bugün

entry'ler (283)

oneqeno

yıllar önce bugün doğan yazar. doğum gününü kutlayayım derken gördüm ki bize kötü bir sürpriz yapmış ve gitmiş buralardan. kendisinin değil çok sesli sözlüğün kaybıdır.

iyi ki doğdun, iyi ki tanıdım. bu da bana hediyen olsun ahparig.

kayip pena

doğum günlerinde analar kutlanmalı; emek onların. biz sadece zırladık. ama doğduktan sonra kendine kattıklarıyla bugün değerliyse bizim için, biz yine de doğumunu değil, kutlayalım kayıp pena'nın yirmili yaşlarını, alamasak da üç bin parçalık guernica pazılı. ya da alıp deli mi edelim binlerce siyah, beyaz ve gri parçayla diyelim ve bir tanım hediye edelim:

kayıp pena, buraların binlerce yıllık buralısıdır; hepimiz gibi.. hepimiz gibi yaptıklarının değil, yapacaklarının toplamıdır*.

çocuklarınıza para veriysunuz, pilarda oynayiler. haydi, hayırlı bir iş için pamuk eller cebe:

http://www.puzzledepo.com/pinfo.asp?pid=916

kayip pena

minnet köleleştirir. feto babasının hayrına değil, yalandan mütevazi görünüp diyabetin neden olduğu iktidar problemlerinin acısını kıssalarla perdeleyip ağlama krizleriyle deşarj olup çıkarırken, kişisel liderlik hırsları için, abd ile daha çok abd çıkarları için simbiyotik olarak kendisini kullandırırken köyden şehre kayda gelen gariban kuzuları avlar. bu kuzular da büyüksün feto bizi açıkta bırakmadın minnetiyle eli ekmek, götü koltuk tutunca yıkanmış beynine zerkedilen minnettar köle kafasıyla karşılığını verir. aynasız olur, evrime karşı biyoloji profesörü gibi tuhaf yerlere gelir ve cemaat denilen bireyselliğin katili klübe üyeliğe devam eder. tabi zerre düşünme yok. emo duruşlu zır cahil hoca onun yerine düşünmüş nasılsa. mitleştirme, kanatsız şeyhi uçurma amaçlı kulaktan kulağa anlatılan hikayelerle bizim kifayetsiz olur sana uçan evliya. bizim profesörler de utanmaz birikiminden, güce tapar vesaire.

sözlükler de böyle simbiyotik ilişki mekanları. sözlük size sesinizi duyurma imkanı verir, siz de sesinizi verirsiniz. siz olmazsanız sözlükler olmaz ama sözlükler olmadığında hayat devam eder. sesinizin sınırları yasaklardır. sözlüklerin özgürlük sınırlarını ülkelerin ceza kanunları çizer zaten. ayrıca sözlük içi hukuk, kanunlar hariç ne kadar müdahale ederse çap o kadar kısalır. beynin sözlüğe bağlı olduğu iplerdir yasaklar. ne kadar gevşek olursa, akıl o kadar uzaklardan, keşfedilmemiş gri hücrelerden fikir getirir. yoksa bin yıldır bildiğiniz mekanın etrafında döner durursunuz ayağınıza dolaşan yasaklarla ve hicret vaktinin geldiğini anlarsınız daha med''i''ne yerlere.

kayıp pena da sözlüğün ihtiyacı olan sivri yazan yazarlardan. yazdıkları karbon kağıdında çoğaltılmış onlarca papağan arasından farkedilir. bin tane aynı renkli çiçeğin arasında farklı renkteki çiçek misali dikkati çeker, buraların tek renkli mermer değil farklı renklerden oluşan bir mozaik olmasını sağlar, ki uzun vadede herkesin çıkarına olan budur ve evet sivriler ''düzeni'' bozar, ama bize yakışan da düzene düzülmemektir.

kayip pena

nasildaş yazar. ahpariğimin doğum günü 20 nisan'dır. en sevdiği hediye 3000 parçalık guernica puzzle, en sevdiği yemek mantı, en sevdiği tatlı kazandibidir*.

oneqeno

(bkz: #4488615) 2009 model tahammülsüzlüğün ıspatı olan yazar.

bir de 1915 yılını düşünün sırf olanı aktardığı için neler gelirdi başına. 1934 trakya olayları'nda yahudilerin malına, canına, namusuna saldıranların, recep tayyip erdoğan beyefendinin de günler önce haberinin olduğu gazze'deki israil zulmünü bahane edip yahudilere ve konuyla alakası olmayan ermenilere köpekten aşağı diyen zihniyeti afişe etmiş, iyi de etmiş. yüzümüze ayna tutmuş, yasaklı sitelerden link vermemiş.

''ama onlar da şunu yaptı'' dediği halde zalimin zulmünü aynen yapıp aynı boku yiyenin zalim dediğinden farkı, o an için gücünün yetmemesi ve iddiasına göre olayları kendisinin başlatmamasıdır. eskiden utanç kaynağı, küfür olan faşist sıfatı neredeyse onur duyulacak hale gelmiş, yazık.

siz kudüsteki israillinin yaptıklarından samatya'daki yahudiyi, azerbaycan hocalı'daki ermeninin yaptıklarından kadıköy'deki ermeniyi sorumlu tutarsanız osmanlının balkanlarda, ege adalarında, arabistan çöllerinde, kafkaslarda yaptıkları zulümlerden dolayı sıcak evinizde osura osura uyurken bile sorumlu olduğunuzu da kabul etmiş olursunuz.

genç cumhuriyetimiz sırasındaki 1934 trakya, 1937 dersim, 1942 varlık vergisi, 1955 6-7 eylül, 1978 malatya, çorum, maraş, 1993 sivas, 2007 malatya'yı istediğiniz kaynaktan araştırın bakalım. boş boş göz büyütmeyin, kendi vatanınızın tarihi bu. sünnet değil farz. ortada her zaman tek bir gerçek vardır ve onu kendince anlatan taraflar. ama vicdan var ya vicdan, anlatanın ses tonundan, gözünün elifinden anlar yalanı.

ecdadınızın yaptıklarından müslüman ve türk olarak sorumluysanız haklısınız. yahudi ve ermeniyi sokmayın isterseniz vatanınıza. ama sorumlu değilseniz, bana ne yauw diyorsanız, faşistliği de hakedene bırakın.

fethullah gülen

mazlumsever milletimin mazlum sandığı emekli vaiz.

youtube'da hakkında video araması yapın. 2007 model yasaya dayanan youtube yasağının nedeninin kemal was gay olmadığını anlayacaksınız.

''sevdiğinize durmadan seni seviyorum derseniz bir süre sonra o lafın hiç bir değeri olmaz. aynen fetullah gülen abd'nin güdümündedir demek gibi. artık hiç bir müridi, görmemek için dünya ve gönül gözünün, idrak yollarının tıkalı olması gereken bu gerçeği umursamıyor. söylenene değil, söyleyene bakıyor; hocaefendilerini dinlerken yaptıkları gibi. abd güdümünde oluşları hiç rahatsız etmiyor. akıllarınca tersine onlar amaçları için abd'yi kullanıyoruz sanıyorlar. ama halleri manda ve üzerindeki parazitleri temizleyen kuşlar arasındaki simbiyoz* yaşama benziyor.
(bkz: #3573850)'' (bkz: #3573744)

saçından sürükleyerek kaçırıp tecavüz ettiler

hamınısını xzsixtiimin horoskopph çocıuklarızssakyltzz..

küfrettik ne değişti? haftaya tekrar, sonra ve sonra.. sıra size, sevdiklerinize gelene kadar. o kız sizin tanıdığınız olsaydı, emin olun o sapıklardan çok seyredenlere söverdiniz.

kuş uçar, balık yüzer, mavi ışık mavi ışık verir, soy çeker, bok kokar, su 0 derecede donar, 100 derecede kaynar, sapık sapıktır. bunlarda şaşıracak bir şey yok. hepsi normal, hepsi eşyanın tabiatı.

asıl şaşırmamız gereken, insanım diyen insan böyle bir zorbalığa karşı nasıl tepkisiz kalır? asıl sebepleri incelenmesi gereken absürt* durum budur. küfretmek acziyettir, kendimizi kandırmaktır, sorunu görmezten gelmektir, çare değil.

kendinize şunu sorun: ben orda olsam sadece seyreder miydim? veya neden korkardım. polisin böyle davranmaya hakkının olmadığını bildiğim halde neden ses çıkaramazdım? böylesine onursuzca ellerimi kollarımı bağlayan korkumun sebeplerini neden ortadan kaldırmayayım?

hani hep lafı edilir ''senin de anan bacın var'' diye. işte kim bilir kimin bacısını muhtemel mahalle namusu bekçilerinin önünden kaçırdılar ve o polat alemdar jr.'ların gıkı bile çıkmadı. organize işler bunların çaresi. organize bir teşkilat olan polise karşı organize olarak hakkınızı aramanız, en doğal hakkınız. sonra isterse kankanız olmasın.

saçından sürükleyerek kaçırıp tecavüz ettiler

sorunun eylemi yapanlarda değil, eylemsiz kalanlarda, onları eylemsizliğe iten, bunca korkutan nedenlerde olduğu olay.

en fazla bir hafta sonra yakalanacağını bile bile bunu yapmaya cesaret edebilecek insanların yüzlercesi aramızda zaten. orasını burasını keselim değil çare. sorun, olay anında onlarca insanın müdahale etmemesini, polisi aramamasını sağlayan yelek ve şapkanın sembolize ettiği dokunulmazlık zırhı. sorun, daha önceden yapay terörlerle halka ''suçu olmasa bunu yapmazlar'' dedirten yeleklerin isim sahipleri. buralarda, forumlarda, sokakta, berberde sadece bu üniformanın gücünü bilen ve bundan faydalanan bunlar gibi çakal günah keçilerine küfretmek, bilmeden kendimize yaptığımız hedef şaşırtmacasıdır.

quis custodiet ipsos custodes

balık kokarsa tuzlarsın, tuz kokarsa ne yaparsın? kimi kime şikayet edeceksin? aşiret oldu aile, aile oldu birey. tamam bölündük, parçalandık, yönetildik ama, işte o meydanlarda türkü söylemelerine bile burun kıvırdığınız insanlarla soyadı tutmayan bireylerden sivil toplum aşireti oluşturanlar çoğaldıkça, hatta muselmanlar da katıldıkça aralarına, ki bunun dinle alakası yoktur; o yeleğin, şapkanın hükmü kalmayacak.

yüz bin(100.000) kişiden yüz(100) çürük yumurtanın kırdığı otobüs durağı yüzünden tu kaka dersiniz. hatta silersiniz doksan dokuz bin dokuz yüz(99.900) kişinin sizin için de oralarda olduğunu. veya 1 otobüs koltuğuna çakıyla aşkını kazıyan mal aşık şekspir vatan hainidir; ama o otobüsün ihalesinde yüzlerce koltuk parasını cukkalayan belediye başkanı cumaları sizinle aynı safta diye vatan yahut silistre'nin köylüğündendir. seveni si.. amaan devamını biliyorsunuz.

1968 paris kaldırım taşı modeli ateist, agnostik, aczimendi müsveddeleri olmasa, bu yeleğin kopyasına gerek kalmaz, aslı da piyasada olur. ilk 10 dakikasında daraldığım zontastik film yüzüklerin efendisi'nin anafikri: ''sınırsız güce sahip olan, kesinlikle yoldan çıkar''mış. şimdilik devam eden devlet denilen hepimizin çıkarına olan organizasyonda, kim olursa olsun sınırsız güç kimseye verilmez. dengelenir.

bu denge biz vatandaş rıza aleyhine bozulursa, ki bu bozuk halidir; dün olduğu gibi yarın da komşularınızın ve ailenizin boş bakışları eşliğinde josef k gibi evinizden alınırsınız ve ...

islamiyette kadının yeri

allahın indirdiğine iman ettiğiniz ayeti bile çarpıtıyorsunuz. uydurma bektaşi fıkrası gibi ayetin yarısını alsanız yine iyiydi; ama daha beteri, ayetin aldığınız yarısını da kafanıza göre yorumluyorsunuz. bu ahlakınız bile dinin beyinde yarattığı deformasyona örnektir:

''Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç ay hali (hayız veya temizlik müddeti) beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helal olmaz. Kocaları bu süre içinde barışmak isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler. Kadınların, yükümlülükleri kadar meşru hakları vardır. Yalnız erkeklerin kadınlar üzerinde bir derece farkı vardır. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.'' kur'an, bakara/228

bu gereksiz tespitcikten sonra islamiyette kadının yerine gelirsek, bence hiç gelmeyelim pişman olursunuz derim. sırf şahadet ve miras eşitsizliği yeter; ne bahane uydurulursa uydurulsun. eşitliği ve eşitsizliği kas gücüne endeksleyen devirler geçti ve doğal olarak dinler bugünleri hesap edemedi.

kadının, erkeğin eşitsizliğinin kökeniyle ilgili basit bir örnektir: ikametgahı mağaralar olan atalarımızın er kişileri avlanarak eti, yani beslenmede kilit rol oynayan proteini getirir; kadın da çevreden ot ve meyve toplar beslenmede yan ürünü sağlarmış. tabi sözleri, hakları, ağırlıkları da o orandaymış. peki kutuplarda durum ne olur bu mantıkla? tek beslenme kaynağı erkeğin sağladığı fok, balık vs av hayvanları olduğu için ve meyve, ot vs bulunmadığından kadının beslenmeye katkısı sıfır(0) olduğu için, eskimo kadınlarının hükmü, ağırlığı, değeri, lafı, sözü yoktur ve gelen misafire sunulur. 6. yüzyıl arap toplumunun bu mantıkla işleyen yapısı da din adıyla bugüne gelmiştir.

lakin artık et isteyince ''parayla'' kasaptan alıyoruz. meyve isteyince manavdan. parayı da eşit kazanıyorsak, değerimiz, hakkımız da eşit oluyor. bu da dinin protein-meyve(hurma) dengesi üzerine kurulu mantığıyla çakışıyor ve günümüz kadını bu oyuna gelmiyor. mantıklı, vicdanlı erkekler de.

eski yarım erkek bir kadın dengesinin devamı için kadının çalışmaması, uyanmaması, bön bön bakıp anamızsın, bacımızsın, namusumuzsun, çocuğumun anasısın gazıyla evde oturup en az 3 çocuk doğurması gerekiyor. sonuç ne peki? boşa geçen hayatlar. genetik zincirde transit ara eleman. tıpkı aziz nesin'in annesi gibi:

''Annemin anısına adıyorum

Bütün anneler, annelerin en güzeli,
Sen, en güzellerin güzeli.
Onüçünde evlendin,
Onbeşinde beni doğurdun,
Yirmialtı yaşındaydın,
Yaşamadan öldün.
Sevgi taşan bu yüreği sana borçluyum.
Bir resmin bile yok bende,
Fotoğraf çektirmek günahtı.
Ne sinema seyrettin, ne tiyatro.
Elektrik, havagazı, su, soba,
Ve karyola bile yoktu evinde.
Denize giremedin,
Okuma yazma bilmedin.
Güzel gözlerin,
Kara peçenin arkasından baktı dünyaya.
Yirmialtı yaşındayken
Yaşamadan öldün...
Anneler artık yaşamadan ölmeyecek...
Böyle gelmiş,
Ama böyle gitmeyecek!''

kadınlarımız, analarımız, bacılarımız, sevdalıklarımız hayattan diskalifiye edilmiştir. bizimkiler daha 40'lı yaşlarında hayattan elini eteğini çekip menopoz teyze modunda, yaşayamadıklarının hırsıyla cadı kaynanalığa terfi ederken; değil kendilerinin, annelerinin yaşıtları, boyunlarında fotograf makinasıyla dünyayı, veya para şart ya da bahane değil; yaşadığı şehri, hayatı ölümsüzleştiriyor.

geçen hafta hastanede işim vardı ve gördüklerim bu lafların sağlamasıydı. cennet için bir vesileden başka birşey olmayan, cennet bileti ayaklarının altında olan kadınlar, 5 yaşında ''erkek'' çocuktan korkar, izin ister halde, bir ankesörlü telefonu kullanmaktan aciz, okutulmuyor, cesaretsiz, ürkek, pısırık ve bize böyle lazım. bu eksik gedikleri diyene de elitist dedik mi, korkudan bu düzene itiraz edemez kimse. avucunuzu yalayın.

bizden geri olmadıkları, hatta artık bize, yani sperme bile ihtiyaç duymadan klonlamayla yeni can yaratabilerek bizden üstün oldukları halde biz ahlaksız, biz vicdansız, biz ancak doğuştan gelen fiziksel üstünlükle işe yarar olan kol kuvveti ekonomisi veya eve hapsedip çalıştırmama eşitsizliğinin ayrıcalıkları bırakmamayı marifet sanan, sırtını artık iflas etmiş ilk-el kurallara dayamaktan utanmayan erkeklerin dünya ve ahiret keyfi için düzmeli bu düzen. oysa yenilginin acısıyla tek dişli denilen medeniyetin neferlerine yakışan, hayat denilen zaman öldürgecinde erkeğin arkasında değil yanında yürüyen kadınlardır.

onları özgürleştireceğiz

kenya dolaylarından bir sözü hatırlatan cümle:

''batılılar geldiklerinde ellerinde incil, bizim elimizde topraklarımız vardı.
bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler.
gözümüzü açtığımızda ise bizim elimizde incil, onların elinde topraklarımız vardı.''

cagimizin en buyuk hastaligi humanizm

human olmayan, sopadan korkan ve kendine itiraf edemediği bu korkusundan dolayı önce ben kullanayım aczinden dolayı farklı olana düşman olan; şimdilik sopayı elinde tutanlara yaltaklanan ama sıranın kendisine de geleceğini unutan canlı söylemi.

(bkz: #461680)
(bkz: kahrolsun insan hakları) *

vladimir putin

100 yıl sonra, zamanına göre haklı çıkacağı zalim eylemlerin müsebbibidir. ne yaptıysa devletinin ve rus halkının birlik ve beraberliği için yapmıştır. mevzubahis rusya ana(kendileri böyle der) ise; derisi, gerisi, çeçeni, tatarı, azerisi teferruattır. hem ne var canım birkaç bin çeçen öldüyse? onlar da ayaklanmasındır? sanki yüzbinlerce hristiyan öldü de dert edelim. pis çeçen bölücüler. onlar da masum rus köylülerini öldürdüler. haketti vatan hainleri. unutmadan, başka dinden onlar. müslüman o çeçenler, yani bize göre gavur. bunlara rağmen, yıkılmak üzere olan bir rusyayı toparlamıştır putin. belki de yıkılmasını, parçalanmasını onlarca yıl geciktirmiştir.

medyaya sansür mü? sürgünde, içerde muhalif harcama mı? balkanda kafkasda giden milyon kilometre kare vatan toprağı kaybetmiş çok mu? peeh! yeter ki kutsal olan bir avuç toprak gitmesin. o kutsal olana da sözde reddettiği milletten onbinlercesi göç etmişse ne olmuş? devleti onlardan aldığı borçla çevirmişse ne yapalım, aç mı kalalım? yüzbinlerce insanın ölümü mü? ya hak-hukuk, gag-guk? yahu devlet diyorum devlet, anlamıyor musunuz? daha önemli ne olabilir?

kusura bakmayın, başlık karışmış ama gelmişken ''padişahım çok yaşa'''nın st. petersburg versiyonunu diyelim:

çarım çok yaşa!

75 bin ytl ye program yapan kadın

zincirde bir halkadır, zurnanın son deliğidir. ona 75 bin lira sayanlar sırtından daha fazlasını kazananlardır. biz fasfakirlerin hanesinde görünmediğine göre, sanırım paralı kanalda vaaz verir bu kürtten olma çakma avşar kızı. o kanalın abone ücretini de ya maç sevdasına kıt kanaat ya da rahat rahat geçinenler verir. reklam alır mı bilmem ama sadece abone ücretiyse gelirleri, o para havuzda toplanır, kendilerince hesapladıkları katkı payına göre dağıtılır.

diğer bedava! kanallarda dağıtılan da, aldığımız ürünlerin fiyatını şişiren ve buna rağmen asıl onları seçmemizi sağlayan reklam paralarıdır. biz bedava dizi, film, şov vs izlediğimizi sanarken; mehmet ali birand'ın kol saatini aldığı euro, mehmet ali erbil'in şaklabanlık başına aldığı yüz binlerce dolar, dizi setlerine yemek sağlayan catering şirketinin ekmek parası, kameraman cevat kellenin aksesuar parası; hep parça başı payına düşen miktarın eklenmesiyle son fiyatı belli olan marketten aldığımız deterjandan, koladan sağlanır. bu çark böyle.

amasra

karadenizin mostarı.

uludağ sözlük yazarları

bu genellemeyi yapan yazar dahil; genelde, genellenemeyecek kadar çok çeşitteki yazarları genelleyen yazarlardır.

bizim de uçak gemimiz olsun kampanyası

amacı, havadan yapılacak operasyonlarda, başka ülke hava sahalarını kullanmak için izin istemeye gerek kalmadan açık denizi üs olarak kullanmak olan gemilerdir. bunların ağababaları gücünü taşıdığı nükleer bomba, cruise füzesinden alır ki, bunlar da bizde bulunmayan ve bulunması teklif dahi edilemeyen silahlardır.

zamanında dedelerden falkland adaları, kanarya adaları, cezayir gibi uzak iller kalsaydı, olsun gözüm, mecburuz! sömürgeyi sömürmeye veya babadan kalan mirası korumaya denilirdi ama bizim gibi ülkeler için uçak gemisi, açık denize kıyısı olmayan isviçre'nin kruvazör alıp leman gölünde dolaştırmasına benzer.

çoğunda sadece kısa pistten kalkabilen harrier tipi uçaklara göre tasarlanmış küçük uçak gemileri olmak üzere ingiltere'nin, fransa'nın, hindistan'ın, çin'in, rusya'nın, abd'nin, ispanya'nın, avusturalya'nın, italya'nın, brezilya'nın, arjantin'in, tayland'ın sahip olduğu gemilerdir.

ne abd gibi uzaklarda bir emperyal hedefimiz var, ne de dayılanabileceğimiz! abd gibi uzak bir düşmanımız. uzaklarda gemimizi bağlayacak üs veya dost limanı bile bulamayız. herkes bizim gibi hevesli değil 6. filo'yu alkışlayıp genelev duvarını beyaza boyamaya.

ege-karadeniz arasında karakol gemisi yapıp mekik dokumaksa amaç, ki başka yapabileceğimiz bir şey yok; üzerine kondurulacak uçaklar kalkmadan, zaten balıkesir'den, ankara'dan kalkmış olur jetler. amaç ''al sana bir füze, hain yunan!'' ise, o işi zaten yapabiliyor fırkateynler. uzak mesafeye de tanker uçak yardımıyla gidilebilir.

önce strateji belirlenir, sonra ona göre savunma ve saldırı gücü yapılandırılır. bizim stratejimiz, ''yurtta barış, dünyada barış''tı bugüne kadar. yani bana dokunmayan yılan bin yaşasın, ama gelir dokunursa kafasını ezerim mantığıyla kara ordusu ağırlıklıdır; yunanistan'da da yüzlerce adadan dolayı, mecburen deniz ordusu. bu sebeple, bizde genelkurmay başkanı karacıdan, onlarda denizciden seçilir.

israil de aynı mantıkla kara ve hava gücüne yatırım yaptı. yüzlerce nükleer bomba, uçak ve füze silolarında uyur, binlerce tankla beraber ama deniz gücü sadece kıylarını koruma amaçlıdır. libya'yı işgal edeyim diye bir derdi yoktur. kaddafi'yi veya iran'ı vuracaksa havada yakıt ikmalini kullanıp jetleriyle yapar.

rusya gibi savaş doktrini uzun menzilli füzeler üzerine kuruluysa; karadan seyyar ve sabit füze rampalarıyla, veya denizaltılardan, bulunduğu noktadan dünyanın diğer tarafına 5-10 metre hatayla, gücüne göre 5-10 kilometre veya 50-100 kilometre çapında! etkili füze yollayabilir. bu kabiliyetini bilen de ona göre davranır. si vis pacem, para bellum! *

bizim içinse uçak gemisi; elde file, komşular* pazarda görsün alışverişidir. s.kilecek son kuştur, leylektir. harrier tipi kısa pistten kalkabilen uçakları için yapılan küçük uçak gemileri hariç, abd uçak gemilerinin kendilerine! maliyeti 5 milyar dolar civarında. üzerindeki uçaklar ve işletme maliyetiyle 20-30 milyar doları bulur ki, bu durumda hikayenin başındaki isviçre'nin bir kaç bankasını bizim uzman hortumculara hacılatmamız gerekir. itici gücü olan buhar türbinlerini çeviren suyu ısıtan nükleer reaktör konusuna girmiyorum. yok ben mazotla yürütürüm bu gemiyi diyorsanız da benzinli olsun tüp taktırın derim.

askere gideceklere tavsiyeler

kişiliğini nizamiye kapısında bırak, eve dönerken alırsın. 5 veya 15 ay boyunca depodaki sivil çantanda uyuyan sivil cüzdanına dönüş biletini vs yerleştirdiğinde anlarsın ki artık yeniden ''sen''sin.

esnaf lokantalarının kasa arkalarında şeyh edebali'nin osman beye verdiği öğütler vardır. hayır karınca duası değil, altındaki; onu oku*. sonra gandhi'yi, konfiçyus'ü, tao'yu, budha'yı bir tencerede kaynat, süz, suyunu iç. madem vicdanın değil, günü kurtaran mantığın kazandı, başını eğ ve emre itaat et. sabır sabır yaa sabır gizli marşındır, rahatta dinle.

sakın gün sayma. seneye bu zamandan 3 ay sonra bitecek veya tezkereye bilmemkaç bin dakika kaldı gibi otistik hesaplar yapma. 460 karalamaca oynama. sayarsan geçmez zaman. müzik dinle, kitap oku.
bir paşa torunu olan istanbul beyi nazım hikmet'in anadoludaki cezaevlerinde antepin karayılanı, şahin beyiyle ve yüzlerce isimsiz destan kahramanıyla tanışmasından ve zenginleşmesinden dolayı sicilime işlemese de mapushaneye düşsem derdim eskiden. aynı fikirdeysen doğru yerdesin. sivilde o zırhına çarpıp sekenlerle aynı koğuştasın. filozofu, ayısı yan yana.

tecavüz kaçınılmaz madem, bari zevk al. çirpinma senin de hozuna gidezek. nöbetten kaçma; meditasyondur. çünkü kendinle kalabileceğin, gecenin üçünde böcekler bile uyurken hayatın boyunca bulamayacağın sessizlikte sen ve sen varsın sadece. kendinle yüzleş, ama çok dalma, nöbetçi astsubaya boş boş bakarken yakalanırsan seni ben bile kurtaramam.

son gününden bir gün önce sabah 3-5 veya 5-7 nöbetini bir çömezin yerine tut, esaretin bedeli de, doğan güneşe bak ve çık. kapıdan çıkınca, ayda yürüyen astronotun bizden 6 kat rahat zıplamasının bu gezegende nasıl gerçek olduğunu göreceksin.

abdulhamit e ulu hakan diyen insan

(bkz: dixi)

abdulhamit e ulu hakan diyen insan

içmesi yasak olduğu halde ne içtiyse ondan istediğim insandır.

bir saldırının veya eleştirinin klasik oluşu, 100 yıldır dillendirilmesi değil; gerçek olup olmamasıdır aslolan. dikta-tör ise diktatör denilir, göte göt denildiği gibi. önce bu gerçek kabul edilir, sonra ''ama, ve fakat, devri şöyleydi-böyleydi'' diye bahaneler sıralanır. devri roma imparatorluğu değildir ki zulmüne kılıf olsun. emsalleriyle karşılaştırılır, ingiltere kral/kraliçesi, fransa cumhuriyetinin devri icraatlerine bakılır ve karnesi verilir ki bu kadar kırıkla bile arkasından ağlanması propagandanın gücüdür.

devletin bekaası o burnunun canlı kalmasına bağlı değildir. ölürse ölür, yerine yenisi gelir. bir devlet adamı kendisinden sonrasının da planını yapmakla mükelleftir ki 33 yıl bunu düşünmek için yeterlidir.

ne desem anlamak istediğinizi anlayacaksınız. biri der yahudi tarihini adem-havvaya kadar götürelim, diğeri neredeyse siyonizm propagandasıdır bu der. yehova müstehakkınızı versin, ne diyem.

aynı lafın laciverdiyle yazmaya gerek yok. haçlı alman bayrağı çekilen kudüs değil, kudüsteki kubbet üs sahra, yani muhammed bin abdullah'ın miraca, allah katına çıktığına inanılan yapı. zaten bizanslıların yaptığı kayseri kalesi değil. aradaki farkı anladınız mı?

nereye hangi bayrak astırdığı, sembollerle güdülenlerin işi. ama hem bu tür semboller için ağzından köpükler saçan, hem de ulu hakanım diyen gudiklere lafım. görün, işte hakanınız.

büyük dedem ahmed, o türküdeki gibi yemene gidip dönmeyenlerden. ecdadım, yıldız sarayının köşe yastığı değil, o adından başka bilgim olmayan genç adamdır. onu evinden binlerce kilometre uzakta bir eşeğin üzerinde bir çuval çiğ pirinci yiyerek yemen çölüne sürüp, ingiliz kamplarında yok eden siyasetin sorumlusu, yıldız sarayında keyif yapıp, baş ağrısı bile ''ah-vah padişahım'' diye anlatılan abdulhamittir. büyük dedemden beter devlet yönetip, tarihin parsasını toplatmazlar adama.

yıkılmayı geciktirdiği devlet sanki bağımsız, özgür, demokratik, yıkılmaması gereken, onur duyulacak bir devlet de, ne güzel yıkılması gecikti diyelim. neredeyse mahallelerin ayrıştığı bir devirde, zulümle ümmetçilik oynamasıdır bugün obama ermeni katliamını kabul ederse ne ederiz korkusuna sebep.

zaten yıkılmaya mecbur bir diktatörlüktür. sorun da bu kadar uzun sürmesidir. bu zorba haliyle bu kadar sürdüğü içindir bugün hala alnımıza çalınan utanç ve elimizden silinmeyen mazlum kanı.

sevenlerine müstehaktır.

abdulhamit e ulu hakan diyen insan

kafası güzel insandır.

imparatorluktan hasta adamlığa geçen, sanayi devriminden nasibini almamış, hammadde ve pazar sıkıntısı olmayan, milliyetçiliğin kıskacındaki avusturya-macaristan gibi yıkılmaya mahkum çok uluslu devletin başında biridir. kaybedilen topraklar, milyonlarca altın dış borç, ayaklanmaları bastırma şekli ve bize miras bırakması gibi başarısızlıklarına rağmen, bizim arkaya bakarak ilerleyebileceğini sanan resmi tarih muhibleri, bu 33 yıllık diktatörün artı hanesinde yahudilere tüm dış borçlar karşılığında filistini vermemesi ve bunun israil'in resmi kuruluş tarihi olan 1948'e kadar 50 yıl geciktirildiğini söylerler.

gelin bulunduğunuz coğrafyaya göre değişen tarihle değil, herkesin üzerinde hemfikir olduğu tarih dedeyle biraz gezelim, ukelalık yapalım.

hiç düşündünüz mü israil, filistinde olması gereken yahudilerin ukrayna'da, hollanda'da ne işi var veya ne zaman ve ne için oralara gitmişler diye?

yahudiler, m.s. 70 yıllarında, yani bundan yaklaşık 2000 yıl önce, filistin ve civarının hakimi olan roma imparatorluğuna karşı ayaklandılar ve sonradan roma imparatoru olacak olan titus flavius vespasianus tarafından bastırılan bu ayaklanmadan sonra kudüs'e girmeleri yasaklandı. filistin hariç imparatorluğun o günkü sınırlarına sürgün edildiler. bugün ağlama duvarı dedikleri, ilkini babillilerin yıktığı süleyman tapınağının batı duvarıdır. as roma'nın kudüs presinden hatıradır.

sonra bu gurbet kuşları, gittikleri yerlerde toprak edinmeleri, askerlik yapmaları yasak olduğundan getto denilen mahallelerde kapalı bir hayat sürüp, kendilerine tarım haricinde kalan tek yol olan ticarette ustalaşıp, banker, bonker olduktan sonra, ''ulan madem paramız var, gidelim filistini alalım da tüm dünyada sığıntı, istenmeyen adam olacağımıza, ülkemizde kral olup kibbutz'da portakal yetiştirelim'' der. fikrin misyoneri theodor herzl'dir. tarih 1896. sonrasında aynı yılın nisan ayında istanbul'a gelir, yani hala 1896..

yüz binlerce insanın öldüğü reklam arası..

tarih 1917. ingilizler kudüsü ele geçirir.aynı yılın kasımında ingiliz dışişleri bakanı lord balfour, siyonizmin ve hatta bizim kırım savaşı'nın bile sponsoru rothschild ailesine bir mektup yazar. mektupta, artık ellerinde olan filistinde bir musevi devleti kurulmasına destek vereceklerini söyler ve 50 yıldır devam eden yahudi göçleriyle temeli osmanlı döneminde atılan planın icraatine geçerler.

1917'den itibaren zaten osmanlı fiilen yoktur filistinde. yani abdulhamit'e fikri söyleyip osmanlının kudüsü kaybetmesi arasında 20 yıl vardır. sonrasında osmanlı, gelişmeleri uzaktan izleyebilir ancak. 1948'e kadarki arap-yahudi savaşları her devirde yaşanabilecek ve hala yaşanan gecikmelerdir.

daha önemlisi, hatta en önemlisi; 1948'de israil ''resmen'' kurulana kadar filistin'e 5 büyük yahudi göçü olmuştur. 1881-1903, 1904-1919, 1919-1923, 1923-1929 ve 1929-1940. bunlardan ilk ikisi ulu hakan 2. abdulhamid han hazretlerinin zamanındadır. fiilen satmamıştır ama:

1850-1880: 25.000

1881-1903: 20-30.000

1904-1910: 20,300

1911-1914: 14.000 yahudi filistine göç etmiştir. bu göçlere ne karşılığında göz yumulmuştur acaba? bu satış değil de nedir? sonraki durumu meşrulaştırmaya yaramamış mıdır, siz gönül ve dünya gözü kapalı romalı senatörlerin takdirine bırakıyorum.

...................................................................................................

galatasarayın ilk renkleri kırmızı-beyazdır sayın cimbomlular. ama bu durum, ulu hakan abdulhamid han'ın hoşuna gitmez, çünkü türklüğün propagandasıdır bu ve sonradan azınlıklar aleyhine ayarı çok kötü bozulacak ''denge politikasınca'' cimbom renklerini sarı-kırmızı olarak değiştirilir. bunlar işin magazin tarafı ama kifayeti hakkında fikir verir.

bir devlet düşünün ki maliyesini tıpkı bugün gibi yabancı devletler yönetsin. 400.000.000(400 milyon) altın borca karşılık, ingilizlere izmir ve çevresinde 4000 km2 yer satmış ve ingilizler buraya yunanistan'dan rumları getirdiği için izmirin adı bizim tayyibin de dilindeki ''gavur izmir'' olmuştur. şimdi pasaportla gidilen filistini satmamış ama izmiri satarken eli titrememiştir.

önceki osmanlı padişahlarının şiir yazmayanına, bestesi olmayanına kız vermezlerken, abdulhamid han isa peygamberle meslektaşlığı seçip marangozluk yapmıştır. ne anlarsanız.

1898'de alman kayzerinin kudüs ziyaretinde kubbet us sahra'ya haçlı alman bayrağı çekilmiştir. şimdi, adını kayser denilen imparator sıfatından alan kayseri kalesinde, belgesel için bile haçlı bayrağına tahammül edemeyen torunlarına 110 yıllık kapaktır.

tüm ırak petrolleri ve demiryolu hakkını almanlara vermiş, bu şimdi torunlarınca marifetmiş gibi anlatlmıştır ve sanırım bir 50 yıl daha anlatılır.

hiç düşündünüz mü bu demiryolları neden dolanır durur da düz ovada zigzag çizer diye? sen almana ''demiryolunu yap, sağında solunda belli bir mesafedeki madenler, ormanlar senindir'' dersen o da önceden elinde hazır bulunan istihbarata uygun rota çizer ve sağ kulağını sol elinle gösterirsin. bu arada hattın sağındaki solundaki sanki vatan toprağı değildir de şimdi arap-yahudi kanıyla sulanan filistin toprağını satmamış diye övünülür bizim kısmi körlerce.

istanbul'un burnunun dibi olan yeşilköy'e gelen rus ordusuna karşı boğazlar ruslara geçmesin diye telaşlanan ingilizler olmasa, ruslarca taksimde sallandırılması içten bile değildir.

kendi vatandaşı kadın-çocuk diyorum aloo katliamların, toprak kayıplarının sorumlusu, suikast korkusundan saraydan o meşhur burnunu çıkaramayan da 2. abdulhamid han hazretleridir.

hiç mi iyi işi yok bu adamın? bozuk saat misali günde 2 kere doğruyu gösterse bile, 22 kere yanlıştır.