bugün

cemal granda

... Bir akşam saat 20 sularında Saray’ın Marmara’ya bakan balkonunda yirmi kadar tanınmış konuk Atatürk’le yemek yiyordu. Arkamda duran Atatürk:
“-Efendi, efendi!..” diye bana seslendi.

Döndüm. Hiç unutmam, elimde kristal rakı sürahisi vardı.
“-Buyrun efendim. Bir emriniz mi var Paşam?” diye karşılık verdim.

Cumhuriyet rejiminin kurulmasına rağmen herkes Atatürk’e ‘Paşam’ diye hitap ederdi. Beylik, paşalık kalktığı halde bu ‘Paşa’lık, Atatürk için kalkmadı. Bu, ölünceye kadar sürdü.

O akşam ilk kez konuştuğum Atatürk’le aramızda şunlar geçti:
“-Senin ismin nedir?”
“-Cemal.”
“Sonu yok mu bunun?”
“-Var, Cemâleddin.”
Bunun üzerine Atatürk, birden bana doğru ilerleyerek:
“-Haa.” dedi. “isimler Kemâleddin olur, fakat Cemâleddin olmaz. Sen yine Cemâl kal. Dinin cemâli miydin ki, sana bu ismi koydular?”

Aradan yarım saat geçmişti. Yemek devam ediyordu. Sevinçten kabıma sığmıyordum. Evet, Atatürk en sonunda benimle konuşmuştu. Hem de uzun uzun. Ertesi gün benimle alay eden arkadaşlarıma anlatacağım şeyleri kafamda tasarlıyor, onlardan hıncımı alacağımı düşünüyordum.

Fakat Atatürk, bu Cemâl adına tutulmuş olacak ki, yeniden seslendi:
“-Bu Cemâleddin ismini kim koydu sana?”
Artık adamakıllı korkmaya başlamıştım:
“-Babam.” diye karşılık verdim.
“-Öyleyse baban ne adammış senin!” diye sertçe çıkıştı. Bunun üzerine:
“-Ben babamı tanımıyorum.” deyince, yüzü daha da sertleşti:
“-Babamı tanımıyorum ne demek? Sen babasız mı doğdun? Baban yok mu senin?”
“-Ben dokuz aylıkken babam ölmüş.”

Atatürk üzüldüğümü yüzümden okumuş olacak ki, birden sesini yumuşattı:
“-Anneni tanıyorsun ya yeter.” dedi. Ve biraz durduktan sonra ekledi:
“-Ben de babamı tanımıyorum ya…”

Cemal Granda – Atatürk’ün Uşağı idim, Kent Kitap (Cep Boy), Ankara, 2012, sh:30-31