bugün

size bir dosttan bahsedeceğim.
''en iyi arkadaşım'' olmadı.
pek görüşmedik de aslında.
yazılar vasıtasıyla, sözlerdeki ruhların selamlaşmasıyla ''iyi dost olmuştuk.''
yorgun kalbine hemen yenilmedi; ama çok da direnmedi.
ömer lütfi mete ile herhalde apayrı yolların yolcularıydık.
kırımların, kıyamların, cinayetlerin, nefretlerin ülkesinde apayrı safların.
ama zaman geçti, kimbilir belki kafamız vicdan sesini daha çok dinlemeye, vicdan konuştukça aklımız daha iyi kavramaya, daha iyi kavradıkça ötekini
anlamaya, en azından dinlemeye meylettik.
zaman geçti işte...
belki o yüzden, bir gün bir röportajda sorduklarında, beni ''yazılarına en değer verdiklerimin başında'' diye onurlandırdı...
belki o yüzden, bir gün birlikte yazdığımız bir gazeteden ayrılmak zorunda bırakıldığında, canımın içi demokrat, liberal, cumhuriyetçi, milliyetçi, çok özgür nice kalem böyle zamanlarda hep olduğu gibi havaya ıslık çalarken, o gazetede bir yazıyla onunla vedalaştım. yazı çıkınca hemen aradı:
''işte bunu bekliyordum, hiç yanılmadım'' dedi.

belki de hayat böyle kavranıp yaşanabilir.
ve elbet böyle de ölünebilir:
pek yanıltmadan, o gün o anda, aslında herkesin beklemediğini; ama bir kişi dahi olsa bekleneni ve bir kişi dahi olsan söylenmesi gerekeni söyleyebilmek.
benzer bir durumda, ''çok farklı, karşıt ideolojiler''den gelip yine olanca farklılıklar ama ortak vicdanla buluştuğumuz ömer lütfi de aynısını yapacaktı. böyle durumlarda dilsiz kalmış nice eski ''cesur'' dost sağolsundu; ama emindim ki, öyle bir mertliğin adamıydı.

sanırım bizi en azından vicdanda buluşturan temelde de öyle bir şey vardı.
boyun eğmeme gayreti.
iktidar, başbakan, komutan, patron, iş dünyası, yerüstü ve yeraltı zenginlikleri karşısında boyun eğmeme inadı. ama hepsine birden; öyle seçerek, tek tek basaraktan, kimine efe, kimine kul olaraktan değil. otoriteye, tahakküme direnme damarı.
onunki karadenizle de sertleşmiş; bizimkinde belki kana karışmış.

tam beş yıl önce mesela, kızıltepe'de 12 yaşında bir çocuk, ''terörist'' de denerek, devlet kurşunlarıyla 13 yerinden delik deşik öldürüldüğünde...
ilk yazımdan sonra...
uğur için en hassas yazılardan birini ''milliyetçi'' ömer lütfi yazmıştı:
''düşünüyorum; eğer ben, pkk ile işbirliği yapmayı aklından hiç geçirmemiş, tehdit görmedikçe de ona asla yardım etmemiş, suçtan uzak durmaya çalışmış kürt kökenli bir türk vatandaşı olsaydım, bu 13 kurşun yemiş çocuk karşısında ne yapardım?..'' (29 kasım 2004, sabah)

herkesin duruşuna, durumuna göre belki başka başka türlü ifade edebileceği; tabii birçok kişinin asla ifade etmeyeceği bir hissiyatı dile getirişinde, ''vicdanın sırrı'' da yatıyordu. bu sırra biraz erişildiğinde hayatın daha farklı kavranabileceğine, yaşanabileceğine dair küçük bir ders:
1. ben olsaydım...
2. ne yapardım?
işte bu kadar. o ''ülkücü, milliyetçi, muhafazakâr'' adam; vicdanı ile aklı ve dili irtibatlı ömer lütfi mete olduğu için ''ben olsaydım... ne yapardım? sorusuyla yüzleşmeye çalışmıştı.

boyun eğerek, eğdirerek; başkasını bükerek, bükülene vurarak, vurulmuşa sırt dönerek, 13 kurşunla titremeyerek, hiç merak etmeyerek, ötekine hiç kulak asmayarak, pek okumayarak, hiç anlamayarak, hiç ses etmeyerek, vicdanını pek dinlemeyerek, ezberlerle de yaşamak vardı...
şiiri gülce'deki gibi, ''bir gamzelik rüzgâr' da her saniye can vererek''
bir gamzelik rüzgâr yetecek
ha itti beni, ha itecek
güzelliğin zulme çaldığı sınır
uçurumun kenarındayım Hızır

nutkum tutuluyor, ürperiyorum
saniyeler gözümde birer can
her saniyede can veriyorum.
güle güle dostum!

not: okudunmu lan cidden ?