bugün

entry'ler (9)

hrutar

sert iklimi ve zorlu coğrafyasıyla izlanda kırsalında geçen hüzünlü bir hikaye.

kasabadan epeyce uzak bir vadide, bitişik çiftliklerde küçükbaş hayvancılık yapan fakat birbirleriyle 40 yıldır hiç konuşmayan iki çiftçi kardeşin hikayesi.

çok gerektiğinde köpekle gönderdikleri notlarla haberleşen bol sakallı bu yaşlı kardeşlerin aralarındaki sorunun ne olduğunu hiç öğrenemiyoruz. her ikisi de hiç evlenmemiş, yapayalnız tipler. ama bu yalnızlık kent yalnızlığı gibi bunalım üreten cinsten değil. zira gayet yoğun ve huzurlu bir yaşamları var. çünkü yalnızlıklarını ve sevgi açlıklarını tamamen yetiştirdikleri koyunlarla gideriyorlar. her birine isim koyup evladı gibi sevip okşayan kahramanlarımız koyunların boynuna sarılıp gözyaşı dökecek kadar duygusal bir bağ kurmuşlar hayvanlarla.

kent yaşamı, teknoloji, modern hayat umurlarında olmamış gummi ve kiddi kardeşlerin. atadan dededen gördükleri yaşam tarzını hor görmemişler. kentlere kaçarak doğanın ırzına geçenlerden olmaktansa içine doğdukları dünyanın meşakkatli koşullarını benimsemiş, hayvanlarla ve doğayla barışık yaşamayı seçmişler.

ancak bölgedeki koyunlara bulaşan bir ölümcül hastalık, anlamı koyunlara yükleyen bu iki kardeşin hayat akışını tamamen değiştirecektir. zira koyunların hepsinin yürek burkan bir katliamla kıyımdan geçirilmesi gerekmektedir. bu kertede taban tabana zıt karakterlere sahip olan gummi ve kiddi'nin; kardeşlikleri, hayvan sevgileri ve yaşam tarzlarına olan bağlılıkları sıkı bir imtihandan geçecektir. bu imtihanı içeren hikayede iki yaşlı kardeşe, müthiş görselliğiyle izlanda kırsalı ve koyunlar birer karakter olup eşlik edecektir.
basit kurgusu ve acelesi olmayan sade anlatımına rağmen su gibi akıp giden film, bir anlamda ana rahminde son bulan zorlu finaliyle buruk bir tat bırakıyor.

normal people

şiirsel bir anlatım üslubuna sahip olması, depresif ve melankolik atmosferi, izleyicisini karakterlerin meselesinin bir parçası yapan yüzlere odaklı yakın plan çekim teknikleri, gerçekçi yapısı, oyuncuların karakterlerin ruh haline büründükleri müthiş performansları, farklı tarzdaki sahne geçişleri ve özellikle bölüm sonlarında devreye giren hüzünlü müzikleriyle etkileyici ve sıra dışı bir mini dizi.

dizinin çetrefilli bir hikayesi yokmuş gibi gözükmesi basit bir yapım gibi algılanmasına yol açabilecekken saydığımız bu özellikler iki gencin inişli çıkışlı aşk hikayesinden ibaret olan diziyi derinlikli bir yapım haline getiriyor. piyasa işi dizilere aşina olan izleyiciyi sıkabilecek arthouse bir iş olan dizi, iki gencin birbirlerine duydukları aşkı geniş bir zaman dilimine yayarak, gençlerin yaptıkları tercihlerin hayatlarına etkisini, değişen psikolojilerini ve hayatın içinde geçirdikleri dönüşüm ve gelişimi işliyor.

-spoiler-

hikaye üst sınıf bir aileden gelen marianne ile annesi marianne'lerde temizlik işi yapan connell'in lise sıralarında yakınlaşmaları ile başlıyor. marianne varlıklı ama sorunlu bir ailede, sosyopat bir anne ve düşmanca davranan bir ağabeyin yanında yaşaması nedeniyle insanlardan kopuk, içine kapalı bir ruh haline sahip. çok zeki, başarılı bir öğrenci ama öğretmenlerle olduğu gibi akranlarıyla da iğnelemeye dayalı bir ilişkisi var. sosyalleşememesi, yalnızlığı tercih etmesi de diğer öğrenciler tarafından ucube gibi görülmesine ve aşağılanmasına yol açıyor.
bu özellikleriyle tanıdığımız marianne, annesini almak için evlerine gelen connel'in kendisine sıcak davranması ve sohbete açık tavrı nedeniyle connel'e ısınıyor ve ilk cinsel deneyimini bu süreçte onunla yaşıyor. ve on iki bölüme sığan marazlı aşk ilişkisi bu şekilde başlıyor.

marianne gibi içine kapalı insanların aşkları da genelde normalin ötesinde bir tutkuya sahip oluyor. marianne, connel'i kısa sürede benimsemesine rağmen, çocuğun okul futbol takımının yıldızı olmasından kaynaklı popülerliği ve ait olduğu arkadaş grubunun marianne'e karşı aşağılayıcı bir tutum içinde olması beraberinde connel'in bu ilişkiyi gizli tutmak istemesini getiriyor. bu da connel'in aslında özgüven problemi yaşadığını, arkadaş grubundan dışlanmak istemediğini, kızı geçici bir ilişki olarak gördüğünü ortaya koyuyor. yani en az marianne kadar connel de sıkıntılı bir karakter. marianne'in, alaycı ekip tarafından hakarete uğradığı ve dolu gözlerle connel'in onu korumasını beklediği anlarda connel sadece kızarmak ve önüne bakmakla iktifa ediyor. hatta birkaç sekans sonra marianne resmen fiziksel ve sözlü olarak yanı başında tacize uğrarken bile başını öte tarafa çevirme onursuzluğunu göstermekte beis görmüyor. ilginç bir şekilde marianne de sanki çocuğun bu davranışları normalmiş gibi onu tolore ediyor ve onunla cinsel boyutu ateşli yaşanan ilişkisine devam ediyor. ta ki okul balosuna kendisini değil de daha önce ilişki yaşadığı bir başka kızı götürene kadar. orada ip kopuyor, nesneleştirildiğini gören marianne tavrını koyuyor ve ilk ayrılıklarını yaşıyorlar.

sonraki süreç üniversitede devam ediyor ve marianne istediği için tercihini onun gideceği üniversiteye yapan connel'in cephesinden üniversite hayatını izlemeye başlıyoruz. connel'in ilk etapta taşradan gelen bir alt sınıf olarak yaşadığı yabancılaşma ve yalnızlık çok gerçekçi yansıtılmış.
üniversite sürecinde de gitgeller içinde devam eden ilişkileri bu kez connel'in parasız kaldığı bir süreçte, kızdan onun evinde kalmayı talep etmeyi gururuna yedirememesi ve yanında ağlama krizleri geçirmesine rağmen ona bir türlü açılamaması yüzünden ayrılıkla noktalanıyor.

aslında birbirlerine derin bir aşkla bağlı olan ikili bu şekilde ayrılıp bir müddet sonra bir araya gelirken aralarda yaşadıkları başka ilişkilerde son derece mutsuz yaşıyorlar. ne zaman ki bir araya geliyorlar yaşamları bir anlam ve içerik kazanıyor. birbirlerinden beslendiklerinin ve birbirlerine ruhen bağlı olduklarının farkındalar ancak hep bir nedenle başka yönlere dağılmak zorunda kalıyorlar. ayrı kaldıkları dönemde connel panik atak nöbetleri geçirirken marianne de yalnızlığını ve mutsuzluğunu mazoşist eğilimlerle gidermeye, sevilmediği düşüncesiyle kendini cezalandırma yoluna gidiyor. o sıralarda birlikte oldukları kişilerin de mutsuz olmalarına neden oluyorlar. özellikle birbirlerini görmeden, kendilerini hayatın dışındaymış gibi hissederek, farklı ülkelerde geçirdikleri bir yıl ikisi için de son derece yıkıcı ve yıpratıcı geçiyor. fakat bu yıpratıcı süreç ikisinin de olgunlaşmasına ve kişiliklerinde birtakım dönüşümler yaşamalarına neden oluyor. o kadar ki vaktiyle gözünün önünde taciz edilirken dönüp bakmayan connel, marianne'e zarar veren ağabeyini ölümle tehdit edecek kadar korumacı bir hale gelebiliyor.

ne var ki bu dönüşüm ve gelişim, ikilinin hayatlarını birbirine vakfedip, birbirlerinin kıymetini anladıkları masalsı bir finalle sonuçlanmıyor. ayrı kaldıklarında nefes alamamalarına rağmen yollarına bireysel devam etme kararını alırken işin açığı çok da zorlanmıyorlar. kendilerince en rasyonel kararı alıp yollarına devam edebiliyorlar. doğu ve batı toplumlarının farkı bu tip durumlarda daha bir belirginleşiyor sanırım. "ya benimsin ya toprağın" anlayışındaki doğulu aşk kültüründe duygular en net ve sarih şekilde ortaya dökülür, tüm imkansızlıklar aşılarak aşıklar bir araya gelir veya bu uğurda kendilerini feda ederler. ama batıda en yoğun duygularla derinlikli yaşanan aşklar bile birey merkezli bakışla "herkes kendi hayatını yaşasın" rasyonalitesine boyun bükebiliyor. gerçi doğu toplumlarında da artık ilişkiler günübirlik ve haz merkezli anlayışa evrildi ancak genel karakteristik özellik olarak duyguların hayatın gidişatına yön vermesi hala yaygın bir davranış biçimidir..

hasılı kelam, hikayesi özü itibariyle bundan ibaret olan dizi işlediği ilişkideki iki tarafın da psikolojisini çok iyi yansıtmayı başarıyor. marianne ile connel arasındaki diyaloglar o kadar gerçekçi ve çarpıcı çekilmiş ki bir araya geldiklerinde dikkat kesiliyorsunuz. (dozu ve süresi abartılmış erotik sahnelerin dizinin ağırlığından götürdüğünü eklemeden geçmeyeyim.)
yaşanan ilişkide izleyici olarak zaman zaman biz de taraflar arasında gitgeller yaşasak da; ailesel kökenlere dayalı psikolojik sorunlar yaşayan marianne'e kıyasla sınıfsal nedenlere dayalı bir eziklik ve aşağılık kompleksi içinde olan connel'e daha çok kızıyorsunuz. ikisinin aşkı da doğal ve sahici olmasına rağmen ilişkilerinde yaşadığı yalnızlıktan muzdarip olan marianne'in sahiplenilme ve ait olma ihtiyacıyla yüklü aşkı daha çok çarpıyor.

dizinin özellikle 9 ve 10. bölümleri en etkileyici bölümlerdi. mesela; yeşim ustaoğlu'nun tereddüt'ündeki müthiş psikiyatrist sahnesini aratmayan, connel'in ağlama nöbeti geçirerek kendini anlatmaya çalıştığı psikiyatri seansını içeren kısım,
connel'in depresyonda olduğu süreçte başka diyarlarda olmalarına rağmen marianne'in onun yanında olmak için connel uyurken skype üzerinden kamerayla sabaha kadar başında beklediği sahneler,
ve final bölümünde karşılıklı ağlayarak karar aldıkları sekans, dizide kalıcı iz bırakan sahnelerdi.

suzan defter

ayfer tunç'a ait nadide bir uzun hikaye. suzan defter ilk etapta okuyucunun baskı hatası zannına kapılacağı bir tarzda dizayn edilmiş. aslında günlüklerden oluşan iki farklı öykü var ve birbiriyle ilintili bu iki öykü bir anlamda iç içe akıyor.

kitabın sol tarafındaki sayfalarından öykünün bir kanadı, sağ tarafındaki kanadından diğer öykü akıyor. yalnız herhangi bir uyarı yer almadığı için meseleyi anlayıncaya kadar bir yirmi sayfa kadar okumanız icap ediyor. muhtemelen öykülerin ikisi aynı anda gün gün okunsun düşüncesiyle kurgulanmış ancak bu yorucu olacağı gibi öykülerden alınacak keyfi öldüreceğinden önce (özellikle) sol tarafın, o bitince de sağ tarafın okunması daha etkili olur diye düşünüyorum.

ayfer tunç, henüz kadri kıymeti yeterince anlaşılamamış çok değerli bir yazar. öykülerinin de bir çoğu kült seviyesinde olan romanlarının da türk edebiyatının nadide eserleri olduğunu söylemek hiç de abartı olmayacaktır.

eserlerinde tüm yönleriyle insanı ele alıyor ayfer tunç; erkeğiyle kadınıyla karakterlerinin ruhlarına sinen gizli kötücüllüğü ortaya çıkarmaya çalışıyor, kentin rahimlerine sinen hayatı, hayatları anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyor.
taş-kağıt-makas'da şöylesi karakterleri anlatıyor mesela:

hayatındaki büyük boşluğu boşlukla doldurmaya çalışan ve zamanın ipini kopararak hayatın döngüsünün dışında kalmaya çalışan,

gidenin enkaz bıraktığı, kalanın boşluğun acısını çektiği ayrılıkların anaforunda yutulup giden,

sevdiğini ezen bir sevdayla seven, kaldırabileceğinden çok sevdiği maşukunun "unut beni" darbesiyle ruhunda iyileşmez yaralarla yaşamak zorunda kalan, büyük aşktan korkan küçük bir adama aşık olduğu için de "dünya ağrısı" çeken,

kuruyan iki su damlası gibi birbirinden uzaklaşarak bir hiçi yaşayan ve bu hiçliğinden acı çeken evliliklerin çürüttüğü,

benliğini başka bir karakterin ruhuna yapıştırıp onun hayatını yaşayan ve içinde onun hayaletiyle dolaşan, kendi olamadığı için de "orta malı bir hayat" yaşamak zorunda kalan,

anlatmak ve dinlemek için para ile arkadaş tutacak kadar koyu ve kederli yaşanan bir yalnızlığın içini boşalttığı, amaçsızlaştırdığı insanlar...

ayrıca;

dokunaklı bir aşkın gönüllü kurbanı olacak kadar aşka değer atfeden ya da "seçmediği bir aşkın ecesi olmanın yarattığı sonu gelmez bir kinle" yaşadığı hayatta "aşk" kelimesine hiçbir anlam yüklemeyen,

yanlış yerde ve yanlış zamanda ömür tüketen, hayata çaldığı maya tutmayan,

hayatın iz bıraktığı, anlam arayışında manalı bir yaşam derdinde olanların yanı sıra salak bir mutlulukla hayatı kıyıdan ve yüzeyden yaşayan karakterler...

aşk 101

lise yaş grubundaki gençlerin her türlü otoriteyle sorunu vardır. 17-18'li yaşlara geldiğinde, anne babasıyla olan iletişimi olabildiğince zayıflamış, ilkokul ve ortaokulda özdeşim kurduğu, kimisine hayranlık veya aşk beslediği öğretmenlere olan saygısı sıfırlanmış, sistemin bekçisi ve temsilcisi olarak gördüğü okul idaresi de liseli gencin nefretinin öznesi haline gelmiştir.

kendisinin farklı olduğunu düşünür ve dünyayı değiştirebileceğine inanır. çok duygusaldırlar, bir anda bağlanır bir anda bağlarını koparıverirler. arkadaşlık duyguları çok güçlenir ve arkadaşları için geleceklerine etki edecek kararlar almaktan çekinmezler. anne babası ile çatışırken kendisi gibi bağımsızlık arayışında olan akranlarıyla kurduğu dostluk onun en büyük sığınağı olur. veliden baskı, kısıtlama veya yasaklama gördüğünde hıncını dersleri sererek, eve geç gelerek, okulu asarak çıkarır.

iç dünyaları feci karmaşa içerisindedir. bedenleriyle başları derttedir. yalpalayıp duran cinsellik ve saldırganlık dürtülerini düzene sokma çabasındadırlar. ruh halleri inişli çıkışlı, tepkileri değişken, davranışları tutarsızdır. onlara ulaşmak; saygılarını ve güvenlerini kazanma şartına bağlıdır.
çıkarcı, işbirlikçi ve ikiyüzlü olarak gördüğü yetişkinlere güven duyabilmesi çok zordur. ondan korktuğunu belli eden bir öğretmene asla saygı duymazlar. keskinleşmiş olan adalet duygularına hitap edebilecek, onları anladığını ve sistemin saçmalıklarına karşı koruyabileceğini hissettirebilen, standart öğretmen tiplemesinin dışına çıkabilen öğretmenler onların saygısını ve güvenini kazanabilir.
disiplin, tehdit ve ceza büyük çoğunluğunu sindirmeyi başarsa da ailesinde sorunlar yaşayan, okulda adaletsizliğe maruz kalmış, bir takım travmalar yaşamış veya farklı yetenekleri olan çocuklarda bunlar hiçbir işe yaramadığı gibi ters ve kışkırtıcı etki yapabilir.

lisede görev yapacak öğretmenlerin de belli niteliklere sahip olması gerekir. iç dünyalarında fırtınalar kopan, adrenalin patlaması yaşayan, kaplarına sığmayan gençlerden oluşan kalabalık bir sınıfta, sağlıklı ve verimli bir ders ortamı yaratabilmek öyle kolay bir iş değildir.
sosyal becerisi olan, alanına hakim, ilgi çekici şekilde ders anlatabilen, öğrenciye korku ve tedirginlikle değil empati ve anlayışla yaklaşabilen, biraz esprili ve sempatik, ders dışı konularda da çocukların ilgisini çekebilecek donanıma sahip, tutarlı bir disiplin anlayışı olan ve asla ayrımcılık yapmayan öğretmen, 16-17-18 yaş aralığında, evrenin merkezinde olduğunu düşünen gencin güvenini ve saygısını kazanır.

bir de deveye hendek atlatsa öğrenciyi kazanamayacak öğretmen tiplemesi vardır ki bunlar çoğunluğu oluştururlar. öğrenciyi tehdit olarak algılayıp ona korkuyla yaklaşan, her daim sinirli, gergin veya alaycı, adaletsizlik yaparak öğrenciler arasında ayrımcılık yapan, haksız ceza veren veya arkadaşlarının önünde öğrenciyi azarlayarak veya küçük düşürerek aşağılayan, sürekli öğüt veren, dersini ilgi çekici ve zevkli anlatamayan, çocuğun ruhuna temas edemeyen, notu baskı ve tehdit aracı olarak kullanan, öğrenciye suçlu gibi yaklaşan ve yakın davranırsa iyi niyetinin istismar edileceğine inanan önyargılı öğretmen; yıllardır onlarca öğretmenle karşılaşmış ve artık işin kurdu olmuş öğrencinin asla ne saygısını ne de güvenini kazanabilir.
öğretmenden bir ermiş olması beklenmemeli ancak özgüvenli olması, yaptığı işi ve hitap ettiği kitleyi sevmesi ve gençleri anlayabilecek donanıma sahip olması, onun okulun en kral hocası olmasını sağlayacaktır.

dizide ele alınan sorunlu karaktere sahip öğrencilere yakın bakalım:

derslerinde başarılı ve örnek bir öğrenci olan ama arkadaşları için kendini olayların içinde bulan ışık'ı dışarıda tutarsak diğer dördünde görülen genel özellikler olarak şunlar göze çarpıyor:
küstahlık, asilik, kontrolsüz öfke ve kavgacılık, kabalık ve saygısızlık...

bu özelliklerin hemen hemen tamamını bünyesinde barındıran kerem, okulun basketbol takımın yıldızı ve bu alanda çok yetenekli. ancak çok öfkeli ve maçta faul çalmayan hakeme saldırıp yumruklayacak kadar kavgacı bir genç. zorbalık yaptığı diğer öğrenciler ve saygı göstermediği öğretmenler tarafından sevilmiyor, idareyle sık sık başı derde giriyor. özeline eğildiğimizde; geleneksel ataerkil aile yapısına yakın bir ailede büyüdüğünü ve saygın bir iş adamı olan babasıyla otorite savaşı yaşadığını görüyoruz. babasının oğlu olarak anılmaktan rahatsızlık duyuyor, kendi kimlik ve kişiliğini ortaya koyabilmek istiyor. babasıyla olan problemi ve iktidar savaşı, oluşmakta olan kişiliğini olumsuz etkiliyor, onu hırçınlaştırıyor ve belayla yakın hale getiriyor. fakat kerem, öfkesini ve kaba kuvvetini salt kötü amaçla kullanmıyor. mesela, köşeye sıkıştırılıp tartaklanan bir çocuk için üç serseriyle kıyasıya dövüşmekten çekinmiyor.

eda: okulun en popüler ve güzel kızı. özgüven eksikliğini ve korkularını, güzelliğini ve dişiliğini kullanarak gidermeye çalışıyor. bedeni fit ve her daim çekici olursa saygı göreceğini düşünüyor, ondan sebep sürekli aç geziyor. ailesinde ciddi bir sıkıntı gözükmemesine rağmen kendini gösterebilecek, öne çıkıp konuşulmasını sağlayabilecek sansasyonel olaylar yaratıyor. sık sık disiplin kurulunun önüne geliyor. ilkel ve ele avuca sığmaz yapısına rağmen bulduğu her yere güzel resimler, portreler çiziyor. bu alanda ciddi yeteneği var ve prestijli olmadığını düşünmesine rağmen grafik okumak istiyor.

sinan: anne babası ayrılmış ve kendilerine farklı yaşamlar kurmuşlar, o da boğazda dökülmekte olan bir yalıda yatalak halde yaşayan dedesiyle yaşıyor. ciğerlerinden hasta ama kendisine bakmayacak kadar dünyadan bıkkın ve umarsız. hiç kimseye saygısı yok. olan biten hiçbir şey umurunda değil. aynı zamanda cebinde taşıdığı konyağa bağımlı, alkolik olma yolunda kararlı bir yapıda. sık sık gelip evdeki değerli eşyaları diğer evine taşıyan aşağılık bir babası var. yüreğini hissettirecek birini tanıyana kadar yaşamdan hiçbir beklentisi olmayan sinan, yaşama tutunmak için de bir neden göremiyor. aslında sinan'ın kimseye zarar veren bir yapısı yok. o sadece hiçbir şeyi takmadan, pervasız yaşıyor, bu da onun yolunun sık sık otoriteyle kesişmesine yol açıyor.

osman: dizinin en ilgi çekici karakteri olan osman, ne kerem gibi öfkeli ve kavgacı ne de sinan gibi bunalımlı ve hayattan vazgeçmiş. harika bir kişiliği var. müthiş sosyal, zeki ve yaratıcı. parasal meselelere kafası feci çalışıyor. kendi ekmeğini kendi kazanıyor. okuduğu okulun ve çevredeki okulların kantinlerini arka planda osman işletiyor. maçlarda bahis oynatıyor, karaborsa bilet filan satıyor. yaşanan sorunlarda planları ve görevlendirmeleri osman yapıyor. sosyal kişiliğiyle herkesle arası iyi olan bir karakter. tam bir kapitalist. parayı düşünmeden yaşayabilmek için çok kazanmak istediği para onu bazen (okullar arası münazara yarışmasında bahis oynatmak gibi cürümlerle) otoriteyle karşı karşıya getiriyor. babasıyla harika bir ilişkisi var ve para kazanmak için yasa dışı yolları kullanmak dışında bir sorunu gözlenmiyor. kimseye zarar veren biri değil. aksine kazandığı paralarla tespit ettiği fakir insanlara erzak yardımı yapacak kadar merhametli ve iyi niyetli.

görüldüğü gibi iç dünyalarına inildiğinde sorunlu addedilen bu çocukların hiçbirinin "kötü" olmadığını görüyoruz. sistemle, yetişkinlerle, hayatla problem yaşıyorlar fakat sinan da dahil hiçbiri okuldan atılmak istemiyor. hatta atılmamak için başka insanların hayatlarını manipüle etmekten çekinmiyorlar. bunu yaparken bile aslında iyi niyetli olduklarını görebiliyoruz. kendilerini kollayan burcu öğretmenlerini, adi bir alçak olduğunu fark ettikleri nişanlısından ayırmayı görev addediyorlar.

peki içinde bulundukları eğitim sistemi ne yapıyor bu çocuklar için diye baktığımızda okul idaresinin ve öğretmenlerin disiplin ve cezayı tek argüman olarak kullandıklarını, bir an önce dördünü de okuldan atmak ve onlardan kurtulmak istediklerini görüyoruz. ne onları anlamak istiyorlar ne de konuşup düzeltme yolunda bir çaba sarf ediyorlar. çocukları düşman ve tehdit olarak görüyorlar, ıslah olmalarının mümkün olmadığına inanıyorlar ve onlarsız bir okulda rahat etmek istiyorlar.
öğretmenlerin, fiziksel olarak da giyim tarzı ve kişilik özellikleri açısından da oldukça gerçekçi yansıtıldığı dizide, burcu öğretmen dışında tamamının yukarıda betimlediğimiz olumsuz öğretmen tiplemesi özellikleri gösterdiğini görüyoruz. okul idaresi de zaten tüm dünyada geçerli olan karakteristik idareci tiplemesine uygun davranış sergiliyor.

karşımızda çok zeki ve yetenekli olan ancak birtakım sorunları ve uyum problemleri yaşayan dört genç bulunuyor. sistem, bu çocukları dışlıyor ve onlardan kurtulmak istiyor. ayak bağı kabul etmiyor. normal addettiği, çarklarının dişlileri arasında öğütmeyi başardığı çocukları kar olarak görüp uyumsuz olanı sokağa ve suça terk etmeyi yeğliyor. ve bu sistem dünya sinemasından sayısız eğitim temalı filmi incelemiş biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki dünyanın her tarafında aynı şekilde işliyor. kurulu düzen; farklı olanı, uyum sağlamayanı öteki olarak fişliyor ve atık organik madde muamelesi gösteriyor.

peki o halde dizinin önümüze sunduğu sorgulama imkanını kullanarak soralım:

modern-zorunlu eğitim sisteminin amaç ve hedefleri nelerdir?

okul, ‘’insanları boyunduruk altına alma, düşünce ve davranışlarını yönlendirme’’ pratiği olarak işlev görsün diye mi vardır?

joel spring’in ifadesiyle okul, itaatkâr işçiler ve yurttaşlar üretmek için tasarlanmış planlı bir toplumsallaştırma yöntemi midir?

catherine baker’ın ifade ettiği gibi toplumsal-ekonomik makinenin işlemesi için gerekli olan bilgileri öğreten, itaati aşılayan, eleyen ve rolleri dağıtan bir sistem mi?

yoksa, çocuğu doldurulması gereken boş bir bidon olarak gören, toplumdaki çeşitliliği ve bireysel farklılıkları ortadan kaldırmaya yönelik “toplum mühendisliği” pratiklerinin operasyonel aygıtı mıdır?

ya da çocuktan başlayarak tüm vatandaşları itaate alıştırmak, devletin ideolojisini etinde ve kemiğinde hissettirmek, her özgürlük fikrini daha filizlenmeden bastırmak, düşünceleri çitlerle çevrili güzergâhlara yönlendirmek ve onları rahatça yönetilebilir minnettar tebaa olarak terbiye etmek üzere kurulduğunu söyleyen walther borgius haklı mı yoksa?

baş belası

altındağ tiyatrosunda iki gün önce prömiyeri yapılan olmamış ankara dt oyunu. sezonun en zayıf oyunlarından olduğunu çok rahat iddia edebileceğim baş belası, kişilik bozukluğu olan bir hastanın acil şekilde randevu aldığı kadın psikiyatristi bir kaç dakika içinde zıvanadan çıkarması, sinir krizi geçirmesine ve hastaneye yatırılmasına sebep olması, sonrasında da doktorun yine psikiyatrist olan kocasının, eşinin hastalarına bakmaya başlaması ve aynı hastanın onu da çıldırtması şeklinde devam eden abuk bir hikayeden ibaret.
abukluğu hikâyenin yetersizliğinden kaynaklandığı gibi sahneye aktarımındaki yapaylıktan da kaynaklanıyor. oyuncular kan ter içinde ruhsuz olan oyuna bir mana katmaya çabalıyorlar fakat özellikle oğulcan arman uslu'nun üst düzey performansı bile oyunu kurtarmaya yetmiyor.
çok da abartılı olmayan davranışlara sahip bir hastanın tecrübeli psikiyatristleri ilk seansta üç beş dakikada çıldırtabilmesi, psikiyatristlerin bu kadar kırılgan bir psikolojiye sahip olmaları hiç inandırıcı olmamakla birlikte komedi yapmak için bu şekilde olması istendiyse eğer maalesef bunda da pek başarılı olamamışlar. birkaç histerik refleks dışında gülünecek bir şey bulmak mümkün değil.
lafın burasında devlet tiyatroları genel müdürlüğüne bir çift lafım olacak. be kardeşim nedir bu batı hayranlığınız, bir türlü bitip tükenmeyen batı sevdanız. kıran mı girdi yerli mizaha da her sezon dört beş tane saçma sapan batılı salon komedilerine maruz bırakıyorsunuz tiyatroseverleri. sürekli benzer veya aynı oyunları ısıtıp ısıtıp sahneye sürerek, kendinizi tekrar ederek nasıl gelişecek bu zıkkım. dahası nasıl yetişecek yerli senaristler hiçbir oyunları sahne şansı bulamazsa? şu berbat oyunun yerine iyi bir yeni yazılmış yerli komedi sahnelense kıyamet mi kopardı? nedir bu uyarlama aşkı veya kolaycılığı.
ayrıca sadece avrupa veya amerika'da mı tiyatro sanatı icra ediliyor? dünyanın diğer tiyatrolarından neden hiç uyarlamıyorsunuz? sürekli aynı oyunlar etrafında dönen bu kısır anlayışla nereye kadar gidilir, nasıl gelişim sağlanır. hangi oyuna baksan 3-5 yıl önce de sahnelenmiş.
bu kadar yetenekli oyuncu yetiştirip bu tarz oyunlarda o yetenekleri heba edip köreltmek nasıl bir müsrifliktir. kocasını pişiren kadın, baş belası, hedda gabler(yarıda terk ettiğim tek oyun), söylentiler, müfettişler (rezaletin en önde gideniydi), kontrabas, eurudice'nin elleri gibi oyunlarla izleyicilerin beynini iğfal etmekten bir an önce vazgeçersiniz umarım.

james jeffrey

14 ağustos 2016'da hüriyet gazetesine verdiği röportaj'da epeyce ses getiren laflar eden ve abd dış politika anlayışına ışık tutacak açıklamalar yapan, 2010-2012 yıllarında abd'nin ankara büyükelçisi olarak görev yapmış amerikan kişisi.

öncelikle röportajdan önemli gördüğüm bir kaç pasaj aktarayım:

'erdoğan washington’da sevilmiyor. erdoğan avrupa’da da sevilmiyor. otoriter görülüyor ve iyi bir oyuncu olmadığı düşüncesi hâkim. batı daha önce erdoğan’dan daha otoriter olan çok liderle muhatap oldu, olmaya da devam ediyor. ama fark şu; suudlar, mısırlılar – lisanımı maruz görün – her koşulda bize yaltaklanıyor. f-16’ları, müttefiklik ilişkilerini falan düşünerek bizimle aynı değerleri paylaşıyormuş gibi yapıyorlar. erdoğan ise bizimle çatışıyor, çelişkilerimizi yüzümüze vuruyor, dostumuz olmaya çalışmıyor. ondan daha otoriter liderler ise dostumuzmuş gibi poz yapmakta beis görmüyor. çok yakın zamana kadar putin bile böyle davranıyordu. erdoğan washington’da bu yüzden sevilmiyor.'

'doğu asya ve arap ülkelerinin yaptığı gibi bize yaltaklansanız, özgürlükçüymüş gibi davransanız böyle olmayacak. oysa erdoğan gibi yüzümüze karşı çatışmacı bir üslup tercih ediyorsanız insanlar size sempatiyle bakmayacaktır.'

'batı, erdoğan konusunda hayal kırıklığı yaşıyor. obama mesela...islamcı ama demokratik bir lider olarak erdoğan’dan yüksek beklentileri vardı. oysa erdoğan tanıdığım bütün liderlerden daha fazla batı değerleriyle çatışıyor, batı’nın çelişkilerini yüzüne vuruyor. oyunu kuralına göre oynamıyor yani. sisi’ye bakın. sert bir tutumu olsa da oyunu oynuyor. diğer otoriter liderler de keza. dolayısıyla da önceki sorunuzun cevabı şu; evet erdoğan’a karşı önyargılar da darbe teşebbüsüne verilen tepkilerde rol oynadı.'

eski büyükelçinin sözleri çok açık net. türkiye'yi bu şekilde görüyorlar ve halklarına da bu şekilde anlatıyorlar. bir önceki stephen m walt entrysinde walt'ın 'abd, bölgedeki ülkelerin kendisini memnun edebilmek için çabalamalarını ister' şeklindeki yaklaşımıyla birlikte değerlendirdiğimizde tayyip erdoğan nefretinin nedenini anlayabiliyoruz.

her fırsatta dünyanın 5'ten büyük olduğunu vurgulayan, batının ve abd'nin ikiyüzlülük ve adaletsizliğini ifşa eden, çelişkilerini yüzüne vuran, bölgesinde etkili olmak isteyen, tebrik etmek için kapısında sıraya girdikleri darbeci katil sisi'ye baştan itibaren kral çıplak muamelesi çeken, ne yaparlarsa yapsınlar iktidardan indiremedikleri bir adamla anlaşabilmeleri mümkün mü?

kibirli ve küstah batı'nın, dış politik çıkarlarını gözardı etme pahasına türkiye'yi istikrarsızlığa sürüklemeye ve altını oymaya çalışmalarının nedenini yukarıdaki cümlelerden ve pek çok batılı analistin değerlendirmelerinden çıkarmak mümkün.

stephen m walt

amerikan dış politikasına yön tayin etme noktasında teoriler geliştiren, son dönemde 'kıyıdan dengeleme' adını verdiği bir teoriyi dillendiren, 'ittifakların kökenleri' ve 'amerikan gücünün kökenleri' adlı kitapların yazarı olan, neo-realist ekolün önemli temsilcilerinden harvard üniversitesi'nde ders veren profesör.

geçen ay analist dergisine mülakat veren walt, amerikan dış politikası ve ortadoğu'ya dair önemli şeyler söylüyor:

öncelikle abd'nin dünyanın her yerinde liberal bir hegemonya kurma idealinden vazgeçmesi, ırak ve vietnam benzeri hatalar yapmaması gerektiğini belirterek, abd, dünya yönetiminde yine etkili olmalı fakat müdahil olduğu bölgelerde direk güç kullanmak yerine yerel unsurları kullanarak çözmesi gerekliliğini vurguluyor. (kıyıdan dengeleme adını verdiği bu yaklaşımın ortadoğu'da şu an uyguladığı yöntem olduğunu söyleyebiliriz.)

walt, ab'nin kendi bütünlüğünü sağlayıp tek bir ülke haline gelemediğini, rusya'nın düşüşte olan bir güç olduğunu, yükselen bir güç olan brezilya'nın ciddi sorunlarla yüzleştiğini (amerikan darbesiyle yönetim değişene kadar yükselen güçtü), hindistan'ın ilerde büyük bir aktör olabileceğini fakat katetmesi gereken çok yolunun olduğunu, dolayısıyla dünyada amerikan hegemonyasına rakip olabilecek tek devletin çin, odaklanılması gereken bölgenin de asya-pasifik olduğunu dile getiriyor.

ortadoğu coğrafyasında tek bir devletin domine edici güç olmaması gerektiğini, abd'nin; mısır, israil, iran, suudi arabistan ve türkiye'den hiçbirinin bölgeye egemen olmasını istemediğini ve güç dengesinden yana olduğunu belirterek, biz diyor bu devletlerden birini destekleyemeyiz diğerlerini dışlayarak. bu ülkelerin hepsi bizi memnun edebilmek için uğraşmalı, sabah uyandıkları zaman 'bugün washington'u memnun edebilmek için ne yapmalıyım' sorusunu sormalı diyor.

türkiye-abd ilişkilerinin geldiği sıkıntılı noktaya dair orjinal bir şey söylememekle birlikte 11 eylül'ü milat olarak belirtip, ırak işgaline türkiye'nin katılmamasının (kendisi türkiye'yi haklı bulmakla birlikte) ilişkilerin kötüye gitmesinde ana unsur olduğunu, ortak tehdit algısının süreç içinde farklılaştığını, arap baharındaki karmaşanın çıkar farklılıklarına yol açtığını, suriye'deki başarısızlıkla da ilişkinin kopma noktasına geldiğini belirtiyor. fakat abd'nin kürt politikasına ve pyd ile ittifakına dair pek bir şey söylemiyor.

her ne kadar walt, abd'nin 'kıyıdan dengeleme' stratejisinin çok uzağında olduğunu, her bölgede haddinden fazla müdahil olduğunu belirtse de esasen bölgedeki unsurları maşa gibi kullanarak islam coğrafyasına nizam verme çabalarını görmemek mümkün değil.

ismet özel

22 haziran 2013'te konya'da bir panelde yaptığı konuşmada özetle şunu söyleyen şair-yazar:
abd, suriye'de çıkarlarını savunması için ateşten kestaneleri alan maymun olarak türkiye'yi kullandı. türkiye bunu yapmakta başarısız oldu ve suriye, abd'nin ikinci vietnam'ı oldu. bunun üzerine abd, türkiye'yi cezalandırmak için yola koyuldu. ankara'yı bombalayabilmek için recep tayyip erdoğan'dan bir saddam üretmesi gerekiyordu.

gelinen nokta şu;
takip edenlerin belirttiği üzere amerikan medyasında haberlerin % 50'si islam dünyası ile ilgili, onun da %50'si tayyip erdoğan'la ilgili.
ve haberlerin içeriği de malum:
gazeteleri ve haber sitelerini kapatıp gazetecileri hapislere dolduran, muhaliflerini ezmek için darbe tiyatrosu hazırlayan, kürt şehirlerini bombalayıp katliamlar yapan, otokrat ve totaliter lider vs. vs...
amerikan kamuoyu türkiye'ye yapılacak her türlü muamele ve müdahale için hazırlanmış ve gerekli algı düzeyi sağlanmış durumda.
o da şu:
türkiye'de saddam'ı mumla aratacak bir diktatör var ve her türlü yolla alaşağı edilmesi lazım.

20 ağustos 2016 gaziantep patlaması

van, elazığ, bitlis ve gaziantep...
fetö, pkk, pyd, ışid...
mit krizi, gezi, 17-25, hendek savaşları, ankara-istanbul patlamaları, darbe girişimi ve başkentin bombalanması... şimdi de her gün bir kaç farklı şehirde sivil katliamları ve iç savaş kışkırtıcılığı...
amaç dış müdahaleye zemin hazırlamak ve türkiye'den bir ırak, suriye çıkarmak. böylece beş altı yıl öncesinin yükselen ülkesi olan, bölgesel bir güç haline gelip islam dünyasının liderliğini yapabilecek potansiyeli olduğunu gösteren bir ülkeyi tehdit haline gelemeden diz çöktürmek ve cezalandırmak.