bugün

geçmişten gelen

--1--

Pencereden içeri dolan kış güneşi, dışarının sıcak olduğuna içeridekileri ikna etmek istercesine yalandan bir parlaklıkla dolduruyordu odanın içini. Odanın içindeki cihazlar ritmik bir şekilde ötüyordu. Cihazların dibindeki yatakta, mavi gözlü, on iki yaşındaki bir kız çocuğu elindeki hikâye kitabını okumaya çalışıyordu. Koluna takılı serum yüzünden rahatça kitabı tutamıyordu. Minik ellerinin üstü iğnelerden delik deşik olmuş yer yer morarmıştı.

Kapıdan içeri ellerinde poşetlerle bir kadın girdi. Selma. Orta yaşların sonunda, sarı saçları kısmen beyazlamış, yüzü bitkin bir haldeydi. Kız suratına bakında yüzündeki bitkinlik yerini kocaman bir gülümsemeye bıraktı.

“ne getirdin anne bana?” dedi minik kız çatallaşmış sesiyle.
“hareket etme haylaz. Doktorlar ne müsaade ettiyse onu getirdim.” Diyerek kıkırdadı Selma. “ama okumak için getirdiğim kitapları soruyorsan; bol bol kitap getirdim sana.” Diyerek elindeki en büyük poşeti havaya kaldırdı. Poşetin içi ağzına kadar kitapla doluydu. Küçük kızın suratı asıldı. Dudakları büzüldü.

“ne oldu benim meleğime? Neden astın suratını? Kitapları görmedin daha ama?”

Kız bir of çekti. “ama anne, getirdiğin her kitap, burada daha fazla kalacağım demek oluyor…”

içine bir şey oturmuştu selma’nın bu sözler üzerine. “ öyle deme melek, doktor bu gün net sonuçları söyleyecek, ben onları tedbir olsun diye getirdim. Hem belli mi olur? Bence devamını evde de okuyabiliriz kitapların!” dedi ve küçük kızın yanağına kocaman bir öpücük kondurdu.

“ anneler yalan söylemez ona göre kandır beni!” bir öpücük de küçük kız aldı selma’nın yanağından.
“ asla!” dedi Selma. Bir öpücük ancak bu kadar içe dokunabilirdi.

Elindeki poşetleri odanın içindeki dolaplara yerleştirdi. Temiz elbiseler, meyve suları, -bol- kitap…

Tam üç senedir hastaneye gidip geliyorlardı. En uzun bu defa kalmışlardı. Aralıksız tam on aydır hastane de kalıyorlardı. Artık evi sadece otel olarak kullanır olmuştu Selma. Hatta otel bile değil. Kirli çamaşırların yıkandığı, çok nadir olarak bir iki saat kestirdiği, yemek hazırladığı bir mekândı sadece evi.

Kocası onu terk etmeden daha sıcaktı aslında. O zamanlar oraya ‘ev’ diyebiliyordu. O zamanlar yemekler daha sıcak, sofralar daha kalabalıktı. Eşi uzun yolculuklarında olmadığı sürelerde, beraber akşam yemeğini hazırlıyor, beraber sofrayı toplayıp bulaşıkları yıkıyor ve her şeyin nihayetinde birbirlerine kitap okurken uyuya kalıyorlardı…

Evet… güzel günlerdi…

“ anne!”

Evden getirdiği reçel kavanozunu yere düşürdü Selma. “ne oldu melek? Bir şeyin mi var!”

“hayır… sadece… biraz dışarı çıkabilir miyiz diye soracaktım.” Reçel kavanozuna kilitlenmiş mavi gözleri suçlulukla önüne doğru geriledi.

“bebeğim senin suçun değil, benim dalgınlığım.” Yerdeki kavanoz parçalarını kağıt havluya toplamaya başladı. “soruna gelecek olursak” doğruldu, boş eliyle sarı saçlarını geriye doğru attı. “doktoruna sormadan çıkamayız güzelim…”

“peki… kitap okuyacak mısın bana? Ben serum yüzünden tutamıyorum bu kitabı.”

“tabi, okurum. Ama şurayı temizledikten sonra.” Cam parçalarını çöp kovasına attı. Hastane temizlik görevlisini koridorda aramak için odadan ayrıldı.

--2--

“Bu gerçekten büyük bir sır. Sizler gibi, benim gibi küçük prensi sevenler için, evrenin kim bilir neresindeki bir koyunun bir çiçeği yemiş ya da yememiş olması çok önemli bir şeydir.
Gökyüzüne bakın. Kendinize ‘Acaba koyun çiçeği yedi mi, yemedi mi?’ diye sorun. Bakın her şey nasıl da değişiyor. Ve bunun neden bu kadar önemli olduğunu büyükler asla anlayamazlar...
Benim için bu, dünyanın en güzel ve en hüzünlü manzara resmi. Bir önceki resme çok benziyor ama unutmamanız için bir kez daha çiziyorum. Küçük prensin Dünyaya indiği ve ayrıldığı yer işte burası…”

“peki, koyun çiçeği yemiş mi anne?” diye merak içinde sordu küçük kız…

“sence melek?”

“bence yememiştir. Zaten küçük prens göz kulak oluyordur onlara. Değil mi anne?”

“ya koyun çok acıktıysa ve küçük prens bir an daldıysa?”

“hayır… koyun yapmaz ki öyle bişey… küçük prens onu besler her gün…”

“ o zaman yememiştir…”

Odanın kapısında beyaz önlüğü ve steteskopuyla doktor belirdi. Dosyasına baktı, gülümsedi.

“bana kalırsa koyun o çiçeği asla yemez, koyunlar ot yer…” küçük prens’in kitabına bakıyordu. içeri girdi serumları kontrol etti. Dosyasına bir iki ufak not aldıktan sonra ; “harika, böyle giderse buradan koşarak çıkacaksın! “ gülümsemesini bozmadan Selma’nın kulağına eğildi “iki dakika dışarıda konuşalım mı?” dedi.

Selma yerinden kalktı “sen bakabildiğin kadar resimlere bak. Ben hemen dönerim.”

Kalabalık hastane koridoruna çıktılar doktorla beraber. Doktor notlarını ve son yapılan tahlilleri gözden geçiriyordu. Biraz düşündükten sonra; “Selma hanım, maalesef size iyi haberler veremiyorum. Tedavi olumsuz yönde ilerliyor. Yakın zamanda ilik nakli yapılmazsa…”

“anlıyorum doktor bey…”

“eğer bir kardeşi olsaydı işimiz kolaylaşırdı. Ya da babasının iliğini test ettirebilirdik?”

“maalesef… ikisi de olamaz…”

“siz içinizi ferah tutun, eminim yakın zamanda uygun bir donör bulunur. O zamana kadar umudunuzu kaybetmeyin yeter…”

“ilginiz için teşekkür ederim doktor bey…”

Odanın kapısına geldiğinde gözyaşlarını sildi. Derin bir nefes aldı. Bu dakikadan sonra yapılacak tek şey dua etmekti. Gel gör ki dua etmek daha önce hiç işine yaramamıştı…

--3--

Hücrenin kösesinde bulunan musluğu açtı. Çamurla karışık akan kahverengi tonlarındaki sudan bir iki yudum aldı. Suratındaki kabuk tutmuş yaralardan bazıları çatlamış tekrar kanamıştı. Yerdeki bez parçasının üzerine uzandı. Tavan dikti gözlerini. Üzerindeki yırtılmış elbiselerin arasından bir sigara çıkarttı. Yüzünü kapatan, keçeleşmiş saçlarını geriye doğru attı ve sigarasını yakmak için bez parçasının altına evvelden iliştirdiği kibriti çıkarttı. Adını bile telaffuz edemediği gardiyanın gizlice vermiş olduğu bir dal sigarayı yaktı. Derin bir nefes çekti içine.

Duvardaki çizgiler ona tam beş yüz altmış üç gündür o hücre de olduğunu hatırlattı yine. Beş yüz altmış üç sefil gün. Dayakla, işkenceyle, tacizle geçen yüzlerce gün.

Bir nefes daha çekti sigarasından.

Geride bıraktıkları olmasa, katlanılmazdı bu işkencelere. Bir parça umudu olmasa, bir an daha yaşamazdı. Oysaki o iki mavi göz…

Bir nefes daha çekti sigarasından.

Buradan çıkmak için bir şeyler yapmalıydı. Burada, pislik içinde, parça parça ölüp hikâyesini sonlandıramazdı.

Son bir nefes daha çekti sigarasından, yorgundu. Çok yorgundu. Bir parça uyumalıydı.

--4--

Küçük kız uykuya dalmıştı. Eğer olsaydı, sapsarı saçları uyurken birbirine dolaşırdı. Eğer olsaydı, babası bu haline kıyamaz, uykusunun arasında saçlarını toplardı kızının. Selma yatağın ucundaki sandalyede oturmuş uyuyan kızını izliyordu. Üç yıl evvel hastaneye ilk geldiklerinde, lösemi teşhisini ilk duyduklarında nasıl kahrolduysa, öyle kahroluyordu o sandalyenin tepesinde. Gözünden iplik gibi süzülen yaşlar selma’nın değil, çaresizliğin gözyaşlarıydı.

“ben şimdi ne yapacağım?” kısık sesle defalarca tekrarladı bu soruyu kendine. Ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı –sessizce- haykırarak. Bu onun çaresiz olduğu ilk an değildi hayatında. Daha önce de olmuştu. Daha önce de eli kolu bağlı olanları izlemekle yetinmişti.

“Hayır!” dedi kendi kendine. Başını sağa sola salladı. Neredeyse bir yıl koşturmuştu kocası için. Bakanlıklar, elçilikler, mektuplar, insan hakları mahkemesi… ta ki o haberi alana kadar… işte o haberi aldığında çaresizdi. Eline ulaşan mektup, tüm umutlarına son veren bir ferman gibiydi.

t.c. dış işleri bakanlığı

t.c. ırak Konsolosluğu’na yapmış olduğunuz müracaatla ilgili gerekli soruşturma tamamlanmıştır. ilgili konu derinlemesine araştırılmış ve kayıp olarak ismini bildirdiğiniz samsun doğumlu, Cevat oğlu kaya yılmaz’ın çatışma esnasında orada olmadığına dair herhangi bir kanıt bulunamamıştır. Olay günü kaya yılmaz tarafından kullanılan otobüsün bombalı saldırıda tamamen yanmıştır. Olayın üzerinden bir yıl geçmesine rağmen kaya yılmaz’dan herhangi bir haber alınamamıştır.

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, eşiniz kaya yılmaz’ın ölümünü resmen ilan etmiş bulunmaktayız.

acı kaybınız için size ve ailenize baş sağlığı dileriz.

Ek.1 : ölüm belgesi.

Mektubu buruşturup bir kenara atmak istemişti. inanmamıştı onlara. Ama artık inanıyordu. Artık yalnızdı. Lösemi hastası bir kız, kırık hevesler ve umut kırıntılarından başka hiçbir şeyi yoktu artık. Beklemekten başka çaresi yoktu artık.

--5--

Hücrenin kapısı açıldı. Bir bağırışla yerinden sıçradı kaya. Üç gardiyan onu almaya gelmişlerdi. Günlük işkence seansı başlamak üzereydi. iki gardiyan direnç göstermeyen kayanın kollarına girerek yerde sürüklemeye başladı. Yaklaşık on metre sürüklendikten sonra sorgu odasına getirdiler onu. Sorgu odası koridorun sonundaydı. Kurumuş kan lekeleri, türlü işkence aletleri, spotlar, sürekli köz halinde yanan bir ateş, zincirler ve odanın ortasında bir iskemle.

Burası, Saddam yanlılarının yurt dışından gelen ajanları sorguladığı ırak’ın doğusunda ki nineve ilinin kazalarından sinjar. Bağdat’a üç yüz, halep’e beş yüz, midyat’a yüz elli kilometre uzaklıkta. Toplama kampı uzun süredir CIA ve FBI tarafından aranıyor. Ancak saddam’a sadık komutanlar buranın korunması için ayrı bir özen gösteriyorlar. Bundan bir buçuk sene önce, kaya’nın kullandığı yolcu otobüsü saddam’ın askerlerince kurşunlandı ve patlatıldı. Sağ çıkanlar buraya, toplama kampına getirildi. Kaya’da onların arasındaydı. Aralıksız işkencelerinde defalarca onu casuslukla suçlamışlardı. Tıpkı bu gün olduğu gibi.

Üzerinde önlük bulunan, gardiyan kaya’yı iskemleye bağladı. Suratı ter ve yağdan parlıyordu,önlüğü kurumuş kan lekeleriyle doluydu. Sıkıca bağladıktan sonra kaya’ya bir tokat attı.

“tekellem! (konuş!)”

Kaya derin bir nefes aldı. Ne konuşacaktı? Bir tokat yedi daha suratına. Diğer gardiyan kaya’nın üzerinden bir kova soğuk su döktü. Ardından bir tokat daha attı. Tüm kabuk tutmuş yaraları kan sızdırmaya başlamıştı.

“tekellem! Men ente?! (konuş kimsin sen?)”

Kim olduğunu biliyorlardı. Basit bir otobüs şoförüydü o. Onlara söyledi.

“ene saikul elbes. (ben sadece otobüs şoförüyüm.)”

Gardiyan onu dinlemedi. Yağlı saçlarından tutup kafasını geriye yasladı ve burnunun üzerine bir yumruk indirdi.

“alahisabil men teşdeğıl? (kimin için çalışıyorsun?)”

Burnuna inen yumruğun etkisiyle sersemleyen kaya konuşamadı. Zor nefes alıyordu. Tam nefesini toparlayıp konuşmak isterken bir yumruk da çenesine yedi.

“tekellem! Limaza eteyte li-ıraq? (konuş! Irak’a neden geldin?!)

Onlara hep söylediği gibi ırak’a yolcu getirdiğini söylemek istedi. Ama bunun bir faydası olmamıştı daha evvelden. Şimdi de olacağını pek sanmıyordu. Zaten yeterince acı çekiyordu.
Gardiyan iyiden iyiye sinirlenmeye başladı. Kaya’nın suratına ardı ardına yumruklar indiriyordu bir yandan da bağırarak bir şeyler söylüyordu.

“tekellem! iza la tetekellem, senaqta luke! (konuş, eğer konuşmazsan seni öldüreceğiz!)

Şu nokta da ölmek kaya’nın isteyeceği ilk şey olurdu. Nefes nefese kalmış gardiyanın önlüğü kaya’nın kanıyla sırılsıklam olmuştu. Gardiyan geri çekildi. Odanın diğer ucunda bir sigara yaktı ve diğer iki gardiyana seslendi;

“mafi niyetehu liltekellum… huduhe heze el hayvan ve utkulu… (konuşmaya niyeti yok… alın şu hayvanı ve öldürün…”

Kaya’nın son hatırladığı şey, koluna giren iki gardiyanın onu bahçenin arkasındaki su kuyusuna doğru sürüklemeleriydi.

--6--

Hastane odasında kızın başında uyuya kalmış Selma, kapının açılmasıyla irkildi. Kapıda takım elbiseli bir adam duruyordu. Adam tam konuşmak üzereyken ,uyuyan melek’i uyandırmaması için selma ona parmağıyla sus işareti yaptı. Kazağını üstüne geçirip odadan dışarı çıktı. Takım elbiseli adam ona elini uzattı.

“merhabalar, Selma yılmaz değil mi?”

“evet” dedi Selma. Tokalaştılar. “siz?”

“ben yalçın öz, sizinle önemli bir şey konuşmamız lazım. Lütfen benimle gelin, size bir bardak çay ikram edeyim –tabi kantinde varsa- “ diyerek selma’yla beraber kantine doğru yürümeye başladılar. Selma tedirgin olmuştu. Bir yabancı onunla ne konuşmak isteyebilirdi ki? Kantinde boş yer bulup oturdu, yalçın elindeki tepside iki bardak çayla geldi. Bir süre sessiz oturdular. Selma dayanamadı ve sessizliği bozdu;

“ne hakkında konuşmak istiyordunuz? Yalçın bey?”

Yalçın kravatını gevşetti. Derin bir nefes aldı.

“aslında bunu söylemek çok zor. Başınızdan geçenleri biliyorum. Şimdi metanetli olmanızı rica ediyorum. Konuşmamız gereken konu; kocanız. Kaya yılmaz.”

Selma elindeki çay bardağını yere düşürdü. Sinirleri o kadar gergindi ki, bu tarz şeyleri sık yapar olmuştu. Gözleri birden doldu. Titreyen bir sesle “kocam öldü…” dedi.

Görevlilerden birisi elinde paspasla dökülen çayı silmeye geldi. Yalçın selma’ya doğru eğilerek fısıldamaya başladı “ hayır! Bakın bu söylediklerimi kimsenin bilmemesi gerekiyor! Eğer birisi tarafından duyulursa mahvolurum! Şimdi beni iyi dinleyin; kocanız yaşıyor! Sadece bunu bilin. Sizden bir ricam olacak; eğer bir şekilde size ulaşırsa, beni haberdar edin. ilk benim bilmem gerekiyor, bu çok önemli!”

“ne dediğinizi anlamıyorum” dedi Selma “kocam nerdeyse iki sene evvel öldü!”

“bakın, şimdilik size söyleyebileceklerim bu kadar. Siz beni dinleyin ve sizinle irtibata geçtiğinde bana haber verin.” Dedi yalçın ve bir peçeteye telefon numarasını yazdı. Selma’ya verdi. Ayağa kalktı. “iyiliğiniz için bundan kimseye bahsetmeyin. Kızınız için tekrar geçmiş olsun. Yakında görüşmek üzere.”

Hızlı adımlarla oradan uzaklaşan yabancının arkasından bakakaldı. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilmez haldeydi. Kafasında onlarca soru işareti vardı. Peki şimdi ne olacaktı?

--7--

Sinjar’ın kuzeyinden Suriye sınırına doğru giden ıssız yolda bir otomobil hızla ilerliyordu. Otomobilin içinde kaya, bir yandan haritaya bakıyor bir yandan da bozuk yolda arabayı kontrol etmeye çalışıyordu. Yola çıkalı tam üç saat olmuştu dönemeçli yollardan gittiği için fazla hızlı ilerleyememişti şu ana kadar. Akşam olmadan Suriye sınırında olmayı hedefliyordu. Ama ondan önce bir telefon bulması gerekliydi. Acil bir görüşme yapması gerekiyordu.

Suratındaki yaralar acıyordu. Saatler önce ölümden döndüğünü düşününce bu acılara defalarca razıydı.

Gözünü açtığında sırtını varillere dayamış bir vaziyette yerde oturduğunu fark etmişti. Elleri arkadan bağlanmıştı. Karşısında üç tane üniformalı ırak askeri ve ona hep iyi davranmış olan ama adını telaffuz edemediği gardiyanı gördü. Gardiyanın bir komutuyla askerler tüfekleri ona doğrulttu. Sonu gelmişti artık. Gardiyanın gözlerinin içine baktı. Gardiyan gülümsedi. Bir eliyle dur işareti yaptı askerlere. Elini cebine attı ve sigara paketinden çıkarttığı bir dal sigarayı kaya’nın ağzına tutuşturdu. Sigarayı yaktı. içmesi için ona yardımcı oldu. ikinci nefesi aldıktan sonra gardiyan kaya’nın kulağına Arapça kırığı bir ingilizceyle bir şeyler fısıldadı.

“Do not worry. Cleaners will come soon. you can escape during the chaos . there is a jeep in the garage for your escape (endişelenme. Birazdan temizlikçiler gelecekler. kargaşa esnasında kaçabilirsin. Garajda kaçman için bir cip var)”

‘Tamam’ anlamında başını salladı. Sigarasından son nefesini almıştı ki toplama kampının sirenleri ötmeye başladı. Askerler apar topar o yöne koşmaya başladı. Gardiyan kimseye belli etmeden kaya’nın ellerini çözdü. Derken ön taraftan büyük bir patlama sesi duyuldu.

“run! Go To the North! seventy kilometers later you will arrive to Syrian border (kaç! Kuzeye doğru git! Yetmiş kilometre sonra suriye sınırına varacaksın!)”

Koşarak garaja girdi, herkes ön kapıya gittiği için garaj da –şimdilik- kimse yoktu. Kapısı açık bir araç cip fark etti. Elinden geldiğince saklanarak ipin yanına gitti. Anahtarlar üzerindeydi. Kontağı çevirdi. Gaza yüklendi. Toplama kampının arka kapısından hızlıca çıktı. Arkasında mermi sesleri ve patlama sesleri kaybolana kadar gaza basmaya devam etti. Sonunda kurtulmuştu.

Cipin yakıt göstergesi depoda yakıt olmadığını söylüyordu. Haritaya göre ileride Jebel Sinjar dağının arkasında bir kasaba olması lazımdı. Telefon etmek, bir şeyler yemek ve yakıt almak için orada durabilirdi.

Tüm bu karmaşanın içinde birden aklına kızı melek geldi. Acaba şimdi nasıldı? Bir buçuk senedir onu görmemişti. Acaba öldüğüne inanmışlar mıydı? Karşılarına çıkınca ne yapacaklardı? Bilmiyordu. Bilemiyordu. Denemeden de bilemezdi. ileride bir tabela gördü. Kursi 15 km.

--8--

“Şatonun yakınındaki bir çalılıktan karatavukların sesi geliyor, bir gürgenin dallarında yaban güvercinler ötüyordu, Don Kişot dünyanın bu selamına gülümsedi masum ruhunu Tanrıya teslim etti….”
“don kişot öldü mü yani?” diye sordu melek. Bu durum onu pek memnun etmemişti anlaşılan.
“bu da hayatın bir parçası güzelim.” Diyerek gülümsedi Selma. Kitabı kenara bırakıp melek’in üzerini örttü. “bu gün yeterince kitap okuduk. Diğer kitaba yarın başlarız tamam mı? Şimdi biraz uyu.”
“tamam” dedi melek. Gözlerini kapattı. Selma biraz onu izledikten sonra odadan çıktı. Hastane bahçesinde bir sigara içti. Hasta yakınlarıyla ayaküstü sohbet etti. Tekrar odaya geri dönmek üzereyken cep telefonu çaldı. Uluslar arası bir numara yazıyordu ekranda. Tedirgin bir şekilde telefonu açtı.
“alo?”
Telefonun öbür ucundaki ses sanki öteki dünyadan geliyordu. “aşkım! Benim kaya!”
“nasıl! Nerdesin! Kaya… öldün zannettik!” sesi duymasıyla beraber koridordaki bekleme kotlularından birine yığılması bir oldu. “biliyordum! Bizi bırakmayacağını biliyordum!”
“hayatım, şimdi sakin ol. Şu an bana ulaşamayacağınız bir yerdeyim. Senden tek isteğim seni aradığımı kimseye söyleme…”
“geçen gün bir adam geldi… adı yalçın mıydı neydi… eğer bana ulaşırsan onu haberdar etmemi istemişti…”
“sana bir numara bıraktı mı?”
Selma, kaya’ya numarayı verdi. Sanki hayata tekrar dönmüştü.
“kızımız nasıl Selma? Melek nasıl?”
Kısaca melek’in durumundan bahsetti. ilik nakli gerektiğini söyledi. Kaya ona daha fazla konuşamayacağını, en kısa zamanda onlarla tekrar irtibata geçeceğini ve bu görüşmeden kimseye bahsetmemesi gerektiğini söyledi.
“peki ama neden?” dedi Selma “neler dönüyor kaya?”
“bunu telefonda anlatamam hayatım. En kısa zamanda yanınızda olacağım. ilik nakli için endişelenme, benim iliğimin olma ihtimali yüksek… sizi seviyorum.”
“biz de seni seviyoruz… dikkat et kendine…”
Telefonu kapattı. Ayakları yerden kesilmişti. Sonunda ufacık umudu büyümeye başlamıştı.
--9--
Bin altı yüz altmış sekiz kilometre ötede ankesörlü telefonun başında duran kaya aklındakileri sıraya koymaya çalışıyordu. Selma’dan aldığı telefon numarasını tuşladı. Bir süre bekledikten sonra telefon açıldı. Kaya karşısındakinin konuşmasına izin vermeden lafa girdi.
“hat güvenli mi?”
“evet güvenli.” Dedi telefonun ucundaki yalçın. “nerdesin?”
“bu soruyu sormak için bir seneden fazla gecikmedin mi?” Dedi kaya, sinirli bir ses tonuyla. Ve devam etti. “tam bir buçuk senedir sizden bir haber bekledim! Bir buçuk sene beni orada unuttunuz! Şimdi mi aklınıza geldim?”
Yalçın onu sakinleştirmeye çalışmadı. Hızlı hızlı konuşmaya başladı “bak kaya, haklısın. Ama bilmediğin şey şu; operasyon iptal edildi. Bölgeye yollanan tüm ajanlar geri çekildi. Geri gelemeyen tüm ajanlardan vazgeçildi…”
“pek gelen temizlik birliği? Bana yardım eden gardiyan?”
“temizlik birliği CIA bağlantısıyla Amerika tarafından gönderildi. Bizimkiler değil. Gardiyan ise, sonradan anlaşma sağladığımız bir muhbir. Bizim tarafa seninle ilgili bilgiler yolladı son bir ay. Birliğin yerini de onun sayesinde deşifre ettik ve CIA ‘e bildirdik.”
“ tamam güzel. Peki bana neden kaçmamı söyledi? Beni almaya neden birileri gelmedi?”
“kısaca anlatıyorum; senin orada vermiş olabileceğin bilgiler yüzünden CIA senin peşinde. Bizimkiler de senin varlığı resmi olarak inkâr ediyorlar. Bu yüzden yakalanmadan Ankara’daki MiT merkezine gelmen lazım. Sana resmi olarak yardım etmemiz imkânsız…”
“ankara’ya gelemem… önce istanbul’a gitmem lazım… kızım için…”
“anlamıyorsun, bu çok büyük bir risk. Hali hazırda peşinde iki tane CIA ajanı var. Devletler arası bir mesele bu. Hem biz de kızın için ayrıca donör arıyoruz…”
“siz anlamıyorsunuz. Kızım hasta ilk hasta olduğunda ben ilik testi yaptırmıştım. iliğim uyuyor. Donör aramanıza gerek yok… kızıma yardım edip ankara’ya geleceğim… görüşmek üzere yalçın.”
“dur kapatma! Hastane ajan dolu olacak! Her şeyi riske atıyorsun! Daha uygu-“
Kaya telefonu kapattı. Ensesine dayanmış namluyu hissediyordu. Arkasındaki adam Kürtçe konuşuyordu.
“ hidu bışta xe zıvre! (yavaşça arkanı dön)”
Yavaşça arkasını döndü. Şimdi namlu tam yüzündeydi.

“mıra vere! (benimle geliyorsun.)” Dedi silahı doğrultan adam. Kaya’nın hiç niyeti yoktu.

Silahsız savunma sanatları, yakın dövüş teknikleri. Tüm bildiklerini sırayla kullanmaya başladı. Birinci adım: rakibin elindeki silaha hamle yap ve bileğinden kavra. ikinci adım: silahı rakibin ağırlık merkezinin aksine doğru bilekle beraber savur. Üçüncü adım: rakibin bileğini aksi yöne çevir, namlu ona doğru baksın. Dördüncü adım. Dengeyi iyice bozmak için silahı eski konumuna doğru geri çek. Beşinci adım rakibin bileğini, rakibe doğru it. El gevşer, silah serbest kalır. Aikido. kote gaeshi.

Silahı aldıktan sonra adamın kafasına sağlam bir darbe indirdi. Adamın üzerindeki cep telefonunu ve nakit bir miktar parayı aldı. Ellerini bağladı. etrafta kimsenin olmadığından emin olduktan sonra benzin istasyonunun deposuna kilitledi. Şimdilik birini halletmişti. Biri onu bulduysa, diğerinin gelmesi an meselesiydi.

Cipi tekrar almak çok riskliydi. Boş sokakta sayılı araba vardı. Bunlardan birini gözüne kestirdi. Arabanın canımı kırdı. Kapıyı açıp düz kontakla çalıştırdı. Yola koyuldu. Hesaplarına göre bir saat içinde Suriye sınırında olacaktı. Yeni bir kimlik ve pasaporta ihtiyacı vardı.

Adamdan aldığı cep telefonunu çıkarttı. Ezbere bildiği bir numara tuşladı. Telefonu telesekreter açtı.

“leave a message after the signal… biip…”

“visam, ben kaya. Beş saat içinde orada olacağım. Bir kimlik ve pasaporta ihtiyacım var. . Bu numaradan geri arama yapma. Ben sana ulaşırım.”

Telefonu arabanın kırık camından dışarı attı. Arabanın teybini açtı. Arapça kanalların arasında dolaşmaktan sıkılıp belki kaset vardır diye torpidoya baktı. Yüzünde bir gülümseme belirdi. Bulduğu kaseti teybe taktı. ilk parça olan kill’em all eşliğinde Karanlık yolda ilerlemeye devam etti…

--10--
Selma odanın dışında doktorla konuşuyordu. Melek’in akşamdan beri ağrıları vardı. Doktor yapabilecek bir şeyi olmadığını söyledi. son yapılan tahlillere göre en geç iki gün içinde nakil gerçekleşmeliydi. Doktora teşekkür edip odaya girdi. Melek televizyonda müzik kanallarına bakıyordu. Selma bir kitap açtı ve göz gezdirmeye başladı.

Aklı kitapta değildi tabii ki. Aklı kaya’daydı. neden kimseye bahsetmesini istememişti? Peki kızına? Bir yıl onun ölmediğini ispatlamak için verdiği mücadeleden sonra, onun ölmediğini öğrendiği halde hiçbir şey yapamıyordu. Telefonu çaldı. Heyecanla numaraya baktı. Yurt dışından. Kaya olmalı.

“canım?”
“benim hayatım, isim verme… artık bu hat dinleniyordur… melek’in durumu nasıl?”
“doktorla konuştum az önce. iki gün içinde naklin yapılması ve tedavinin devam etmesi gerekiyor. Uygun donör yok. Ne kadar az gönüllünün olduğundan yakınmaktan başka bişey yapamıyor doktorlar da…”
“anlıyorum… merak etme. Ben donör olabilirim… sadece sabret ve bekle… kızımıza iyi bak. Benimle ilgili konuşmaya gelen olursa hiçbir şey söyleme.”
“anlayamıyorum hayatım! Neler oluyor?”
“hepsini yarın sabah yüz yüze konuşacağız. Kapatmam lazım. Hoşçakal…”

Melek kanal kanal dolaşmayı bırakmış annesini seyrediyordu.

“kimdi arayan anne?”

“önemli değil canım.” Toparlandı. Elindeki kitabı melek’e gösterdi. Denizler altında 20000 fersah. “sence yarın sabaha kadar bitirebilir miyiz?”

--11--

Gece karanlığında sınırdan geçmek için tek yol kamyonlardan birine saklanmaktı. Kaya da böyle yapmıştı. Bir kamyonun kasasında sınırı geçmiş, ilk molada kamyoncunun elbiselerinden bir kaçını aşırmış ve kendine yeni bir araç bulmuş –çalmış- tekrar yola koyulmuştu ve nihayet halep’e varabilmişti. Halep- şam oto yolunun batısındaki köhne fabrikaların birinde –eski bir cam fabrikasında- visam’ı bekliyordu. Burası buluşma için en ideal yerdi. Havalimanı sadece on beş dakika uzaklıktaydı.

Fabrikanın arka tarafından sesler gelmeye başladı. Visam olamazdı. Visam tedbirli biriydi mutlaka yalnız gelirdi. Kazanlardan birinin arkasına saklandı. Karşıdan çelik yelekli iki kişi geliyordu. birisi eliyle havada bir daire çizerek dağılmalarını işaret etti. Kaan geri çekildi. Sığabildiği kadar kazanın arkasındaki boşluğa sıkıştırdı kendini ve elinden geldiğince ses çıkartmamaya çalıştı. Adamlardan birini gözünden kaçırmıştı. Diğeri ona doğru yaklaşıyordu. Karanlıkta kaldığı için gözükmüyordu. Çelik yelekli adam ona iyice yaklaştığında yerinden çıkarak adamın boynuna atıldı. iki eliyle boynunu kavradı. Adam silahını çıkartmak için hamle yaptı fakat kaya ondan önce davranarak adamın tabancasını kılıfından çıkarttı. Adamı ileri ittirip karın omzuna bir el ateş etti. Öldürmez. Ama hareket etmesini de engeller. Silah sesini bir diğeri takip etti. Kurşun kaya’nın arkasındaki kazanda sekmişti. Hemen siper aldı.

Telsiz konuşmaları kulağına takıldı. Takviye birlik anons ediliyordu. Kaya sessiz bir şekilde kazanların üzerinde bulunan ufak merdivene tırmandı. Görüş açısı daha genişti şimdi. Fabrikanın girişinde gördüğü kişi visam’dı.

Visam’ı fark etmeden önce diğer adamı ortaya çıkartması gerekiyordu. Visam’ı yakalatamazdı. Eski bir dostlukları vardı. Yerde yatan yaralı adamın diğer omzuna nişan aldı ve bir el daha ateş etti. “özür dilerim!”

Kurşun sesini yine bir kurşun sesi izledi. Kaya sesin geldiği yöne doğru döndü. Bir kaç el ateş etti. Silah seslerini duyan visam hemen fabrikanın girişindeki odalardan birine saklandı. Sesler kesilince kaya Merdivenlerden indi. Yerde inleyen adamın yanına gitti bir omzunu gömleğiyle sardı. Kimseyi öldürmeye niyeti yoktu. Makinelerin oluşturduğu koridorda yavaşça ilerledi. Makinelerin bittiği yerde bir gölge fark etti. Sessizce yaklaşıp birden çıktı. Kimse yok! Aniden arkasından sırtına sert bir tekme yedi. Silahı elinden düştü. Adam kaya’ya bir silah doğrulttu. Kaya silahı almak için hamle yaptı ama adam çevik bir hareketle geri çekildi. Tam bu esnada bir el silah sesi duyuldu. Adam yere serilmişti.

Visam adamın arkasında elinde silahıyla bekliyordu. Yeni ateşlenmiş silahın barut kokusu etrafa saçılmıştı.
“ yine ne belalar aldın başına?”
“boş ver şimdi… özlemişim lan seni…”

Birbirlerine sarıldılar.

“şunu halledelim. Silah sesleri duyulduysa on – on beş dakika içinde polisler burada olur.” Dedi visam cesedi sürükleyip sakladılar.

“uzun zamandır görüşemiyorduk. Şu haline bak! Ölüm haberin gelmişti bana!” visam onu az önce saklandığı odaya davet etti. Kaya kısaca olan bitenden bahsetti. Olanları anlatırken bir yandan da tıraş oluyordu hızlı hızlı.

“ ne yapmayı düşünüyorsun peki?”

Kaya tıraş bıçağını mutfak lavabosuna birkaç kez vurdu ve suratında kalan sakalları kesmeye devam etti. “hiçbir şey. Şu an için başımdakileri savdım ve tek istediğim kızımın yanına gitmek.”

“hastane de seni bekliyorlardır.-yani ajanlar… hani şu az önce vurduklarımızdan…”
“orasını, istanbul’a varınca düşünürüz…” yüzünü yıkadı. “istediklerimi getirebildin mi?”

Visam yanında getirdiği büyük spor çantayı açtı.

“fazlasını getirdim, bir adet kimlik, sürücü belgesi –kamyon kullanmazsın sanırım.. b sınıfı bu- pasaport, kilo almadığını var sayarak getirdiğim pantolon, gömlek, ayakkabı vesaire… beş bin de nakit… bir de Glock 19… başka bişey?”

“glock sende kalsın. Gerisi için çok teşekkür ederim”

“bana zamanında çok iyilik yaptın…” visam gülümsedi. “kendini öldürtme ve bu iş bitince bana ulaş… muhtemelen bir ajan öldürdüğüm için peşime düşecekler suriye’den ayrılırım. Ama sen zaten bulursun beni.”

“ben seni bulurum merak etme” dedi kaya. Tekrar sarıldılar. “hadi sen git. Benim hemen havalimanına gitmem gerekiyor.”

Visam ayağa kalkıp kapıdan çıktı. “kızın için dua edeceğim… görüşmek üzere.” Dedi ve gitti.

Kaya çabucak üstünü değiştirdi. Uzaktan gelen siren seslerini duyuyordu. Çantanın içindekileri ceplerine yerleştirdikten sonra fabrikanın içinde ufak bir tur attı. Yaralı ve baygın halde yatan ajanı dışarı çıkarttı. Bulduğu bir bidon benzini etrafa iyice döktükten sonra fabrikayı ateşe verdi. Koşarak anayolun kenarına çıktı. Yoldan geçen bir taksiyi çevirdi.

“ ila mataar minfadlik… (havalimanı lütfen…)”

--12--

hasta odasının kapısında doktor göründü. içeride uyuya kalmış Selma ve melek doktorun kibarca öksürmesiyle uyandılar.

“güzel haberlerim var, uygun donör bulundu! Operasyona birazdan başlayacağız… hemşireler sizi hazırlayacak.”

Selma elinde olmadan bir çığlık attı. Yerinden fırlayıp melek’e sarıldı. Sonra birden doktora döndü.
“donör nerde? Şey… yani teşekkür etmek isterdim.”

Doktor dosyasına baktı. Sonra kaşlarını çatıp dosyanın sayfalarını karıştırmaya başladı. Mırıldanmaya yakın bir sesle:

“donör bağışı yaptıktan hemen sonra gitmiş. Normalde iletişim için numaraları olur dosyalarında ama nedense bulamıyorum numaralarını…”

Selma ne tepki vereceğini bilemez bir haldeydi. içeri giren hemşire melek’in serumlarını çıkartmaya başladı. Selma odadan dışarı çıktı.

“Selma yılmaz?!” salonun öteki ucundaki kurye ona doğru seslendi. Selma kuryeye doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı.

“evet benim?”
Kurye elindeki zarfı selma’ya uzattı.
“bu zarf sizin için, şuraya bir imzanızı alabilir miyim?”
Selma hızlıca imzasını attı. Bekleme koltuklarından birine oturdu ve zarfı açtı.

--
Hayatım,

Bu konuşmayı yüz yüze yapmak isterdim ama şartlar el vermiyor ne yazık ki. Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama; sana yalan söyledim. Ben bir otobüs şoförü değilim. istihbarat adına çalışan bir ajanım. Yaptığım son ırak yolculuğu aslında bir görevdi –diğer yolculuklarım gibi. Ancak teşkilatla aramızda şu anda bir sorun var. Başımdaki sorunları atlatana kadar bir süre görüşemeyeceğiz.

Kızımız için elimden gelen şimdilik bu kadar. Ona çok iyi bak. Vakti geldiğinde tekrar görüşmek üzere. Sizi seviyorum.

Kaya.
--

“Selma hanım!” Selma irkildi ve başında dikilen hemşireyi fark etti. “kızınızı alt kata indiriyoruz. Eşlik etmek ister misiniz?”

Selma mektubu katladı. Cebine koydu. “tabi, geliyorum.”

--13--

Kaya hastanenin bahçesinde koşuyordu, peşindeki kalabalık grubun en önündeki adam koşarken telsize talimatlar yağdırıyordu. Bacağından aşağı süzülen kan ayakkabısına doluyor adımlarını zorlaştırıyordu. Kaya arka çıkış kapısının önünde bekleyen taksileri gördü. O yöne doğru son bir gayretle koşmaya başladı. Önüne çıkan iki güvenlik görevlisini omuz atarak devirip en yakındaki taksiye bindi. Taksici kaya’nın peşindeki adamları görünce taksiden indi. Kaya direksiyona geçti arabayı çalıştırıp gaza bastı.

Birkaç sokak ileride çok fazla uzaklaşmadan arabayı durdurdu. Arabadan inip yürümeye başladı. Az ilerideki otobüs durağından ilk gelen otobüse bindi.kanayan bacağını gizlemeye çalışarak boş yerlerden birine oturdu. Kanama azalmıştı. Otobüs sokağı döndüğünde kalabalık bir konvoy kaya’nın bıraktığı taksinin etrafını sarmıştı.

Kaya değin bir oh çekti. Telefonuyla yalçın’ı aradı.

“yalçın, akşam saat yedide beni sahilden al. Yarın beraber ankara’ya yola çıkarız.”

“tamam anlaştık. Bu numaradan sana ulaşabilir miyim?”
“evet” dedi. Otobüsten inerken telefonu koltukta bıraktı.

--14--

Kaya, sahildeki bankın üzerinde gazetesini okuyordu. Yaklaşan adamı fark etmesine rağmen hiç istifini bozmadı. Adam yanına oturdu. Kaya sayfa değiştirirken:
“saat yedi demiştim. Yarım saat geciktin.”
“büroda işler uzadı diyelim.”
Kaya bir sayfa daha çevirdi gazetesinden. Yalçın lafa girdi:
“yol için bir araba ayarladım. On iki gibi çıkarız. Sabaha ankara’da oluruz... ayrıca, bu haberi sana vermek bana düştüğü için üzgünüm ama; visam öldü.”

Kaya gazetesini katlayıp kenara koydu.
“nasıl?”
Yalçın bir sigara yaktı, kaya’ya da ikram etti.
“üzülmene değmeyecek… Fabrikadaki baskında seni satan oymuş…”
Kaya sigarasından derin bir nefes aldı. “çok ilgin煔
“ilginç olan ne?” dedi yalçın.
Kaya sigarasını düşürdü. Sigarayı almak için eğilirken birden yön değiştirip yalçının belindeki silahı aldı. Emniyetini açtı. “ilginç olan fabrika baskınından sana söz etmemiş olmam ve tabi bugün sabah hastanede bacağımdan çıkarttığım takip cihazı…”

“baskın Suriye polisi tarafından tüm istihbarat servislerine duyuruldu neden bilmeyeyim? Ayrıca cihaz raporunda yazmıyor! Beni ikili oynamakla suçluyorsun!”

Kaya takip cihazını denize attı. Silahın namlusuna bir mermi sürdü. “daha da ilginci buraya geç gelmen. Tabi eğer yolladığın ekip otobüste telefonun yanında beni de bulsaydı buraya gelmen gerekmeyecekti.” Boşta olan eliyle yalçının suratına bir yumruk indirdi. “tam bir buçuk sene yerimi bilmene rağmen bana yardım yollamadın… şimdi de bilmezden geliyorsun…”

Yalçın ayağa kalktı. Burnundan akan kanı sildi. “CIA bizim teşkilattan daha çok para veriyor kaya…”
“konuşmadığımı sen de biliyorsun… gerçekten benim yaşadığımı teşkilattan kimse bilmiyor değil mi?”
“ önemli değil, seni götürene daha da iyi olanaklar vaat ediyorlar… benim için bu yeterli… soruna gelecek olursak; bilmemeleri benim işime geliyor.”
“temizlik operasyonu sırasında beni alabilirdi CIA. Ama MiT’in haberi olurdu bu sefer benden… bu yüzden onca yol yaptırdın bana… ”
“ sonunda anladın… neyse indir şu silahı artık. Gidecek yerin yok. Çevrede iki tane keskin nişancı var. Emrimi bekliyorlar.”
“beni öldüremesin, sana ben lazımım… sen de derdini balıklara anlatırsın.”
“beni öldürürsen karına ve kızına olacaklardan sorumlu değilim…”
“seni öldüreceğim demedim…”

Kaya silahın şarjörünü çıkartıp fırlattı. Namludaki mermiyi de çıkarttı. silahı da başka bir tarafa fırlattı. Sonra birden koşarak denize attı kendini.

Yalçın hemen telefonuna sarıldı. “hemen sahil güvenliğe ulaşın! Bir arama ekibi yollasınlar! O orospu çocuğunu sağ salim bulmamız lazım!”

--15--

(bir yıl sonra)

Kıvırcık saçlı kız yatakta uyuyan annesinin yanına girdi. Sarı lüle lüle saçlarını kırmızı kurdelelerle toplamış, en güzel elbisesini giymişti.

“anne… hadi uyan… akvaryuma gidecektik söz vermiştin.”

Selma gözlerini araladı, esnedi ve melek’e sarıldı. Yanağına bir öpücük kondurdu. Sonra başını tekrar yastığa koydu.

“lütfen biraz daha uyuyayım n’olur…”

“anne!” diye tersledi onu melek. Gülmeye başladılar. Yatakta birbirleriyle uğraşırlarken kapı çaldı. Selma yataktan kalkıp sabahlığını giydi. Kapının deliğinden baktı. Postacının şapkasını gördü. Kapının kilitlerini bir bir açtıktan sonra nihayet kapıyı açtı.

“buyurun?”

Postacı kımıldamadı. Şapkasını çıkarttı.

“özel teslimat…”

Selma olduğu yerde kalakaldı. Sonra postacının boynuna atladı.

“kaya!”

--son-- *
özel teşekkürler;

- arapça ve ingilizce çeviriler için yardımcı olan arkadaşım/kardeşim ns'e,
- kısa da olsa kürtçe çeviri için yardımcı olan dostum erkan'a,
- suriye - ırak - türkiye arası mekik dokumamı sağlayan google maps'e...