bugün

Babamın çocuklarına aşılamakta kesin karar kıldığı dört temel ilkesi vardır:

1- “Sabah kalktığınızda ayağınıza çoraplarınızı giyin.”
2- “Ayağınıza bi’ terlik geçirin.”
3- “Altınıza minder alın.”
4- “Şu belinizi örtün.”

1 ve 2. ilkelerin birbirleriyle olan önemli düzeydeki bağlantılarını, bi’ sabah yüzümü yıkamak için banyoya adımımı attığımda; lavabonun önünde birikmiş olan o tükenmeye yüz tutmuş, o değerlidir diye bize aksedilen bir avuç suyun çorabımı ıslattığında anladım. Siz de benim gibi bu histen ifrit olup, yaz günlerindeki halı yıkamaların zeminini ıslattığı sokaklarda üç adım atlamada dünya rekoru kırabilecek kadar geliştirdiyseniz kendinizi; kışın yağmurlu günlerinde, pipiyi tuttuk hissine kapılıyorsunuzdur eminim. izmir'in Karabağlar'ı öyle zorlu bir parkura dönüşüyor ki yağmurlu günlerde; iki yüz metre yolu, beş yüz metre kat ederek geçersiniz. O derece.

Günlerden bir gün yine evde durmanın ve havanın kapalılığının, ‘hissetmelisin’ diye baskı yaptığı afakanlar basmasının gafletiyle, attım kendimi dışarı ‘yağmur başlamadan gideyim bari’ diye diye. Baskılar insanı yıldırmamalı! Otur güzel güzel, güzelim evinde. Demle çayını, karşılıklı yudumla annenle. “Ama nasıl yağmak?! Sanki gök delinmiş, su kaçırıyor.” Bulutlardan süzülen yağmur damlacıklarının ne zevali olabilir, sokaklar olmuş Niagara! Tam almam gereken yolun ikiye katlandığını düşünürken, görmemde çok kısa bir sürelik kırk beş derecelik bir eğiklik belirdi. Bacaklarımın birinin diğerinden daha kısa kaldığını fark etmemle-içimde bir Edip Akbayram uyandı-ani bir sıçrama yaptım. Yaptım, yaptım ama ne hacet?! O hissi ikinci defa tatmaya başlamıştım bile. Kapadım şemsiyeyi, çıkardım paltoyu, indirdim pantolonu… Yok yok bu o değil bu başka hikaye bu. Kapadım şemsiyeyi, arşın arşın olan adımlarımı karışa indirdim. Yağmurun sesine baktım, aşka davet edildim.

“Mazgalsız bir toplumun, ecdat damarlarına sövme hakkı vardır.”