bugün

medya sinema ve şiddet ilişkisi

Bu tanımın, özgecan aslan olayı üzerinden nerede hata yaptık diye sorgulama yapan medya kuruluşları için kaleme alındığını hatırlatarak başlayalım.

Özellikle dizilerin ve sinemanın son derece yüksek reyting aldığı ülkelerde (Türkiye TV izleme oranlarında dünyada ilk beştedir) medya gücünün toplumsal değişimde ve şiddetin azaltılmasında önemli roller üstleneceği göz ardı edilmemelidir. Sinema ya da dizi deyip geçmemek gerekiyor. Sinemada gördüklerimiz çoğu zaman bize ayna tutar. Çünkü filmler genelde gerçek yaşam öykülerinden çıkmaktadır. Bu nedenle şüphesiz her birimizin yaşamlarından izler taşıdığı için bize bir şeyler söyler. Onlardan etkileniriz. Sanat, sinema ya da medyayı sadece eğlendiren bir araç değil; aynı zamanda bizi üzen, öğreten, özendiren, düşündüren veya sorgulamamıza sebep olan birer ayna olarak da görmeliyiz. Şimdilerde sokaklarda çokça karşılaştığımız insan figürlerine baktığımızda bunu kendi hayatımızda maalesef olumsuz örneklerle hissetmekteyiz. Zira sokaklarımız dizi ve sinema sahnesinde şiddet ve şiddete özendirilmesi nedeniyle kendisini o filmin/dizinin karakteri sanarak rolü gerçek hayatta yaşamaya ve uygulamaya çalışan, maskelerle dolaşan gençlerle dolu.
Bu açıdan bile bakıldığında sektörün toplum üzerinde ne denli etkili olduğunu sanırım uzunca anlatmaya gerek kalmayacaktır. Oysa artık yaka silktiğimiz bu şiddet sarmalından çıkmak için dönüşümü sağlayabileceğine ve toplumu yönlendirme ve bilinçlendirmede etkin olacağını düşündüğümüz en temel sektörlerimizden birisi olan sinemada bile dehşet verici şiddet sahneleri ve bu şiddet sarmalını toplumda yayan bir senaryo anlayışı görmekteyiz.

Son zamanlarda toplumuzda çok tartışılan bir şiddet türü olarak “kadına yönelik şiddet” konusunda inceleme yapan Ankara Üniversitesi iletişim Fakültesi öğretim görevlisi Nilgün Abisel “Yeşilçam Filmlerinde Kadının Temsilinde Kadına Yönelik Şiddet” adlı makalesinde çarpıcı bulgulara yer vermektedir.
Buna göre, Abisel incelediği 103 filmin ancak yedisinde (%6,8) şiddet öğesine rastlamamış, buna karşın filmlerin %78,6’sında şiddetin yaşamın doğal bir parçası olarak sergilendiği gözlemlemiştir.
Şiddetin nedenleri olarak daha çok kötü bir yapıya sahip erkeğin kadına göz koyması ve “hainliği” (%43) ve daha sonra kadının kendi bildiği gibi davranması ve “uygunsuz” davranışları (%37) olarak senaryolaştırılmıştır. Şiddetin türü ise çoğunlukla tokatlama ve dayak (%30,4) cinsel taciz (%12,5), tecavüz (%9,7), iğfal (%8,2) ve tecavüz girişimi (%8,2)izlemektedir.

Daha geniş anlamda 1990 sonrası Türk sinemasında şiddetin kullanımına baktığımızda ise:
Gemide (1998, Serdar Akar) filminde gemideki erkeklerin fahişeye tecavüzü, Düş Gezginleri (1992, Atıf Yılmaz) filminde kadından kadına yönelik şiddet ya da Eşkıya (1996, Yavuz Turgul) filminde kıskançlık, ihanet nedeniyle kadını vuran erkeğin şiddeti gibi içeriklere rastlamaktayız.

Yine Karartma Geceler (1990, Yusuf Kurçenli), Tabutta Rövaşata (1996, Derviş Zaim), Masumiyete (1997, Zeki Demirkubuz), Dokuz (2001, Ümit Ünal), Babam ve Oğlum (2005, Çağan Irmak) filmlerinde kadınla ilgili olmayan, erkeğin maruz kaldığı işkence türünden şiddet örnekleri de bulunur.

Elbette konuya sosyal ve psikolojik açıdan birçok tanımlama getirip ‘kadın hakları, eğitim, erkeğin bilinçlendirilmesi, kadının ekonomik özgürlüğünü kazanması, iş hayatına daha fazla dâhil edilmesi, toplumda temsil yetkisin artırılması, kültürel etkileşim, modernleşme’ gibi birçok çözüm önerisi sunabiliriz. Lâkin toplumumuzun geleneğini ve kendine has dili olduğu gerçeğini göz ardı etmeden yeni yerli kalıplara ihtiyaç duyduğumuz da kesindir.

Mesela hiçbir sosyolog ya da psikoloğun tanımlayamayacağı, ülkemize has farklı dinamiklerimiz vardır.
Bunlardan en belirgin olanı toplum olarak başkasının aile hayatına burnumuzu sokmamak, ya da başka bir deyişle “Kendi çocuğudur, eşidir, döver de sever de.” yaklaşımıdır. Sadece Doğulu toplumlara has bir özellik olarak görülen bu olgunun sadece Türkiye de değil, Batıda da var olduğunu bir örnekle açıklayalım.

ABD’de aile içi kavgalara toplumun yaklaşımı konusunda yapılan ilginç bir sosyal deney şöyle:

Planın ilk aşaması 15 gencin bir evde toplanıp mahalle sakinlerini rahatsız edecek boyutta taşkınlık yapmak ve yüksek sesle müzik dinlemekten oluşuyor.
ilk testin sonuçları beklenilen gibi: Komşular en yakından başlayarak kapıya gelip rahatsız oldukları uyarısını yapar, taşkınlık devam edince son çare polise ihbar edilir ve evi polis basar. ikinci testin detayları çok daha ilginç: Bir kayıt stüdyosunda sadece karı ve kocanın kavga ettiği izlenimi veren bir kayıt doldurulur. O kayıt yine aynı yöntemle mahalledeki diğer komşuların duyacağı yükseklikte yayın yapılarak tepkilerin ne olacağı beklenir. Fakat bu sefer ne yakın komşulardan, ne polisten rahatsızlık bildiren herhangi bir uyarı gelmez.

Sosyolojik açıdan bu ve benzeri olaylara baktığımızda aile içi olaylar, hem Doğu hem Batı toplumlarında “kimsenin burnunu sokmaması gereken mahrem bir alan” olarak algılanmaktadır. Bu nedenle toplum bu tür olayları aile içinde halledilmesi gereken bir sorun olarak görmekte ve kenara çekilmektedir. Bu ve benzeri olaylarda karı koca arasındaki kavgada erkeğin daha agresif olmasını “Erkekler kadınlara göre daha saldırgan olabilir.” bilinçaltıyla desteklerken kadınların şiddet içeren davranışlar sergilemesi, beklenmeyen bir durum olarak algıladığı söylenebilir. Adli vakalarda bile toplum gibi adalet sisteminin de erkek saldırganlığını daha meşru gören bir algıya sahip olması sadece şiddetin değil, şiddet algımızın da boyutlarının ne kadar tehlikeli olduğunu göstermektedir. Öyle ki bu algı hayatı boyunca eşinden en az bir kez fiziksel şiddet görmüş kadınların oranı yüzde 35 olmasına rağmen, bu kadınların yüzde 49’unun bile bu durumu normal görmesine ve kimseye söz etmemesine kadar vahim bir istatistiği doğurmuştur.

Sonuçta toplumumuzda kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığın; çocuğun cinsiyetinin erkek olması isteği, çeyiz, başlık parası, namus cinayetleri, evlilikte hırpalanma, dayak, tecavüz, ekonomik ve psikolojik baskı, kadın ticareti, fahişeliğe zorlama, kadını evdeki her işi yapma zorunluluğu olan köle gibi gören bir zihniyetten kaynaklandığı söylenebilir.
Fakat sorunun en acı sonucu, aile kurumunun bizzat şiddeti o ortamda yetişerek öğrenen çocuklar üzerinden kuşaktan kuşağa aktaran bulaşıcı bir hastalık haline getiriyor olmasıdır. Şiddet ortamında büyüyen bu çocukların %30’u yetişkinliğinde de şiddet kullanırken, aile içi şiddete maruz kalmadan yetişen çocuklarda bu risk sadece %2 civarındadır.

Umarım toplumsal bilinç; önce aile eğitimi, okul eğitimi, maneviyat, medya ve sanatla bu sorunun üstesinden gelebilecek kadar derin bir bilince sahip oluruz.

kaynak