bugün

entry'ler (186)

diyemedim com

Bence son zamanların en bomba projesi. Kaç kere izledim hala her seferinde deliler gibi güldürüyorlar beni. Web sitesi henüz yapım aşamasında ama https://www.facebook.com/diyemedimcom buradan takipleyebilirsiniz rahatlıkla. Söylemediğiniz şeyleri sizin yerinize söyleyen birileri, fena mı yani?

çilek genç odası

kazık kadar oldum ama hala çilek'in genç odalarına aklım gidiyor benim ya. flora serisi diye bir şey yapmışlar, ver bana içinden hiç çıkmam. aşırı güzelli. bir de reklam cingılı dilimden düşse; çilekle çok kolay lalalaylalaylalay

çilek mobilya

(bkz: çilek genç odası)

yaşarken yazılan tarih

"bir kitap okudum hayatım değişti"nin yerini bir süredir "hayatım-ız değişti ve bir kitap oldu" cümlesi aldı. bilen bilir diye söze devam etmek çok afili dursa da benim tercihim şu an, herkes bilir ki’yi kullanmak olacak. herkes bilir ki, herkes biliyor ki bu ülkede haziran ayında muazzam bir olay yaşandı. büyürken anne-babalarımızdan duyduğumuz o devrim, başkaldırı, isyan hikayelerinin yerini yaşadıklarımız aldı. bizler tanığız! işte ntv tarih’in bizi anlatan bu özel sayısı sırf bu sebeple bile okuduğum en güzel kitap. 20 TL’lik ücreti size bir dergi için fazla gelmesin, bütün gelir olaylar sırasında hayatını kaybedenlerin ailelerine aktarılıyor.

kapağındaki “kırmızılı kadın”ın biber gazını göğüslediği o unutulmaz an, tarihi bir havayla minyatür olarak resmedilmiş. içeriğinde gezi olayları’nın nasıl başladığı ve devam ettiği saat saat, fotoğraflarla belirtilmiş. geleceğimize, çocuklarımıza bırakacağımız en büyük miras.

dergiyi elime alıp, sayfalarını çevirdiğimde gözlerim dolu dolu o günlere döndüm, sanki çok uzak bir geçmişi anar gibi. emrah serbes demişti ki “2009 yazı geri gelmeyecek”, ve bence artık hep birlikte diyeceğiz ki “2013 yazı geri gelmeyecek.”
ben en güzel şarkıları gezi’de dinledim. en güzel muhabbetlerimi gezi’nin çimenlerinde ettim. en güzel kahkahalarımı, kendimle en güzel dalga geçişlerimi direniş akşamlarında, tophane’de yaşadım.
asla yan yana gelmeyecek fikirleri el ele tutuşturan yerdi gezi. yıkılacak diye içimizi kan ağlatan akm’nin tepesinden aşağı sarkıtılan afişlerdi. hatıra fotoğrafı çektirdiğimiz, yıkık dökük belediye otobüsleriydi.
gündüz iş mesaisi, akşam direniş mesaisi yapılan yerdi. beyaz yakalarımızı rafa kaldırıp, “sakın rimel sürme, topuklu giyme” diye birbirimize attığımız mesajlardı. biber gazından kaçarken dostun elini hiç bırakmamaktı. kandilde simit dağıtıp, evlenme tekliflerine şahit olduğumuz anlardı. ötesi var mıydı?
toplumsal hafızamızdan asla silinmeyecek isimlerdi. bizim için ölen gencecik insanlardı. bütün siyasi fikirlerden uzak, özgür gelecek için hep birlikte çırpınmaktı.

bireysel izdüşümlerini ömür boyu ruhumda, bedenimde taşıyacağım yerdi-r gezi. “imkansız” dediğim anda hayatıma muhteşem bir aşk kazandırmıştır. “isyan günlerinde aşk”ı boynumda, adını ensemde taşımama sebep, kalbimde kocaman bir adamı var etmiştir.
"nasıl sevgili oldunuz?" sorusuna vereceğim çok havalı bir cevabım var benim, gezi’ye borçlu olduğum. en büyük iki heyecanımı, 11 haziran’ı ve 31 ağustos’u bana armağan ettiğinden beri hayatımı bambaşka bir yöne kaydıran gezi’m.
şimdi elimde tuttuğum bu dergi-kitaba bakıyorum. her bir anını, her bir sahnesini içime nakşettiğim güzel günlerin hatırasını kitaplığımın en güzel yerine kaldırıyorum. “anneyle babanın hikayesi işte burada” diye çocuğuma okutacağım günlerin hayalini kurarak.

yaşasın bağzı şeyler.

yaşasın bağzı insanlar, bağzı aşklar.

ahmet kaya

Ne kadar zamandır tanıyorum onu, bilmiyorum. Sanki kendimi bildim bileli dinliyorum o güzel sesini. Canlı dinlemek nasip olmadı bana, o yasaklıyken verdiği konserlerde ben muhtemelen daha ergenliğe bile girmemiştim. Öldürdüler sonra. Malum işte, herkesin bildiği. Ne güzel adamdı Ahmet Kaya, ne güzel adam hala. Yaşasaydı, tanışsaydım onunla abi der, boynuna atlardım kesin. O kırmızı atkısına dolardım kollarımı. Neden bilmem sanki bir kış gününe yakışırdı. Başında kasketi, suratında o güzel sakalları parlardı. Gel otur iki gözüm der, ayrılırken gözlerimden öperdi. Ah bırakır mıydım hiç, illa söyletirdim bir şeyler. Ay gidiyor'u okusana abi nolur derdim. Böyle hüzün dolu bir şey olduğuna göre belli, yine dertliydim. Ahmet Abi, ay'ı gönderir, benim canımı yakar, evimi başıma yıkıp giden adam için ağlatırdı beni. Sonra mesela doğum günüm olurdu, sevdiğim adam başka ülkede ben bambaşka bir yerde. O gün görürdüm ve duyardım ki sevdiğim adam doğum günümü kutlamış Ahmet Abi'nin şarkısıyla, ama o boncuktan yapılan kuş hiç konmamış bana. Ah nasıl kıyarlar böyle güzel adama? Ben bilmezdim ki daha önce müjgan demek kirpik demek. Müjgan güzel bir kadın adıydı, Ahmet Abi'nin yanına da güzel kadın yakışırdı. Evlatlarını yiyen bir ülkenin çocukları olarak acılara tutunmayı ne de güzel öğretti bize.12 yıl olmuş sen gideli, değişen ne var şimdi sen söyle.

flu

tek bir boş şarkısı bile olmayan feridun düzağaç albümü.

bir kadının bittiği an

kadınların bitişlerini görüyorum. kadınların bitişlerini yaşıyorum.

bir gece, tanımadığım bir adamın evinde, bir şişe şarabı tek başına içerken. ağladığında. "telefonu elimden al" diye yalvardığında. hayat bu; birileri bizi, bizim onları aradığımız kadar çok aramıyor, hatta hiç aramıyor.

bir gece, hasta bir adamı ziyarete gittiğinde, köşeyi dönüp telefon açtığında "ben geldim" dediğinde, "geri dön, gelme" diye cevap aldığında, bunu anlattığında. hayat bu; birileri bizim onlara çorba yapmamızı istemiyor.

bir gece, bir otobüste. her şeyi boşverip diyarbakır'a giderken, o adam için. o adam, onu karşılamaya gelmediğinde. o adam, onu bir öğretmen evinin odasında, kırık dökük bir kapı arkasında yalnız bıraktığında. "korkuyorum, gel" demesine rağmen gelmediğinde. tanımadığı oda arkadaşına yalan söylemek zorunda kaldığında. hayat bu; birileri bizim onlara gittiğimiz gibi bize gelmiyor.

bir gece, bana telefon açtığında. "sana ihtiyacım var"; dediğinde. hiç düşünmeden, onun için karşı kıyıya geçtiğimde. boynuma sarılıp, ağladığında. hayat bu; birileri bizim için, bizim onlara akıttığımız göz yaşının yarısı kadar bile yaş akıtmıyor.

bir gece, kadıköy'de. aşık olduğum adamla sokaklarını karış karış gezdiğim yerde. beni ilk kez öptüğü semtte. birlikte ilk kez bira içtiğimiz sokakta. ben o'nun için ağlarken, o'nun başkalarının bedeni üzerinde zevkten ağladığını bildiğimde. başka bir adam yanıma yaklaştığında. o başka adamın yanıma yaklaşmasına "hayır" demek için bile izin verdiğimde. hayat bu; birileri bizim onlara sadık olduğumuz kadar, bize sadık olmuyor.

bilmediğim bir evde, bilmediğim bir sokakta, karşı kıyıda, diyarbakır'da, kadıköy'de. bitişlerin hepsinin duraklarını gördüm ben.

hayat bu; bir kadının bittiği noktada, "o adam"ın yeni bir başlangıcı olduğunda.

çemberimde gül oya

--spoiler--

mehmet: yurdanur bana gerçeği söyle, mutlu musun?
yurdanur: sen kendini suçlu hissediyorsun mehmet. problem ben değilim. şikayet ettim mi hiç? hiç yüzüm asıldı mı? hiç sana belli ettim mi?
mehmet: neyi belli ettin mi?
yurdanur: öyle demek istemedim. evet zor. buna alışmak zor. yeni bir yaşam kurmak, bir sürü alışkanlıktan vazgeçmek, yarını düşünmek, tüpü idare etmek, yemeğin etini az patatesini çok koymak da zor. ama çabalıyorum mehmet. ben öğreniyorum. seni, beni, bizi, ikimizi yaşatmayı öğreniyorum.
mehmet: ben, mutlu musun diye sordum.
yurdanur: mutluluk ne? gördüğümüz filmlerdeki gibi ağaçların arasında kovalamaca oynamak mı? bu mu mutluluk dediğin? hayatımda ilk defa bir işe yaramayı, bir şeyleri yönlendirmeyi, yoluna koymayı öğreniyorum. mutluyum ben. sen varsın çünkü. sen şu kapıdan giriverince her şey bitiyor işte. saray oluyor tek göz oda. neden bunu düşündün? aksini mi bekledin benden? olmayacak mı sandın? başaramayacağımı mı düşündün? yapıcam mehmet. bak nasıl güzelleşecek her şey.
mehmet: ya ben öyle demek istemedim.
yurdanur: benim yerim burası. sen benim hem ailem hem vatanımsın artık.

--spoiler--

ölüm

sen, birilerinin kızı, birinin ablası, birinin sevgilisi, birilerinin dostu, birilerinin tanıdığısın.

senden sonra: annen hiçbir zaman eskisi gibi gülmeyecek, belki de annen bir daha hiç gülmeyecek. baban her akşam iki duble rakısını, yüzündeki izlerle yüreğindeki onulmaz acıyla içecek. kardeşin bir daha kimseyi "ablam üzerine yemin ederim oğlum!" diye inandırmaya çalışmayacak. sevgilin, gözlerine bakıp "ne çok aşığım ben sana ya!" demeyecek.

hayat devam edecek, senin için değil; senden arta kalanlar için. senden arta kalan insanlar, senden arta kalanlarla hüzünlenecek, ağlayacak belki duvar yumruklayacak.

düşünmek. önce büyük acı, sarsıntısı büyük. yas. siyah. yavaş yavaş gri. bir köşede duran bir fotoğraf. eskilerden bir gülüş. her dönemin anıları. saçlar uzun, saçlar kısa. bakıp bakıp iç geçirilen biri. "benden alıp ona verseydin" diye sayıklayan anne belki. evlenen kardeşin hiç dinmeyen acısı. kızı olursa koyacağı ad belki. sevgilinin hem kalbinde hem bedeninde kapanmayan yara. kapanacak yara. kapanır. kabuk tutar. ama önce. kapanacak yarayı kabul etmez, yakıştırmaz kendisine. acı çekmeyecek diye korkar. öyledir o. sevgili. ne birlikte gidilecek bir yeriniz vardır artık, ne de birlikte keşfedeceğiniz gizemli sokaklar. birlikte kurulan hayaller, yapılan planlar yerini geçmiş anılara bırakır. acı. bir gün diye düşünürsün bir gün başka biri olacak ve onun olacak, yazgı bu galiba. bir gün biri olacak ve senden kalan yaranın üzerine merhem sürecek, iyileştirecek onu. ona mutlu bir ev, güzel çocuklar verecek. huzurlu kılacak onu. sen, geçmişte değil; evrenin sonsuz boşluğunda, ona bir nefes kadar yakınken onsuz olacaksın. o seni unutmayacak. ama o. sen çok güzel gülen, genç kadın, o unutmayacak seni. her an hatırlamayacak da ama. kabul et. ama o.

senden sonra.

senden sonrası yok, kabul et

ben bu yazıyı sana yazdım

Bir çift küpeyi çok beğendim. Satın aldım. iki minicik yuvarlak, parlak. Göz alıcı. Işığa tuttuğumda rengarenk olduğu için sürekli güneşe çıktığım, saçlarımı sürekli topladığım. Daha çok parlasınlar, daha çok ışık saçsınlar diye.

O küpeleri takmadığımda kendimi çirkin hissettim. Eksik hissettim. Yatarken bile canımı acıta acıta uyudum onlarla. Aynaya baktım sonra bir gün, etrafı kızarmıştı. Parça parça yaralar vardı. Umursamadım. Devam ettim takmaya. Yaralar büyümeye başladı. Tatlı bir kaşıntı hissi. Kaşımamak için tırnaklarımı kestim, parmaklarım vardı.

Sonra, canımın yanması güzel parlaklıkların önüne geçti. Bir gece, yatarken çıkardım küpeleri, baş ucuma koydum. Sabah kalkıp, aynaya baktığımda mutsuzluğumu fark ettim. inadım ağır bastı, canımın değeri düştü, kulaklarım fedakarlık yaptı. Alerjim geçmişti belki de, yaralar iyileşmişti. En fazla birkaç gün.

Dışarıdan böylesi güzel görünenler, tene değince neden can yakardı? Neden can yaktı?

Bir çift küpe. Bir gün geldi, hiç takılmamak üzere en değerliler kutusuna konuldu. Artık akla geldiğinde, kalbe acı değdiğinde avuç içine alınıp okşanıyor. Ne eskisi gibi güneşe çıkıp parlıyor, ne tene değip can yakıyor.

Şimdi düşünüyorum; bir çift pırlanta takılacak kulağa, elmas belki. Herhangi bir mağazadan alınan o gümüş bile olmayan küpeden katbekat gerçek, pahalı. Can yakmayacak, yara açmayacak. Ama yara açmazken tatlı tatlı da kaşınmayacak.

Gün gelecek kulağımda pırlanta küpelerle, bir kutu içinde duran sahte küpelere bakacağım; bir olmamışlığın, olamamışlığın simgesi, neden sorusunun hiç verilemeyen cevabı; artık hiç parlamıyor, yara açmıyor, kanatmıyor.

patti smith

patti der ki robert başkasıyla birlikte olduktan sonra: birbirimize küçük notlar, pastalar bıraktık. bir şeyler işte. sanki deliği doldurabilir, tuzla buz olan duvarı tekrar inşa edebilir, başka tecrübeleri içeri davet etmek için açtığımız yaraları kapatabilirmişiz gibi.

kader

Yazılan silinmezmiş; kader diyorlar.

Bir şişe tuz ruhunu boca ediyorum başımdan aşağıya. Unutayım diye değil, yazılan silinsin diye. Olmayacak olanı oldurtabileyim diye. Allah'a şirk koşmak demekse, şirk koşayım diye. Kaderimi-zi ben, baştan yazayım diye. ikimiz için bir alın yazısı değil, hayat kitabı yazayım diye.

Yazılan silinmezmiş; kader diyorlar.

Bir şişe tuz ruhunu boca ediyorum kalbimden içeri. Unutayım diye. Başkasının adının yazılacağı yer tertemiz olsun diye.

Yazılan silinmezmiş; kader diyorlar.

Bir şişe tuz ruhunu boca etmek istiyorum beni kaybetmekten korkmayan o ruh haline. Yanında sevgiline, yatağında karına, parkta oynayan çocuklarına bakarken, iç geçirdiğinde "ah! ne yaptım ben bize?" de diye. Hiçbir zaman beni unutama diye.

Silmeye çalıştığımız yazılar kaderimizmiş. Bizim kaderimiz başkalarının isimleriymiş. Kader demişler; silinmemiş.

yeşil peri gecesi

Okumayı adam akıllı söktüğüm zamanlardan beri kitap okuyorum. Korktuğum, ağladığım, aşık olduğum, hiç bilmediğim diyarlara gittiğim, hayal kurduğum, hayal kırdığım bir sürü kitap okudum. Edebiyat değeri çok yüksek olanlar, sabun köpüğüne aşk romanları, devrimcilerin hayatları, ülkenin siyasi tarihi aklınıza ne gelirse işte, çeşit ayırt etmeden okudum. Şu an durduğum noktadan geçmişe bakınca favori yazarlarım belli, favori kitaplarım belli, ne yazsa okurum dediklerim belli. Yazarı çok sevip kitabını sevmediklerim de var, bu muhteşem kitabı bu yazar nasıl yazmış, olamaz dediklerim de. Övebileceğim de yerebileceğim de kitap sayısı çok fakat iş enlere geldiğinde benim ağzımdan, kalemimden en büyük övgüyü alan kitap sanırım Yeşil Peri Gecesi. Diğer göz bebeğim kitaplara haksızlık ettiğimi düşünenler olabilir, haklılardır belki de bilmiyorum. Gelin görün ki Ayfer Tunç her bir cümleyi nakış gibi işlemiş, ben seni gebertmeye karar verdim sevgili okur bu kitabın sonunda, kaçarın yok diye inat etmiş bu kitapta. En içime işleyen tanımlardan biridir kanırtmak. heh bu kitap işte kanırtıyor insanın içini. Öyle. Hissettiriyor bu kitap. insanlığından utanmayı, çok aşık olmayı, içinin çürümesini, çaresizliği, leşliği daha neleri neleri.

Yıllar geçer ve kitap tekrar elindedir. Sen altını çizdiğin cümlelere bakarsın.

--spoiler--

Ali'nin sesinde ve ellerinde dünyanın bütün şefkatleri vardı.

Beni kendine çekti. Yumuşacık sarıldı. Bir bebeğin başını sarar gibi, avucunu kafatasımın arkasına dayadı, yüzümü omuzlarına bastırdı. Ali'nin unutalı yıllar-yıllar-yıllar olan kokusunu yeniden duyunca burnumun direği sızladı.

Ne kadar ömrüm kaldıysa seninle geçireceğim dedi. inandım. Ali bana hiç yalan söylememişti. Beni kırmıştı, çok üzmüştü, terk etmişti, ama hiç yalan söylememişti.

Her gece Ali'yi kendime bir kez daha tekrarladım. Ama onun ertesi gün buluşacağımızı bile unuttuğu olurdu. Benim için Ali hayatın tamamını kapsıyordu. Ama Ali için ben hayatın kapsadığı küçük bir şeydim.

Ali o günü anlatırken bana bakıyordu. O günkü gibi bakıyordu. Ali o gün bana aşkla bakmıştı. Şimdi de öyle bakıyordu. Ah Ali! Diye düşündüm. Her şeyi hatırlıyorsun, ama bak, geçip gitti yıllar.

Ayrılmalıydık Ali. Kendiliğinden bitmeliydi aşkımız. Hani korlar yanıp geçer ya, öyle. Aşkım daha alev alevken, beni öylece bırakıp gitmemeliydin.

Yıllarım seni bırakıp gittiğim için pişmanlıkla geçti.

Ben zaten bu yaşa gelene kadar çok fazla adama aşık olmuştum. Hayata hep kendimi birilerine aşık olduğuma inandırmaya çalışarak tahammül etmiştim. Ama hep birilerine aşık olmaya çalışarak sefil olmuştum. (Aslında aşık olduğum herkes tekti, Ali'ydi.) Ben kendimi aşkın içinde kaybedemezdim. Ben kendimi hayatın içinde kaybederdim. Aşık gibi bir şey olurdum, (bir şey işte.. aşığa benzeyen, aslında değil). Ama sefaletim gibi değildi, gerçekti.
Sevilmek istemiştim. Ömrüm sevilmek isteyerek geçmişti. Sevilmek için güzelliğimden başka verebileceğim hiçbir şeyim yoktu. Ama güzelliğimi herkes istemiyordu. isteyenler de çabuk bıkıyorlardı. Sevginin kesintisiz bir şey olduğuna inanmıyordum. Sevgi doğuyordu. Sonra bir gün ölüyordu. Ölünce hiç doğmamış gibi oluyordu.

Bir şişe viski biter kalkarım. Ali'yi yüzünde gelişin bana acı verdi cümlesiyle bırakırım. Benim yüzümde ise, vicdan sahiplerinin mağdur ettikleriyle imtihanı çok zorludur cümlesi. Asansör gelir, Ali zoraki gülümser. Gene gel ara sıra der. Gene gel ara sıra mı? Donup kalırım. Sözcükler dökülür ağzımdan, parça parça olur. Beni işte şimdi yıktın Ali, beni şimdi gerçekten terk ettin! Sarsılır Ali'nin yüzü, darmadağın olur. Söylenebilecek en yanlış şeyi söylediğini anlar. O güzelim siyah gözlerine acı, yıldırım gibi düşer, tepeden tırnağa yanar, bana bunu yapma der gibi bakar. Birden gözlerinde yaş parlar. Beni tutar kolumdan. Sımsıkı sarılır. Ali'nin göz yaşlarıyla içim yıkanır. Mutlaka gel, gene gel, n'olur gel der. Giderim.

--spoiler--

Bazı cümleleri asla söylememen gerektiğini, bazı insanları asla terk etmemen gerektiğini, kalbini yerinden çıkara çıkara sana öğreten kitaptır Yeşil Peri Gecesi.

kayıp şehir

ikiyüzlü olduğumuzun kanıtı olan ekran şaheseridir. yakın zamanda bitecek, çünkü biz milletçe alışkın değiliz gerçeklerin suratımıza dan diye çarpılmasına.

aşk-ı memnu'yu ağzın açık izlersin, behlül bihter'e kaç posta kaymış salyaların akarak bakarsın ama aysel'in aşkı, aysel'in kıyafetleri, aysel'in lafları kanına dokunur. neden? çünkü aysel orospu. festus okey'i tanımıyorsun, 6-7 eylül umrunda değil, belki bir fikrin bile yok. bu ve buna benzer çok çarpıcı konuları sakınmasız bir şekilde anlattığı için bile yeri çok başka.

bitecek olmasından mütevellit diziyi hızlı tren moduna geçirdiler, yine de özellikle son bölümü çok iyiydi.

uğur polat'a ayrı parantez açmalı, çizdiği karakteri sevmemeye imkan yok. irfan kaleli ile birlikte karşılıklı oynadıkları sahneler -ki buna oynamak denmez resmen döktürüyorlar- ders niteliğinde. ikisinin diyalogları çok sağlam ve özenli yazılmış. murat uyurkulak ve yıldırım türker diyor, saygıyla eğiliyorum.

dün geceki bölümünde aysel'in ettiği cümle ise ayrı bir yazı konusu.

"dünya güzel sanmıştım meğer kafam güzelmiş."

aşk

sana dünyanın en uzun gecesini 21 aralık diye yutturmaya çalışıyorlar. en kısa gecesini başka bir tarih. 21 haziran diyorlar ona da. oysa sen bilmiyor musun ki, dünyanın en uzun, en kısa günlerini, gecelerini güneş, ay, bilimsel herhangi başka bir şey değil, tek bir insan belirliyor, hayatında.

sen biliyorsun. aşık insan bilir.

dünyanın en uzun gecesini diğer insanlar, senin en uzun geceni-sadece-sen bilirsin. gündüzünde gülümserken etrafına, mutluymuş gibi yaparken, hiç bitmeyecek gibi gelen, o'ndan ayrı geçirdiğin gece-ler-dir senin en uzun gecen. midende tepişen fillerin, çift kale maç yapmaya karar verip, topu tam 90a çaktığı gece-ler-dir. acabalarla dolu, ağlamalarını duymasınlar diye yastığınla öpüştüğün gece-ler-dir. o'nu bir daha asla göremeyeceğini düşünerek uyuyamadığın gece-ler-dir.

sen biliyorsun. aşık insan bilir.

dünyanın en kısa gecesini diğer insanlar, senin en kısa geceni-sadece-ikiniz bilirsiniz. havanın bir türlü kararmak bilmediği, kararsa da bir türlü soğumadığı, hep sıcacık olduğu gecedir. moda'da, eve hiç dönmek istemediğin o yaz gecesidir. ilk öpücükteki, tüm vücudunun titrediğini hissettiğin gecedir. başka bir ülkeye gitmeden önce, vedalaşılan son gecedir. üşüyen ayaklarının, o'nun elleriyle, nefesiyle ısıtıldığı gecedir. saç diplerini okşarken, farkında olmadan gülümseyerek uyuduğun gecedir. kimse bilmez ki, o'nun sol göz kapağının üzerinde isyan etmiş gibi duran iki ayrı kirpiği öptüğün gecedir.

sen biliyorsun. aşık insan bilir.

o'nunla olduğun her günün gecesi 21 haziran'ken, o'nsuz geçirdiğin her gece 21 aralık'ın ta kendisidir.

aşkın cep defteri

Aşkın Cep Defteri, Mungan'ın kemikleşmiş okur kitlesi için değil sadece, çok daha geniş kesime hitap eden bir kitap. Benim canım yazarımın en sevmediği şey kendisine ait olmayan cümlelerin, onun imzası ile ortalarda dolanmasıyken, bu kitap sonrasında yenilenen ve gerçekten Mungan'a ait olan aforizmalar saracak ortalığı. Altını çizdiğim öyle çok cümle var ki hepsini yazamayacağım. En çok etkilendiklerimse aşağıda.

--spoiler--

--spoiler--

** Birbirimizi ne kadar sevsek de bir beraberlik çıkmıyor yan yana duruşumuzdan.

** Şimdi elinde tuttuğun fotoğraf bu. Daha çok 20li yaşların anları bunlar. Bir insanın yaşamında belki de sonradan en çok özleyeceği yaşların. Genç olmaktan anladığı yaşların. Kolay neşeler ve kolay kederler edinilen; heyecanın tükenmezliğine, duyguların ömür boyu süreceğine gönülden inanılan yaşların. Toyluğun.

** Ayrılık da hastalık gibi yaşanır. Hani kimi ateşli hastalıklar vardır; sabahları daha iyi kalkar, gündüzleri iyileştiğini sanırsın, hallettiğini. Akşam indiğinde yeniden ateşin ateşin yükselir, gözlerin kararır; özlersin, çok özlersin; sandığın kadar halledememiş olduğunu anlarsın, ateşin sürüyorsa hiç halledemediğini düşünmeye başlarsın. Sonra ertesi gün gene aynı şey olur, sabah bir armağan gibi hafif gelir, sonra yine akşam iner. Ateş. Kor. Bir süre böyle sürer bu. Kimi zaman iyileşirsin, kimi zaman çaresizliğini unutmak sanırsın, kimi zaman artık hiçbir şey sanmayacak kadar kapılırsın gündelik hayatın akışına. Aşk bazen acısız, ağrısız yıllarca durur aynı yerinde. Acısı geçeni, geçti sanırsın.

** Sen, aklınla ne düşünürsen düşün kalbin kendi hafızası var.

** Ben de senden, seninle olan ilişkimden bir şey öğrendim. Kendimin kıymetini öğrendim. Kendime değer vermeyi, bir ölçüde de olsa kendimi korumayı, kollamayı; sen beni öyle hoyrat kullandın ki, ben de işte bunları öğrendim. Gülümsedi. Yıllar sonra gelen geç bir gülümsemeyle gülümsedi. Bazı armağanların geç olması değerini hiç azaltmıyor. Boşuna değilmiş diyorsun. Hiç boşuna değilmiş.

--spoiler--

--spoiler--

Hele bir Karşı'nın Işıkları öyküsü var ki, ne ben buraya yazabilirim, ne nasıl hissettiğimi kimselerle paylaşabilirim. Bir Mungan kitabı daha, kitaplığımın en güzel yerinde çocuğuma miras diye, usul usul beklemekte.

yaş değiştirme törenine yetişen öyle bir şiir

"tomris uyar ne şanslı kadın!" dedirtir bana her okuduğumda. bir şeyler karalama sebebidir aynı zamanda.

“ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.”

ben seni o en güzel yaz akşamlarının serinliğinde gördüm.
dünyanın en güzel şehrinin en güzel semtinde bir gece kalbin deli gibi atarken gördüm.
ben seni dünyadan, diğer insanlardan soyutlanan anlarda gördüm.
gözlerim-n kapalıyken bambaşka diyarlarda gezinirken gördüm.
ben seni araya giren mesafelerde, bitmek bilmeyen yollarda gördüm.
senin olmadığın şehrin sınırları bana hapis duvarıyken gördüm.
ben seni telefonun bir ucunda dünyanın en güzel sesiyken gördüm.
ülkelerin arasındaki sınırları tek bir “alo”nla kaldırırken gördüm.
ben seni deli gibi edilen kavgalarda “yanımda olsan öldürürdüm” diye düşündüğüm tüm anlarda, -yanımda olduğunda- bağır çağır sarılmalarında gördüm. saçlarımı okşayıp, kokumu içine çekerken gördüm.
ben seni içilen o biralarda, rakılarda, sarhoş olunan gecelerde gördüm.
aşkından-m kafam güzelken gördüm.
ben seni feda edilen diğer tüm insanlarda gördüm. hiç pişman olmamaklarda gördüm.
ben seni hep benimle gördüm. hep “biz” gördüm.

“ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.”

kumral ada mavi tuna

--spoiler--

-ben buradan denize balıklama atlar, yüzer gelirim! dedi aras. sesinde kafa tutan, meydan okuyan bir ton vardı ki, meydan zaten tamamen onundu. "sen yaparsın arascım!" dedi gururla ada.

aras, ada'nın yanağından bir makas aldı. ada cilveyle gülümsedi ve ağbim denize doğru koştu. kör uçuşu balıklama atladı.

TAK! diye bir ses duyduk. o kadar. başka hiçbir şey duymadık. TAK! sert bir cismin başka bir sert cisme sertçe çarpma sesi. hepsi o kadar. bir daha aras olmadı. aras atladı ve bitti.

on sekiz yaşında hiç acı çekmeden gitmişti aras. ada günlerce hastanede kaldı. elimde aras'ın tişörtüyle kalmıştım.

o gece kuzguncuk uyumadı. o gece aras'la birlikte benim de bir parçam gitmiş, tümden yok olmuştu. o gece hepimiz bir şeyler yitirmiştik. geleceğimizden bir parça, umutlarımız ve neşemizden kocaman bir parça. o geceden sonra hiçbir şey bir daha eskisi kadar güzel olmadı. hiçbir şey.

ah aras, ah böyle nereye?

son yıllarda sık sık gördüğüm bir düş var ve sanki benim hikayemi tam özetliyor. düşümde aras’ı camdan yapılmış bir kutu içinde görüyorum. sırt üstü yatmış, uyuyor. öyle yakışıklı ve genç ki... ah onu tanımlayamam. bunu ancak aras’ı tanımış, o güzellikte yanan dikkafalı erkeksi ateşi görmüş olanlar anlayabilirler.

ürkütmemeye çalışarak içinde yattığı camdan kutunun çevresinde dolanıyorum. güzel burnunu, etli dudaklarını, uzun bacaklarını ve uzun parmaklı ellerini süzüyorum. bir kadının erkeksi güzellikten yayılan o inanılmaz çekimle sarsılışının on katı heyecanlanıyorum. hayır yirmi, yok yüz katı! sonra onun da beni beğenip heyecanlanmasını arzu ediyorum. sanki o beni tanıdığı ve bundan sonra tanıyacağı bütün öbür kadınlardan daha fazla beğenmezse dünya duracak. o beni beğenmezse öleceğim. o bana hayran olmazsa ben yok olacağım. kadınlar aşık olduklarına bütün işlevlerini böyle yitirirler ya hani.. aras uyanıyor. aras bana bakıyor. gözlerinde bana baktığında bir tek benden gizleyemediği hayranlık. tanrım, aras bana hayran, o bana hala hayran!

sonra...

taş kesilmiş kalakalıyorum. onu, o ilkgençlik aşkımı camdan bir tabuta on yedi yaşımda hapsetmiş, öylece seyrediyorum. kederden delirerek. ter içinde uyanıyorum yüzlerce kere. sabah ezanı okunuyor, ben ağlıyorum.

ah aras, ah, nereye?-

--spoiler--

18 yaşımın en güzel kitabı. kumral ada mavi tuna.

sofra dergisi

Yemek yemekle aram çok iyi olmasına rağmen yapma kısmında oldukça sıkıntı yaşayan bir insanım gençler. Hepimiz gibi. Ya da hadi bir çoğumuz gibi diyeyim. Her anne gibi muhteşem yemek yapan bir anneye sahipken bu fırsatı değerlendireyim dedim. Tarif defterini bana miras bırak diye yalvardığım annem en sonunda arşivini açtı. Kadın orijinal. Tarif defteri yerinde sofra'nın sayılarını biriktirmiş. Bundan iyi miras mı olur dedim, üstüne atladım. Oturup, karıştırmaya vaktim olmadığında imdada yetiştiler yine. Online olarak da takip etmek mümkün. Kısacası hayat ve mide kurtaran dergi. Edinin, okuyun derim.

(bkz: http://www.sofra.com.tr)

Tabii tüm bunların insana kilo olarak geri döndüğünü de söylemeden geçmeyeyim...

bir kızıl goncaya benzer dudağın

türk sanat müziğine hayran olmak için tek başına bile yeterli sebeptir. hani üst üste kaç kere dinlenir bi fikrim yok gerçekten ama insanı hüzünden öldürebilecek kadar etkileyicidir. isterdim ki şu an sevgilime, onun gözlerine bakıp söyleyeyim; bir kızıl goncaya benzer dudağın, açılan tek gülüsün sen bu bağın.