarımdan kayacak poşet kesin. bu arada hatun söyleniyor sürekli, nasıl insan mışım da, domestosun olduğu poşete sucuk koymuşum.

çok kızıyorum abi. sırf memeleri güzel diye bir kıza bu kadar katlanamam.

çıkartıyorum sucuğu poşetten, elime aldığım gibi hatunun kafasına vurmaya başlıyorum sucukla. dışarıdan gülünç bir halimiz olsa gerek, sıradaki kalabalık daha bir kahkahayla gülmeye başlıyor. onlar güldükçe ben bu sefer sırtına sırtına vuruyorum hatunun sucukla. elde sucuk, önümde hatun mükemmel bir postmodern tablo oluşturuyoruz. sucuk standındaki hatun geliyor marka değerini korumak için. yapmayın beyfendi diyor. ne beyfendisi kızım. ben elimde sucuk harika bir mağara adamıyım ne beyfendisi. kendime geldiğimde sucuğu atıveriyorum yere. hatun ağlıyor. kasiyer kız lütfen pin girin diyor.

pini giriyorum. oradan uzaklaşmaya başlıyorum ama nasıl canım sucuk çekiyor. dönüyorum geriye yerdeki sucuğu bilgisayar çantamın içine atıp ayrılıyorum avm'den.

bir sucuk uğruna düştüğümüz hallere bak sen ey yarab! nedir bu çilem benim memeler uğruna : (

yalnızlık

vantilatöre isim koyup, havalar iyice ısındığında ziya'ya sitem etmektir.