bugün

entry'ler (508)

ingiltere ye gol atamayıp kut ül amare yi kutlamak

şu sözlükte hâlâ kesme işaretiyle başlık açılmadığını gösteren durum. beni "tanrı aşkına sözlüğe geri dön!" nidalarıyla geri çağıran yönetimin bu sorunu çözememiş olması onlar adına beni utandırıyor.

kadıköy'deki maçta beckham'ın penaltı kaçırmasını hatırlarsınız. bu olayla çanakkale savaşı'nı bağdaştırırım hep. koskoca imparatorluk dağılmış, cücük kadar kalmış ama çanakkale'yi geçemediler diye çılgınlar gibi seviniriz, gururlanırız falan. o maçta da tek atak yapamamış olmamıza rağmen yenilmedik diye övünmüştük.

işte kut'ül amare de, penaltı kaçtıktan sonra alpay'ın beckham'a yaptığı artistliktir. sen tarih boyunca gol atamamışsın, 8 yemişsin adana'da hem de, yurdun dört bir yandan sarılmış düşmanlarca, atak üstüne atak iyorsun sağlı sollu, ama bir atak savuşturdun, bir gol daha yemedin diye bunu kutluyorsun.

sultan vahdettin'in türkler hakkındaki tespitlerini her geçen gün haklı çıkarıyorsunuz (soyu, sopu, yurdu belirsiz cahiller sürüsü). sizle empati yaptıkça kafamı ısırasım geliyor.

göçebe bir toplumun laiklikle övünmesi

menfaati için dinini değiştiren ırktır aynı zamanda.

belli bir karakteri olmayan, gecekondu gibi konduğu yerin alfabesini, kültürünü alan toplumun yine bir başka medeniyetin icadı olan laiklikle övünmesi, nereden baksanız acınacak bir durumdur. sen kim, laiklik kim biladers?

daha da açacak olursak, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması tanımındaki ne din ne de devlet kavramları sizin. bilim, teknik, dil, kavramlar hep ithal, hep yabancı. dışarıdan alınan şeyin kavgasını vermek de ancak, empati yapıldığında insanın hücrelerinde derin bir utanç duygusu yaratan bu topluma yakışır zaten.

menfaati için dinini değiştiren ırk

talas savaşı'nda yer alan bir toplumun ibretlik hidayet öyküsünü bilirsiniz. kazanacak tarafın belli olmasıyla savaş esnasında taraf değiştirip ganimetten pay alırlar. daha fazlasını nasıl edebiliriz, düşüncesiyle nasıl yanlayacaklarını bilemeyip düşünmeden, sorgulamadan inançlarını değiştirirler.

bu ırkın diğer bazı kabileleri, toplumları da kılıç zoruyla din değiştirmişlerdir; bunu da net bir şekilde yazıyor tarih. eyyamcılığın bu kadarına da pes diyorum açıkçası. madem böyle bir din var; dinle, oku, kafana yatıyorsa iman et. bi'şeyleri değiştirmek için niçin kabakuvvete ya da menfaate ihtiyaç duyuyorsun? adam olmak bu kadar zor değil.

şunu düşünüp gülmeden edemiyorum; ya biladers, sen menfaat için ya da yenildiğin için eziklikten dinini değiştirmiş bir toplumsun, kalkmış bir de islam'ın bayraktarlığını, ortadoğu'nun liderliğini falan yapmaya kalkıyorsun. tamam, hasbelkader batı'nın orta çağdaki mallığı ve arapların tembelliğinden dolayı bir müddet dünyaya egemen olmuşsun ama takke düştü, kel göründü işte.

cübbe giydin, sarık taktın; sonra şapka taktın, laiklik getirdin. biraz o alfabeyi, biraz bu alfabeyi kullandın. bi' karakterin olsun artık ya. bir de utanmadan tarihiyle falan övünüyor. rabbime teşekkür ederim ki anne tarafından arnavutum da bu saçmalıklardan kaçıp sığınacak güzel bir etnisitem var.

atatürk ün laikliği getirme sebebi

son günlerde yaşanan laiklik tartışmaları bunu yeniden hatırlamamız gerektiğini gösteriyor.

biliyorsunuz, gazi paşa hazretleri dini bütün iyi bir müslümandı. yapılan onca spekülasyona rağmen belgelerle sabit bir durum bu. kendisinin bir melamî dervişi olduğu da biliniyor. siz saygıdeğer sözlük yazarlarına ve okuyucularına melamet'in, kişinin kendi nefsini kınaması, her türlü gösterişten, riyâdan ve amelleriyle şöhret olmaktan uzak duran reaksiyoner bir tasavvuf akımı olduğunu belirtmeye gerek duymuyorum.

atatürk de kendi tâbi olduğu bu felsefenin yeni kurduğu ülkeye nüfuz etmesini istemiştir. ilk anayasada yer alan "devletin dini islam'dır." maddesini daha sonra kaldırmasının sebebi de türkiye'nin riyâkâr bir ülke olma ihtimalini def etmektir. ilahî aşkı iliklerine kadar özümsediği için, dinin anayasa'da, kanunlarda, sayfalarda gösteriş numunesi olarak yer almasına gönlü el vermemiştir. bu tehlikeyi ilelebet ortadan kaldırmak için de laikliği bir ilke olarak devlet ideolojisine yerleştirmiştir.

paşam'ın, kendi kişisel hayatı içerisinde bu ve başka onca güzel ameliyle bilinmemek, bir mürâî olmamak için içki içmesi, karılı&kızlı ortamlarda boy göstermesi hatta kur'ân-ı kerim için "gökten indiği varsayılan kitap" demesi onun seyr-i sülûk hâlinde olduğu şeklinde yorumlanır ehl-i tarîk büyüklerimizce... eş-şeyh tahir bursevî, miftâh-ül melâmiyye adlı kitabında kendisinden şöyle bahseder (sadeleştirilmiş baskı);

"bir rabıtasında eceli kendisine yakîn olarak mâlum olduktan sonra seyr-i sülûkunu tamamlamak için amellerini hızlandırdı. nefsini daha da kınatmak için yüzlerce sofiyi, dervişi, şeyhi istikâl mahkemelerinde ivedi yargılatıp asılmalarını buyurdu. şahsî kanaatim, ebediyyete intikâl etmeden önce kendisi fenâ makâmına erişmiştir."

* * *
hâli hazırdaki cumhurbaşkanımız sn. erdoğan da, hapisten çıktıktan sonra değişmiş ve gazi paşa'yla aynı çizgiye gelmiştir. şeriatçı milli görüş gömleğini çıkararak, demokrasi ve laikliğin kruvaze ceketini giymiştir. şeyhim onun da melâmet yoluna girdiğini söylüyor. kendisi tabii ki bunu hiçbir zaman deklare etmeyecektir - bir melâmî asla melâmî olduğunuz söylemez. akp her ne kadar şeriatçı bir savrulma yaşamak istese de reis-i cumhurumuz buna müsaade etmeyecektir.

sonuç olarak laiklik ilkesi emin ve güvenilir ellerdedir. türkiye gösterişten uzak, riyâkârlıktan sakınan, atatürk meşrepli bir ülke olmaya devam edecektir. rahmetli paşa hazretleri her ne kadar işi biraz abartıp slip mayoyla denize girmişse de bunu da onun kişisel içtihadı sayıyor ve hatalarıyla, sevaplarıyla kendisine rahmet diliyoruz. delikanlı adam en azından biraz bol şortla denize girer.

ekşi sözlükte direnen yazarlara destek vermek

koca bir sözlük çalkalanıyor, adeta bir devrim gerçekleşiyor. siz de burada oturmuş malak gibi anın görüntüsünü paylaşıp saçma sapan şeyler itiraf ederek artı oy peşinde koşuyorsunuz. bir yandan da oradaki yazarların gitmesiyle çaylak hesaplarınızın aktif hale geçeceği umudunu besliyorsunuz. muhtemelen ekşide bekleyen çaylakların yarısı siz uludağ sözlük yazarlarıdır. ezikler sizi.

adam gibi çaylak hesaplarınızı kapatın. hem eziklikten kurtulun hem de devrim ateşine ufak da olsa katkı sağlayın ve bu sayede dandik y jenerasyonunun temsilcisi olarak herhangi bir yaralı parmağa işeyin.

benim hesabım olmadığından şu an için sadece izlediğim filmleri yarım bırakarak eyleme katılabiliyorum. direne direne kazanmak isteyen diğer yazarlar başlığın altına destek veriş şekillerini belirtsinler.

yarım bıraktığım film: fargo

oturarak işeyen biriyle sevgili olmak

kızlar oturarak işesin. ona bir şey demiyorum. ama erkekse tam bir fecaat.

yorucu bir günün ardından önce turgut vidinli'nin huzurlu ortamında biraz içmişsiniz. sonra da sevgilinle biraz zina yapayım demişsin. denyo arkadaşımız çişini yapmaya gidiyor eve girer girmez. ama bir gariplik var. sonra gelip usul usul, hesapta seksi seksi sokulma aşamasında iken;

- sen ne yaptın tuvalette?
+ napıcam güzelim. işedim.
- ama şarrrr diye ses gelmedi.
+ heee ben hanefi olduğum için oturarak işiyorum.

yok artık ya. bu adam mı ya hak ettiğiniz insan? bu oturarak işeyen mülayim adam mı az sonra hünerlerini sergileyecek size? aklınızı başınıza alın kızlar. kendinize gelin.

midye yemeyen biriyle sevgili olmak

yorucu bir günün ardından kafa dağıtmak için turgut vidinli'ye gitmişsin erkek arkadaşınla. istiyorsun ki oranın huzurlu ortamında biraz rahatlayayım.

- bi bira, yanına da midye tava alabilir miyim?
+ ben de bi bira istiyorum.
- aaa canım, sen midye yemeyecek misin?
+ hayır canım, ben hanefiyim. o yüzden yemiyorum.

god damn it. şaka gibi. böyle erkeklerle sevgili olan kızlara aslında sitemim. anneniz sizi bu denyolarla birlikte olasınız diye yetiştirmiyor. aklınızı başınıza alın.

sonra da turgut vidinli çalışanları neden darp ediyor oluyor.

sünnetli biriyle sevgili olmak

kabus. gerçekten akıl alır gibi değil. devrimciyim diye geçiniyorsunuz. en ufak bir dayatmaya maruz kalınca vik vik ötüyorsunuz. ama sıra pipinizi kesmeye gelince iki dakikada donunuzu sıyırıyorsunuz.

neden kestiriyorsunuz lan pipilerinizi? hiç sorguladınız mı?

- çünkü dinimizde var.

Hasiktir ordan. gören de dininin tüm yükümlülüklerini yerine getiriyor zanneder yavşağı. üzücü ama kutsal kitabınızda yok böyle bir şey.

- ama hadislerde var.

ulan yavşak. hadislerde var diye pipini kestiriyorsun. ama kitabındaki zina yasağına uymayıp o sünnetli ve sevimli pipinle sabahtan akşama karı kovalıyorsun. her manada beceremiyorsun o ayrı.

asıl konumuz böyle insanları hayatlarına alan güzel kızlar. lütfen bakın. anneniz, bu halihazırdaki pipisini daha da küçültmeye meraklı kamillere varasınız diye çeyiz düzmüyor size. aklınızı başınıza alın.

müslümanın sol eline fahişe muamelesi yapması

ya bakın denyolar. vücudunuzun önemli bir uzvuna yıllarca kıç yıkattınız. tamam, kıçı yıkayacaksın. gerçekten önemli. ne klozetler çıktı vazgeçmediniz. hadi neyse. tüm pis işleri yıktığınız bu el günümüzde ne hale geldi farkında mısınız?

örselenen, hakir görülen bir pislik muamelesi görüyor düpedüz. aman sol elle şunu yapma, aman sol elinle şuna dokunma. iyi misiniz kuzum siz? hayır yani, bu haliyle bence değer verilmesi gereken uzvunuz o zaten. her türlü cefayı çek çek, ama sürekli sağ el kutsansın. oh ne güzel dünya.

şu memleketten solak tenisçi çıkmıyorsa gerçekten sebebi laikliğin uygulanmıyor oluşudur.

sevgilinin yola çıkarken ayetel kürsi okuması

hala olayın şokundayım gerçekten. gencecik bir kız... annesi özenle saçlarını örmüş. babası onu hiç üşenmeden tatilyalara götürmüş. peki ya sonra?

- canım çok heyecanlıyım. resmen kartepe'ye aşk tazelemeye gidiyoruz.
+ ...
- konuşsana be! dilini mi yuttun? ne sayıklıyorsun kendi kendine???
+ya güzelim kusura bakma. şimdi bitirdim. yedi kere ayetel kürsi okudum da!

vay denyo vay. hayır, emniyet kemerini arkadan takmış yavşağın kendini koruma altına alış şekline bak. asıl mevzu ise utanmadan güzelim kızın yanında yedi kere ayetel kürsi okuyup yaklaşık 5 ila 7 dakika (okuma hızına göre) sevgilisiyle ilgilenmiyor.

lütfen gözünüzü açın artık kızlar. siz daha iyilerine layıksınız.

yaran anne diyalogları

babamın horondaki ustalığı annemi kendisine aşık etmiş arkadaşlar vaktiyle. kız istenmiş, olay tamam. teyzemle birlikte çeyiz hazırlanıyor.

anne - abla koyma oni (onu) çantaya. ne yapçağum oni göturup?
teyze - kız! o ne biçum konuşmak oyle! sosyetik koye gelin gideyisun. ne yapçağum denmez, ne yapacoğum dicesun.

kuzenle kucak kucağa oturmak

anadolunun sevimli bir köyünde, yine bir o kadar sevimli iki çocuktuk. gençtik. hayallerimiz, yarınlara dair umutlarımız vardı. her gün tekrarladığımız gibi, yine o gün de amcaoğlumla ilçeye gidip gazete alacaktık. tuttuğumuz takımın haberlerini kesip uhuyla defterimize yapıştıracaktık yine. tuttuğumuz takımlar dışında neyimiz vardı ki zaten ergenlikte.

minibüs beklerken aklımıza bir çakallık geldi. ve bu çakallık sayesinde iki gazete alabilecek, dolayısıyla da takım defterimize daha çok foto, haber vs. yapıştırabilecektik.

- atlayın uşaklar.
+abi bizim tek kişilik paramız var. kabul edersen bineriz.
- olmaz öyle.
+peki abi sen bilirsin.

bekleyen minibüs ve boş boş bağıran muavin başka yolcu bulamadığı için dönüp 'gelin ulan' diyerek bize büyük bir sevinç yaşattı. çakallığımız işe yaramıştı. fakat yolu yarıladığımızda minibüs sağa yanaşıp yeni yolcular alınca, beynimizde şimşekler çakmasına sebep olacak o yavşak minibüsçünün acı repliğiyle yüzleştik.

- uşaklar! siz tek kişilik para vermiştunuz. kucak kucağa oturun. hade bakayim.

vay anasını avradını. bakın arkadaşlar, ergenliğin en hırçın zamanları diyorum size. bana şu an git birinin kucağına otur desen, seve seve oturmam belki ama o kadar da koymaz hani. ancak bu nasıl bi imtihandı ya. şiveden de anlayacağınız üzere oralarda, hele ki o yaşlarda devrimci ruh sökmez be yoldaşlar. emmoğlu ile çetin bir pazarlık yaşandı.

e - ben wade! ben senden 20 kilo ağırım. sen benim kucağıma otur.
bw - siktir lan. ben senden bir buçuk yaş büyüğüm. sen benim kucağıma otur.
e - peki.

sonrası iran filmi arkadaşlar. kıçını havalandıran ve dizlerinin acısına dayanabildiği kadar direnen emmoğlum, gücünün tükendiği noktada mecburen kucağıma oturuyordu. dinlendiğinde bir kez daha kıçı havalandırıp sonra yine kucağa geliyordu afedersin. sonra bi daha ve bi daha. ikimiz de konuşmayıp camdan dışarı bakıyorduk uzun uzun.

gün boyunca neredeyse hiç konuşmadık. ben şu fotoyu yapıştırayım mı diye sordum birkaç kez. o da her yapıştır dediğinde biraz taşşak geçtim sadece.

sonra ferdi tayfur o lanet şarkıyı yaptı. o söyledi emmoğlum dibe battı. bir daha söyledi ve iyice dibe battı. sonra ben söylemeye başladım, yalan oldu gencecik çocuk. büyüdü ve travesti şu anda kendisi.

mevzu taksim ise aktivist olan tırt solcular

solcu kesmin yüzde doksanının sefih kodamanlardan oluştuğu bir ülkede yaşıyoruz, ne yazık ki. bu yüzden; taksim, nişantaşı, şişli, kadıköy (moda, bağdat caddesi ve bahariye tabi, fikirtepe değil) ve muadili muhitlerde herhangi bir değişiklik yapılacağı zaman tedirgin olup aktivist kesiliyorlar.

yılan onlara dokunmadığındaki solculuk anlayışları nasıl mı? sabahtan akşama kadar kafaları güzel bir şekilde sabahattin ali'nin kürk mantolu madonna'sını okuyup birbirlerine;

- ya keşke dönemin dimanikleri uygun olsa da bir devrim yapsak amına koyim ya.
+ sorma abi ya. bu arada malı soğuta soğuta söndürdün amına koyim.

diyerek günlerini gün ediyorlar. en kral liboştan daha liboş olan bu insanlar ya taksim ellerinden kayıp giderse diye korkuyorlar. neden mi? sembol olduğu için. peki taksim neyin sembolü? işçinin mi? emeğin mi? ı ıh, değil artık. ot, içki, karı, kız, erkek ve hapın.

adam olun da sarıgazi'yi, sultanbeyli'yi, çorum'u, mardin'i, reyhanlı'yı sahiplenin. oradakilerin canı yanınca facebooktan paylaşım beğenip 'ya basın uyuyor resmen, hem ne yapalım ki tüm basın adamların ellerinde' ağlaklığı yapmakla yetinmeyin. isteyince sesin gayet güzel duyurulabildiğini gördük işte.

not: tanıma uymayan solcuları tenzih eder, yanaklarından öperim.

sevgilinin kapısının önünde pusuya yatmak

(bkz: oruçluyken kız arkadaşla buluşmak) dan sonra...

kız arkadaşımın ‘sen nasıl olur da beni anneanneme bıraktıktan sonra bana tekrar Anadolu yakasına döneceğini haber vermezsin de senin trafikte kalacağını düşündürtürsün de ben de senin için üzülürüm’ şeklindeki tüm şalterlerimi indirmemi ve suratına telefonu kapatmamı sağlayan öfke kusuşunun ardından 3 koca gün geçti. Onun sesini dahi duymadığım bu üç gün, sanırım Karadeniz yaylalarında geçirdiğim bir haftadan daha iyi geldi akıl sağlığıma. istanbul’un karmaşık şehir hayatının tam göbeğinde; onun istekleri, sitemleri ve gereksiz azarlamalarından arınmış üç güzel gün.

Tam artık ondan kurtuldum diye içimden geçirmeye başlamışken, üçüncü günün sonunda gece yatmadan önce karın bölgemde oluşan, tazyikle gelen kazuratın pabucunu dama attıran o ağrı yok mu, işte yine ona tutuldum. Sağa dönüyorum olmuyor, sola dönüyorum kalbim sıkışıyor. ‘arasam mı lan acaba’ sorularına tutarsız cevaplar veriyorum yine. Mantığımın ‘unut oğlum bu kızı’ telkinleri belli ki işe yaramıyor. Sonuç olarak telefonu elime alıp rehberden sildiğim numarasını manuel olarak tuşluyorum. Açmayacağını bilmeme rağmen defalarca arıyorum. Nitekim açmıyor da.

Ertesi gün ilk taksiyle evinin önüne gittim. Bir yandan babasının beni görmeyeceği ve apartmanın kapısını rahatlıkla kesebileceğim bir açı bulmaya çalışırken, bir yandan da yalvarlı yakarlı mesajlar atıyorum sevdiceğime. Cevap gelmiyor tabi ki. Birkaç saatlik uykuyla duruyorum. Beklemenin kader arkadaşı sigara içimini gerçekleştiremiyorum yine oruçlu olduğum için. Vicdanıma seferi olduğumu yedirmeye çalışsam da bir türlü direncini kıramıyor, kuru kuruya beklemeye devam ediyorum.

Saatler sonrasında biriciğim kapıda belirdi. Belli bir mesafeden takibimi sürdürüp, evinden biraz uzaklaştığımız anda karşısına çıkmayı hedefliyorum.

- hooop, hoooooop. Dur ulan dur amına koyim.

Kör olası taksi şoförü nar tanemi alıp götürüyor. Bu beklemediğim olay karşısında Oruçlu oruçlu küfür ettiğime mi, planımın suya düştüğüne mi yanayım bilmiyorum.

asıl suçlu giden taksici değil ama. Hani o filmlerden aşina olduğumuz, hemen peşi sıra gelmesi gereken taksici var ya. ona binersin de ‘kaptan öndeki aracı takip et’ dersin. işte o ibne gelmedi.

kız tavlamak için voleybol oynamak

Şimdi hala öyle midir bilmiyorum ama ben lisedeyken lise 1’den sonra bölüm seçiliyordu. Sosyal’i mallar, sayısalı inekler, tm’yi de normal insanlar seçiyordu. Normallikten yana bir insan olduğum için seçim yaparken zorlanmadım.

Kader yine ağlarını örmüştü ve sınıfımda neredeyse hiç güzel kız yoktu. Okul açılmış, yeni sınıf, yeni heyecan ama kız yok. Sonbaharda yapraklar dökülüyordu ve öğle teneffüslerinde birlikte patates-ekmek yiyebileceğim bir kız arkadaşımın olmaması son derece iç burkutucuydu hıamına!

Süper liselerle aynı kattaydık ve ders önceleri volta atarken hemen yandaki süper sınıftan süper bir şey dikkatimi çekmeye başladı. Lan ben bunu geçen sene gördüğümü hiç hayırlamıyordum ki.. yazın boy atmış olmalıydı ve böylelikle radarıma girmeye hak kazanmıştı. Pek demokratik sayılmam; 1.70’den kısa kızlara asla seksist gözle bakamam. Bbg tarık’ın konuyu örneklendirebilecek bir dizesi vardı lakin şimdi hafızamı zorlamak istemiyorum.

O’nunla aynı sınıfta okuyan bir arkadaşa konuyu açmakta gecikmedim. “hee, bengisu mu? Olm senin için konuşurdum ama çıkma tekliflerini kabul etmiyo o, ama Çarşamba çıkıştan sonra voleybol oynuyoruz. Bu hafta sen de gel, tanışmış olursun.” Orada olacağımı deklare ederken bir an bile düşünmedim.

Fakat ufak bir sorunumuz vardı. Hayatımda hiç voleybol oynamamıştım. Eve gidince ilk işim trt 3’ü açıp bir voleybol maçı denk getirmeye çalışmak oldu. Yaklaşık 3 saatimi hentbol ve artistik patinaj izleyerek geçirdikten sonra uykuya yenik düştüm. Neyse ki voleybol izlemek için bir günüm daha vardı. Ertesi gün şans yüzüme güldü ve bir voleybol maçını baştan sona izleyerek, çıkacağım maça hazır hale geldim. Çarşamba sabahı okula spor çantamla gittiğimde benimle taşak geçenlere hiç aldırış etmedim.

- wade senin boyun uzun sen şuraya geç.

Sözü edilen yer, müstakbel yarimle aramda sadece bir filenin bulunduğu yerdi. Ve bu cümleyi sarfeden kişi arkadaşlık seviyemizi bir kademe yukarı çıkartmıştı.

- merhaba ben wade.
- Bengisu ben, memnun oldum.

Pasör çaprazında aşk ateşi yanmıştı, ilerleyen dakikalarda götümde ter olarak sıvı hale bürünecekti. Ama şimdi piç bedenciye biraz küfür etmek istiyorum müsadenizle.

Orospu çocuğu erkeklere ne kadar öküzce davranıyorsa kızlara o kadar yumuşak ve pozitif davranıyordu hatta beni sahaya gelirken gördüğünde “ne işin var lan senin burda?” öyle ya hem süper değildim hem de serseriydim; orda bulunma hakkım yoktu. Amına koduğumun piç sübyancısı, avradı önünde sikilesi… ben o sahanın hakkını verebilmek için 2 gün trt3 izlemişim, sanane lan yarrağam…neyse yeter bu kadar, daha sonra devamı gelecek.

Başlarda smaç vurmaya çok götüm yemiyordu, plase bırakıyordum. Zaten düzgün pas atabilen de yoktu. Ama bu bir noktadan sonra yarimle taşak geçiyormuş izlenimi verebilirdi. Bunun önüne geçmek için uygun bir pas bekliyordum. Fakat bu arada ondan bir blok yedim. Karizma inceden sarsılmıştı; sert bir smaç mecburiyete dönüşmüştü.

Yumuşak bir manşet, ardından güzel bir pas ve elin bilekle buluştuğu o kritik çizgiyle sert bir smaç… planladığımdan daha sertti ve arka 3’lünün ortasındaki kızın suratında patladı. Işınlanma denen şey olsaydı o anda oradan birden yok olup kazancı bedih’le sıra gecesinde soluğu almak isterdim. Her şeyden ve herkesten habersizce türkü söylemek ve hayatın aslında çok güzel ve yaşamaya değer olduğunu benliğimde hissederdim.

Açık havada kahverengiye evrilen o iğrenç gözlüklerine attırmayı o kadar isterdim ki. Piç kafasına top çarpmış kıza yardım eli uzatmak yerine bana seslenmeyi tercih etti:

- çabuk git burdan! Çabuk siktir git!

Ben kıza neler olduğunu merak edip ona yönelmişken onun bu çağrısına kulak verdim ve ağır adımlarla binaya doğru yöneldim. Büst halindeki atatürk’e sanki o canlıymışcasına sitemkar bir bakış fırlattım. Çantamı falan toplayıp evin yolunu tuttum. Bu süreçte çok yalnızdım ve yıpratılmıştım. Eve gidince güzel bir duş aldım ve balkona çıkıp “hayatımda kepeğe yer yok ulaaaaaannn!” diye bağırırken anneme yakalandım. Beni ıspanaklı börek ve kakaolu kekle sakinleştirmeye çalıştı; başardı da…

Bu olaydan sonra bengisu’yla sıradan okul arkadaşları gibi gelip geçerken selamlaştık. Benle çubuk krakerini bile paylaştığı oldu ama ona yazılmaya cesaret edemedim. Bir daha voleybol topunu elime aldığımda askerdeydim. Pasör çaprazındaki kişi bahattin uzman’dı. Olay aklıma geldi ve bir anda oyunu bıraktım. Bu seferde yine aynı tonda bir bağırışın muhatabıydım.

- gelsene laaann. Nereye gidiyon böyleee?!

Kovulduğum yere bir daha gitmem ben amına koduklarım.

oruçluyken kız arkadaşla buluşmak

Uykudan uyanıp gözümü açtığımda (ikisi arasındaki zaman dilimini elimden geldiğince uzun tutmaya çalışırım hep) öğleden sonra saat 4’ü 10 geçiyordu. Yine 5’e kadar uyuma hedefimde muvaffak olamamıştım. ‘Kahretsin’ , ‘lanet olsun’ şeklinde saydırmaya başladım. Ağız dolusu küfür edemezdim. Çünkü oruçluydum.

annem gelip bana seslendiği sırada ise elimi yüzümü yıkayıp yıkamama arasında gidip geliyordum.

- hadi oğlum, uyan artık. Saat 5 oldu.

Keşke olsaydı anne. kalkıp ona yine, bir rakamın bir üst rakama yuvarlanabilmesi için gereken şartları anlatmaya gücüm yoktu. Halsiz hissediyordum kendimi. çünkü oruçlu muydum? Yok be ne alakası vardı. Düpedüz zihnim yorgundu. Belli ki kız arkadaşımla sabaha kadar süren telefon kavgası ağzıma sıçmıştı. Neyse ki şu anda oruçlu değilim ve geçmiş zamandaki oruçlu haletiruhiyeme rahatlıkla küfür edebiliyorum.

Ciddi bir konu üzerinde tartıştığımızı kabul etmemem, kavganın en ciddi boyutlarından biriydi. Ben nasıl olur da, facebook sayfamda paylaştığı bir fotoğraftan şahsıma ait olan etiketi kaldırırmışım? Ne olacakmış yani? Şu ana kadar sayfasında hiç ciddiyetsiz bir şey paylaşmamış olan ben wade’in karizması sarsılırmış değil mi sarmaş dolaş iki koyunun fotoğrafında etiketlenince? Onun için bunu da mı yapamazmışım? En azından etiketi kaldırmadan önce haber veremez miymişim?

- güzelim, bari biri koç olsaydı. ikisi de koyun onların.

Aramazdı herhalde bir süre beni. Hatta ben arasam da açmazdı. Huyunu bilirdim. ona göre benim bu yaptığım asla affedilemezdi. ‘aman be’ dedim kendi kendime. Aramazsa aramasın, ne olacak?

Bekarlığın keyfini sürmeye karar vermiştim. Orhan pamuk aldım elime. oruçlu oruçlu Orhan pamuk okumak çok mantıklı gelmedi bana birden. Kitaplığıma baktım. Nazım hikmet’in hemen sağındaki komşusu; necip fazıl’da karar kıldım. Sonra da ne kadar çağdaş ve demokrat biri olduğumu düşündüm. Kitaplığımda resmen farklı renklerin dostça mücadelesini andıran bir harmoni vardı. Çoğunu henüz okumadıysam da, görüntü olarak herkese ‘ne olursan ol, gel’ kafasındaydım.

Tam bu esnada telefonumun melodisiyle irkildim. Arayan o’ydu.

- Alo. Canım nasılsın, dedi tam 25 yaş gençleştirdiği o sevimli ses tonuyla.

Vay anasını. Vay anasını avradını. Sevdiğim kadına, 'arada sırada insanları alttan alabilirsin' şeklinde bir vahiy mi inmişti yoksa? Yoksa rüyasında maazallah ölmüştü de, boktan mevzulardan, lafı bile edilmeyecek siktiri boktan şeylerden, kısacası malayaniden vazgeçmesi gerektiğini mi anlamıştı? Birkaç dakika sonra olayın aslı anlaşıldı.

- sövgülüm, moodöm araba sendeee, bönü karşıya annanemlere bırakır musuuun?

Ona usturuplu ve draması yoğun bir şekilde; annemi iftarda yalnız bırakmak istemediğimi, şehir dışına çıkan babamın sinir hastası olan amcama yemek götürmemi emrettiğini, yine babamın aynı telefon görüşmesinde kumarbaz olan bir diğer amcamın da dükkandan kaçıp kumar oynamaya gidip gitmediğini kontrol etmemi tembihlediğini, bunların hepsini bir kenara bırakmasını, iftar saatinde istanbul trafiğinde amıma koyulacağını anlattım. En nihayetinde metrobüsün de harika bir ulaşım aracı olduğundan dem vurunca da bana kızamadan (savunmam çok dramatik ve etkileyiciydi) ama tirip ataraktan telefonu kapattı.

Bir dakika kadar düşünüp, onu kalabalık metrobüslere bindiremeyeceğimi anladım. Galiba ondan çok kendimle alakalıydı. Ya fortçular onu fortlarlarsa ve benim namusuma halel gelirse minvalinde bilinçaltımın vesveselerine maruz kalmıştım. Kahrolası fesat bilinçaltım.

Arayıp hazırlanmasını, yaklaşık 15 dakika sonra her zamanki buluşma yerimizden (babasına yakalanmayacağımıza inandığımız yer olan evlerinin sağ çaprazı) onu alacağımı söyledim. Havalara uçtu. Canımdı ya. Ben de bir koşu hazırlıklara başladım. önce kıyafetlerimi giydim, daha sonra da dişlerimi fırçaladım. (babama inat hep bu sırayla yapardım) annem can havliyle olay yerine intikal edip, oruçlu oruçlu dişlerin fırçalanmayacağını savundu yine.

- anne, önemli olan niyettir. Su kaçırtmıyorum aşağıya.

Sözünü verdiğim gibi 15 dakika sonra buluşma yerimizdeydim. Sevdiceğim de sağ olsun, bu kez fazla bekletmemişti beni. Yanıma oturduğunda yüzünde güller açıyordu. Başladık sohbet etmeye. Mizacım gereği çok yoğun trafikte aşırı derecede daralırım ben. Fakat yanımda o varken hissetmiyordum bile etrafımdaki keşmekeşi. Tek hissettiğim; sürekli debriyaja basmak zorunda olan sol ayağımın ağrısıydı.

Kaynanası seviyormuş demek ki yarimi ki, ayaklarına masaj yapıp yapamayacağımı sordu. Minik ayakları çok ağrıyormuş ve geçen günlerde trafikte kaldığımızda yaptığım ayak masajından istiyormuş yine.

- tamam, yapmasına yaparım da. Oruçluyum kızım ben. Biliyosun, onu yaptığımda pipim kalkıyor.

Kendisinde şeker olduğu için oruç tutamazdı. Ne yapsak, ne yapsak? Düşündük, taşındık ve bir kez daha önemli olanın niyet olduğuna karar verdik. Ardından da bana doğru yan döndü, ayaklarını dizlerimin üzerine koydu. Adrenalin tutkunu bebeğim, Normal zamanlarda pek fazla talep etmediği ayak masajını, ben direksiyon başındayken yaptırmayı çok severdi. hemen seansa başladım. parmaklarım onun parmak aralarına girdikçe pipim kalkıyor, pipim kalktıkça vicdan azabı çekiyordum. Özür dileyerek seansa son verdim.

Yaklaşık bir buçuk saat sonra anneannesine vardık. Bana sonsuz teşekkürlerini iletip yanımdan ayrıldı. Gidişini izledim. Hiç kimse benim yarim kadar güzel gidemezdi sanırım.

Dönüş yolunda eve yetişemeyeceğimi anlayınca, Avrupa yakasında kalıp arkadaşlarımla iftar yapma planı yaptım. Birkaç arkadaş buluşup güzel bir yemek yedik. Tam keyfini içilen sigaralar eşliğinde sürdürmeye devam ederken telefonum çaldı.

- nerdesin sen?
- trafik çoktu, ben de karşıya geçmeyip arkadaşlarımla iftar yaptım.
- sen bi eve geç, görüşeceğiz seninle!

Vay dedim amına koyim. Ağız dolusu küfür ettim hazır orucum da açılmışken. Bu sefer ne bok yemiştim acaba? Onun için her şeyden feragat ettiğim bu gündeki suçum ne olabilirdi ki? Sırf meraktan arkadaşlarımla vedalaşıp hemen eve geçtim ve biriciğimi arayıp merakımı gidermesini rica ettim.

- hayırdır bitanem. Bu sefer ne yaptım?
- bilmiyor musun ne yaptığını? Sen nasıl olur da bana karşıya dönmeyeceğini haber vermezsin de, ben de burada senin için trafikte kalacak da iftara yetişemeyecek diye üzülürüm? Heh? Bu nasıl sorumsuzluk?

Bu nasıl bir kabahatti böyle? Yıllardır karşımdaki insanları hayal kırıklığına uğratırım, ama hiç böylesini duymamıştım. Şok içerisinde sesimi çıkarmadan onun bağırışlarını dinliyordum.

- bu senin beni düşünüp de sonrasında üzülmüş halin mi?
- evet. Beğenemedin mi?
- Allah belanı versin.

Telefonu suratına kapattım. Aradı, meşgule verdim. Tekrar tekrar aradı, ben de tekrar tekrar meşgule verdim. En sonunda da tümden telefonumu kapattım. Kitaplığıma baktım. Galiba varoluşumu daha iyi sorgulayabilmek için Dostoyevski’ye ihtiyacım vardı.

üniversitede merhaba denilen ilk kız

... (bkz: lisede yaşanan saçma sapan aşklar)'dan sonra... (bkz: üniversitede eve atılan ilk kız)'dan önce...

günler günleri kovalıyor ve hemen hemen her gün arkadaşım fatih'le birlikte sürekli o eve çıktığımız ilk günkü tarihi toplantımızı değerlendiriyoruz. 'hatırlıyor musun lan, ilk kim eve kız atarsa diğeri evi boşaltacaktı diye konuşmuştuk' diye soruyor bana her konu açıldığında. sigaramdan derin bir nefes çekip, karizmatik bir şekilde dumanını verdikten sonra 'hatırlıyorum, daha dün konuşmuştuk' diyorum.

fatih'le birlikte yaşadığımız herhangi bir anı unutabilmem imkansızdı. ikimizde okula gitmezdik ve ikimiz de 8 saat aynı koltukta oturup play station oynardık ve ikimiz de günde 3 öğün aynı masada yemek yer, ikimiz de 10'ar saat farklı çekyatlarda uyurduk (rüyasında karabasan gördüğü gece dışında) ve ikimiz de can sıkıntısından (akrep burcumun da etkisi var tabi) mütevellit sebeplerden ötürü, farklı odalarda günde 3'er posta 31 çekerdik. fatih'le aynı çatı altında bulunmadığımız tek zaman dilimi; gündüzleri uyandıktan sonraki, sırası gelenin dışarı çıktığı o yorucu beş dakikaydı.

yine o anlardan biri gelip çatmıştı. yeni bir güne uyanmıştık, üstüne üstlük dışarı çıkma sırası da bana gelmişti. bünyem ister istemez aşırı dozda adrenalin salgılıyordu. gardırobumu açıp cicilerimi giydim. (yanlış anlamayın sakın. pijamalarla bakkala gidebilecek medeni cesarete sahibim aslında. kıyafetlerimi giymemin asıl sebebi; biraz pislenip kırışmalarını sağlamak. aksi takdirde istanbul'a döndüğümde babam hiç okula gitmediğimi anlayabilir. annem saftır ama babam kesin anlar.) o gün rutinimi bozup fatih'e sormadım bile dışarıdan bir şey isteyip istemediğini. 'sikerler' dedim kendi kendime. bu dejavu da eksik kalsın yani. ne kaybederdim ki?

hava soğuktu. vay anasına, resmen kış gelmişti. önce erzak işini halledip dönüşte de tekele uğrayacaktım. pastaneden poğaça mı yoksa fırından simit mi ikileminde kalmıştım yine. simitçiden 15 simit istediğinizde, sağ olsun 3 tane de gönlünden kopardı. pastaneci teres ise biraz cimriydi fakat poğaçanın içindeki peynir sayesinde vitamin eksiğimizi karşılıyorduk. aklıma bu konuyla ilgili fatih'le yaşadığımız büyük tartışma geldi;

- yine mi simit aldın amına koyim?
- hee.
- oğlum; eve yanlışlıkla kız atsak, kız dese ki ağzıma boşal, sonra da spermlerimizi yutsa?
- evet?
- ne eveti amına koyim. tadı odun gibi olacak işte simit yemekten.

şu ayrıntıyı düşünebilen biriyle aynı evde yaşamanın haklı gururunu bir kez daha yaşayıp pastaneden poğaçaları aldım. dönüş yolunda da her zamanki gibi taşşak geçileceğim tekele girdim.

- merhaba abi.

içki satan bir yere girdiğim için 'selamun aleyküm' dememeliyim tiribinde olduğumu sanmayın. tekelci abi siksen 'aleyküm selam' demezdi. aslına bakarsanız ben de bir zamanlar sikseler merhaba demezdim. 'büyük konuşma bak, sonra başına gelir' nasihatının hayatımdaki tezahürü bu olayla başlar.

- iki paket marlboro, iki paket de kısa winston soft değil mi, dedi pis pis sırıttıktan sonra.
- evet abi.
- al bakalım. fatih'e de söyle, onun için özel bir köpeköldüren geldi yeni. tam istediği gibi, iki lira, dedi sırıtmadan önce.

fatih; her gün bu abimize gidip en ucuz köpeköldürenin fiyatını sorar, eğer 3 liranın altında bir fiyat yakalarsa da hayatta acımaz, alır eve gelir ve yaklaşık 20 dakikada içerdi. sanırım 7-8 sene sonra midesinden ameliyat olma sebebi de(2 aydır tavada bekleyen köfte yağını ısıtıp petrol kıvamına getirdikten sonra ekmek banıp yemesini de yadsımamak gerek tabi) bu köpeköldürenlerdi.

- hay amına koyim be abi, bana ne fatih'ten. ben marlboro içen, efes ekstra ve votka tüketen bir adamım. git onla taşşak geç. ezik değilim ulan ben. değilim işte.

şeklinde haykırmak isterdim bu yüzden tekelci abiye her seferinde. neyse ki bunu yapabilmek göt isterdi.

bütün görevlerimi tamamlayıp apartmana girebildim en sonunda. asansörün 5. kattan gelmesini bekledim. ne ara biri gelmişti de 5. kata çıkmıştı. tamamen gereksiz bir vakit kaybıydı bu benim için. neyse ki geldi. asansörün kapısını açıp aynadaki 'ben'i gözden geçirdim. plan belliydi, 4 kat sürecek bu yolculuğumda her zamanki gibi bana en yakışan favori bakışımı bulmaya çalışacaktım. geçenlerde bulduğum sert bir bakış vardı aslında. onu fotoğraf çekilirken sahaya yansıtabilmem için asansör aynası önü provaları benim için çok önemliydi.

işte tam bu düşüncelere gark olmuşken bir yandan asansör kapısı kapanıyor bir yandan da sahanlıktan kulaklarıma topuklu ayakkabı sesleri geliyordu. kalbim hızla çarpmaya başladı birden. hassiktir. hemen arkamı dönmeliyim. hassiktir olaylar ne çabuk gelişiyor, doğru tahmin etmişim. kapıyı son anda tutup kendine doğru çeken elin parmaklarının tırnakları, kırmızı ojeyle özene bezene süslenmişler. hassiktir. resmen kız lan bu. bildiğin kız.

- merhaba.
- merhaba.

adama böyle yedirirler işte büyük konuşmayı. 2 dakika içerisinde ikinci kez birine merhaba diyorum. nasıl ya? ne saçma şeyler düşünüyordum ki ben? umurumda mı ki tükürdüğüm bir şeyi yalamak? o an yalamayı düşüneceğim şeyin böyle saçma bir şey olmasına imkan var mıydı ki?

birlikte üç kat çıktık bu güzel kızla. karizmamı sarsmamak (sonraları anladım ki utangaçlıkmış o meğer) adına selamlaşmamızın ardından bir daha kendisine dönüp bakmadığım (bakamadığım) tam üç kat.

- iyi günler.
- iyi günler.

yuh amına koyim. papağan mısın lan sen? bari 'size de' deseydin kamil. tüh ya. hadi 'iyi günler' dedin. bari başına 'size de' ekle, sertliğinde ve subjektifliğinde özümü eleştirdikten sonra, inmeden dönüp tekrar aynaya baktım. sorun yoktu, gayet yakışıklıydım. sırada bu yaşadıklarımı fatih'le paylaşmak vardı.

- fatiiiih?
- nerdesin amına koyim açlıktan öldüm.
- oğlum asansöre ilaç gibi bi kız bindi lan!!
- hasssssiktir lan!!!!!

fatih; 'asansöre iki gergedan, üç fil ve bir fare bindi' minvalinde bir durumla karşılaşsa dahi soğukkanlılığını kaybetmeyecek bir karakter idi. fakat bir kızın bindiğini duymuş olması, olayı bizzat yaşamış benden bile daha heyecanlı hale getirdi onu. teskin edilmesi gerekiyordu.

- al al, poğaçaları ye.
- siktir et oğlum. anlatsana, bir şey konuştunuz mu? nerde oturuyormuş? inerken mi bindi çıkarken mi?

istediğim sorudan başlama kararı aldım o an. sondan başa cevaplayacaktım.

- çıkarken bindi. alt katta oturuyo herhalde. merhaba dedi.
- sen ne dedin?
- ne diycem. merhaba dedim ben de.
- hay senin amına koyim. ee ne diyosun, iş miydi?

tabi ki işti. merhaba demişti bir kere. ötesi mi vardı?

poğaçalarımızı afiyetle yerken olayın kritiğini yapmaya devam ettik fatih'le. bir ara aklıma, ne zaman dara düşsem yardımıma koşan nevzat adlı arkadaşımın vaktiyle ona danıştığım bir konudaki yorumu geldi. nevzat kim miydi? kimse kimdi.

- lan nevzat. diyarbakırlıların bile kız arkadaşı var (özür dilerim, o aralar böyle düşünüyordum) benim neden yok lan?
- oğlum kız gördüğün mü var? görsen belki senin de olurdu.

o an idrak edemediğim bu kompleks beylik lafların ne anlama geldiğini artık çok iyi biliyordum. havada aşk kokusu vardı.

üniversitede merhaba denilen ilk kız

... (bkz: lisede yaşanan saçma sapan aşklar) 'dan sonra... (bkz: üniversitede eve atılan ilk kız) 'dan önce...

günler günleri kovalıyor ve hemen hemen her gün arkadaşım Fatih'le birlikte sürekli o eve çıktığımız ilk günkü tarihi toplantımızı değerlendiriyoruz. 'hatırlıyor musun lan, ilk kim eve kız atarsa diğeri evi boşaltacaktı diye konuşmuştuk' diye soruyor bana her konu açıldığında. sigaramdan derin bir nefes çekip, karizmatik bir şekilde dumanını verdikten sonra 'hatırlıyorum, daha dün konuşmuştuk' diyorum.

Fatih'le birlikte yaşadığımız herhangi bir anı unutabilmem imkansızdı. ikimizde okula gitmezdik ve ikimiz de 8 saat aynı koltukta oturup play station oynardık ve ikimiz de günde 3 öğün aynı masada yemek yer, ikimiz de 10'ar saat farklı çekyatlarda uyurduk (rüyasında karabasan gördüğü gece dışında) ve ikimiz de can sıkıntısından (akrep burcumun da etkisi var tabi) mütevellit sebeplerden ötürü, farklı odalarda günde 3'er posta 31 çekerdik. Fatih'le aynı çatı altında bulunmadığımız tek zaman dilimi; gündüzleri uyandıktan sonraki, sırası gelenin dışarı çıktığı o yorucu beş dakikaydı.

yine o anlardan biri gelip çatmıştı. yeni bir güne uyanmıştık, üstüne üstlük dışarı çıkma sırası da bana gelmişti. bünyem ister istemez aşırı dozda adrenalin salgılıyordu. gardırobumu açıp cicilerimi giydim. (yanlış anlamayın sakın. pijamalarla bakkala gidebilecek medeni cesarete sahibim aslında. kıyafetlerimi giymemin asıl sebebi; biraz pislenip kırışmalarını sağlamak. aksi takdirde istanbul'a döndüğümde babam hiç okula gitmediğimi anlayabilir. annem saftır ama babam kesin anlar.) o gün rutinimi bozup fatih'e sormadım bile dışarıdan bir şey isteyip istemediğini. 'sikerler' dedim kendi kendime. bu dejavu da eksik kalsın yani. ne kaybederdim ki?

hava soğuktu. vay anasına, resmen kış gelmişti. önce erzak işini halledip dönüşte de tekele uğrayacaktım. pastaneden poğaça mı yoksa fırından simit mi ikileminde kalmıştım yine. simitçiden 15 simit istediğinizde, sağ olsun 3 tane de gönlünden kopardı. pastaneci teres ise biraz cimriydi fakat poğaçanın içindeki peynir sayesinde vitamin eksiğimizi karşılıyorduk. aklıma bu konuyla ilgili Fatih'le yaşadığımız büyük tartışma geldi;

- yine mi simit aldın amına koyim?
- hee.
- oğlum; eve yanlışlıkla kız atsak, kız dese ki ağzıma boşal, sonra da spermlerimizi yutsa?
- evet?
- ne eveti amına koyim. tadı odun gibi olacak işte simit yemekten.

şu ayrıntıyı düşünebilen biriyle aynı evde yaşamanın haklı gururunu bir kez daha yaşayıp pastaneden poğaçaları aldım. dönüş yolunda da her zamanki gibi taşşak geçileceğim tekele girdim.

- merhaba abi.

içki satan bir yere girdiğim için 'selamun aleyküm' dememeliyim tiribinde olduğumu sanmayın. tekelci abi siksen 'aleyküm selam' demezdi. aslına bakarsanız ben de bir zamanlar sikseler merhaba demezdim. 'büyük konuşma bak, sonra başına gelir' nasihatının hayatımdaki tezahürü bu olayla başlar.

- iki paket marlboro, iki paket de kısa winston soft değil mi, dedi pis pis sırıttıktan sonra.
- evet abi.
- al bakalım. fatih'e de söyle, onun için özel bir köpeköldüren geldi yeni. tam istediği gibi, iki lira, dedi sırıtmadan önce.

fatih; her gün bu abimize gidip en ucuz köpeköldürenin fiyatını sorar, eğer 3 liranın altında bir fiyat yakalarsa da hayatta acımaz, alır eve gelir ve yaklaşık 20 dakikada içerdi. sanırım 7-8 sene sonra midesinden ameliyat olma sebebi de(2 aydır tavada bekleyen köfte yağını ısıtıp petrol kıvamına getirdikten sonra ekmek banıp yemesini de yadsımamak gerek tabi) bu köpeköldürenlerdi.

- hay amına koyim be abi, bana ne fatih'ten. ben marlboro içen, efes ekstra ve votka tüketen bir adamım. git onla taşşak geç. ezik değilim ulan ben. değilim işte.

şeklinde haykırmak isterdim bu yüzden tekelci abiye her seferinde. neyse ki bunu yapabilmek göt isterdi.

bütün görevlerimi tamamlayıp apartmana girebildim en sonunda. asansörün 5. kattan gelmesini bekledim. ne ara biri gelmişti de 5. kata çıkmıştı. tamamen gereksiz bir vakit kaybıydı bu benim için. neyse ki geldi. asansörün kapısını açıp aynadaki 'ben'i gözden geçirdim. plan belliydi, 4 kat sürecek bu yolculuğumda her zamanki gibi bana en yakışan favori bakışımı bulmaya çalışacaktım. geçenlerde bulduğum sert bir bakış vardı aslında. onu fotoğraf çekilirken sahaya yansıtabilmem için asansör aynası önü provaları benim için çok önemliydi.

işte tam bu düşüncelere gark olmuşken bir yandan asansör kapısı kapanıyor bir yandan da sahanlıktan kulaklarıma topuklu ayakkabı sesleri geliyordu. kalbim hızla çarpmaya başladı birden. hassiktir. hemen arkamı dönmeliyim. hassiktir olaylar ne çabuk gelişiyor, doğru tahmin etmişim. kapıyı son anda tutup kendine doğru çeken elin parmaklarının tırnakları, kırmızı ojeyle özene bezene süslenmişler. hassiktir. resmen kız lan bu. bildiğin kız.

- merhaba.
- merhaba.

adama böyle yedirirler işte büyük konuşmayı. 2 dakika içerisinde ikinci kez birine merhaba diyorum. nasıl ya? ne saçma şeyler düşünüyordum ki ben? umurumda mı ki tükürdüğüm bir şeyi yalamak? o an yalamayı düşüneceğim şeyin böyle saçma bir şey olmasına imkan var mıydı ki?

birlikte üç kat çıktık bu güzel kızla. karizmamı sarsmamak (sonraları anladım ki utangaçlıkmış o meğer) adına selamlaşmamızın ardından bir daha kendisine dönüp bakmadığım (bakamadığım) tam üç kat.

- iyi günler.
- iyi günler.

yuh amına koyim. papağan mısın lan sen? bari 'size de' deseydin kamil. tüh ya. hadi 'iyi günler' dedin. bari başına 'size de' ekle, sertliğinde ve subjektifliğinde özümü eleştirdikten sonra, inmeden dönüp tekrar aynaya baktım. sorun yoktu, gayet yakışıklıydım. sırada bu yaşadıklarımı fatih'le paylaşmak vardı.

- fatiiiih?
- nerdesin amına koyim açlıktan öldüm.
- oğlum asansöre ilaç gibi bi kız bindi lan!!
- hasssssiktir lan!!!!!

fatih; 'asansöre iki gergedan, üç fil ve bir fare bindi' minvalinde bir durumla karşılaşsa dahi soğukkanlılığını kaybetmeyecek bir karakter idi. fakat bir kızın bindiğini duymuş olması, olayı bizzat yaşamış benden bile daha heyecanlı hale getirdi onu. teskin edilmesi gerekiyordu.

- al al, poğaçaları ye.
- siktir et oğlum. anlatsana, bir şey konuştunuz mu? nerde oturuyormuş? inerken mi bindi çıkarken mi?

istediğim sorudan başlama kararı aldım o an. sondan başa cevaplayacaktım.

- çıkarken bindi. alt katta oturuyo herhalde. merhaba dedi.
- sen ne dedin?
- ne diycem. merhaba dedim ben de.
- hay senin amına koyim. ee ne diyosun, iş miydi?

tabi ki işti. merhaba demişti bir kere. ötesi mi vardı?

poğaçalarımızı afiyetle yerken olayın kritiğini yapmaya devam ettik fatih'le. bir ara aklıma, ne zaman dara düşsem yardımıma koşan nevzat adlı arkadaşımın vaktiyle ona danıştığım bir konudaki yorumu geldi. nevzat kim miydi? kimse kimdi.

- lan nevzat. diyarbakırlıların bile kız arkadaşı var (özür dilerim, o aralar böyle düşünüyordum) benim neden yok lan?
- oğlum kız gördüğün mü var? görsen belki senin de olurdu.

o an idrak edemediğim bu kompleks beylik lafların ne anlama geldiğini artık çok iyi biliyordum. havada aşk kokusu vardı.

fakir fakir dünya barışı istemek

ne zaman elif şafakla ilgili bişey okusam, görsem kafamı kurcalayan hadise. elif hanım, kitapları farklı dillere çevrildikçe, farklı ülkelerden banka hesabına niagara şelalesi misali eft'ler aktıkça bu dünya barışı olayına daha pornografik bakıyor.

- aşk'ın iran kapağı çok güzel olmuş, dünya barışı gelsin yaa.

- baba ve piç'in ingiltere baskısı çıktı, yaşasın halkların kardeşliği yeah!

- şems, nihayet yunanistan'da, okyanuslar birbiriyle sevişsin oyhş!

- araf, azerbeycan'da 15. baskısısın yaptı, benjamiğğğn, çıldırtıyosun beni..

bizim bi marangoz var nevzat usta. zengin muhitte oturmasının etkisiyle herhalde, biraz enteldir. "ben, malzemeyi başka bir boyuta taşımakla ilgileniyorum" falan der kendini tanımlarken. ama işte 47 yaşında ve her türk erkeğinde olduğu gibi kadınlara zaafı var. fakat bununki biraz farklı; kokona kadınları acayip arzuluyor. azcıcık içse "o berna'yı ne parçalarım haberi olsa bana bi daha dolap molap yaptıramaz" falan diyor.

bir gün cigaralarımızı tellendirirken dünya barışı mevzusunu açıp, onun o eşsiz birikiminde faydalanmak istedim. biraz dertliydi. az önce bi kokonanın evinden ölçü alıp gelmiş.

- kardeşim, böyle fakir fakir de barış isteyesi gelmiyo insanın. ben sultan hanım'a kayamadıktan sonra neyleyim barışı. sikerim barışını ben sultan için roma'yı yakarım amına koyım.

beynimden vurulmuşa döndüm. ben ki dünya barışı için ibne olmam gerekiyorsa düşünürüm, fakat nevzat usta'yı kıramam. bundan sonra savaş ilan ediyorum amına kodumun zengin olduktan sonra dünya barışı isteyenlere. o nevzat usta ki; o sultan hanım'a kaydıktan sonra hiç düşünmeden "kardeşim, sen de kaymak ister misin? kekremsi bi tadı var." demekten imtina etmeyecek yüce bir insan. diğer tarafta pisliğini temizleyen insanlara acıyıp "onlar da mutlu olsun bari" düşüncesiyle dünya barışı, halkların kardeşliği söylemlerini dillerinden düşürmeyen götverenler; hodri meydan amına koyim.

vallahi de billahi de nevzat usta'nın o repliğinden sonra, sözün her alımlayıcıda illaki aynı resmi çağrıştırmayacağına dair postyapısalcı tezi olumluyorum. bu böyle bilinsin.

ilkokulda herkesin kıskandığı öğrenci olmak

“Naber lan?” serisiyle bir dede korkut tandansı yakaladığımı itiraf etmek istiyorum. Anlıyorum iletişim kurmak istiyorsunuz. Lakin lütfen 90’larda doğmuş kızlar mesaj atmasın; vicdanın ve libidonun aynı bünyede buluşmasını nurcu abi kıvamına gelerek ödüyorum bu mesajlarla. Kendimi lise 3’e giden bir kıza her şeyin yoluna gireceğini söylerken bulduğumda ürperiyorum. Lütfen.

Sokağa salınmakta bi sakınca görülmediğim yaş 4’tü. Şirin ve güvenli bir mahallede oturuyorduk ama tek akranım kuzenimdi sokakta. Mahallenin delisi bile vardı, onunla taşak geçebilecek medeni cesaret henüz yoktu. Sokağa çıkanlar en azından okula başlamışlardı. Top oynuyorduk ve uzaktan uzaktan futbolcu kartlarıyla oynayan abilere bakıyorduk. Çok eğleniyorlardı. Kepmek ve kepilmek, işte bütün mesele buydu. Bir gün Onları yakından izledim ve vücudumda ilk adrenalin salgılanmıştı. Daha fazlası için oynamak gerekiyordu. Ama kart nerden bulacaktık?

kuzenin abisinde vardı ve biraz çalıp sokağa çıktık. Oyuna başladığımda, okuma bilmemenin bu oyunda dezavantaj teşkil ettiğini fark edene kadar kepildim. Şu hayattaki ilk mağlubiyetimdi. biraz önce hileyle de olsa benim olan kartlar artık yoktu. Ağlamaklı oldum. Bi çıkış?

kartların üstünde yazılı şeyleri okuyabilmem lazımdı. Kuzenin abisi farketmişti hırsızlığımızı ve çok kızmıştı. Ama asıl kızdığı rakiplerine kaptırmamızdı kartları. Bi daha onlarla oynamazsak kartlarını bizle paylaşacağını söyledi, söz verdik. Bir miktar kart verdi ve kuzenle beraber kartların üzerinde neler yazdığını çözmeye adadık kendimizi. Kuzenle saatlerce hem oynuyor hem de okumayı öğreniyorduk.

Maçların ertesi günü gazetenin spor sayfasını açıp bildiğim isimleri yakalamayı başarıyordum. Zamanla okumayı ciddi ilerlettim. O gün bunu tam olarak nasıl bir yöntemle yaptığımı hatırlayamıyorum. Ama takıldığım noktalar da vardı. Mesela prekazi’nin hep yanlış yazıldığını düşünüyordum. Aslı “pırekazi” olmalıydı. P harfinden pı sesi çıkıyorsa yanında onun öyle olmasını sağlayacak bi işaret olmalıydı. Nitekim bi gün konuyu babama açmaya karar verdim. Üzerine “pırekazi” yazmayı başardığım kağıt ve gazeteyi alıp yanına gittim:

- baba pırekazinin böyle olması lazım diğ mi, gastedeki yannış mı?
- Cevat onun adı. Cevat prekazi. Arnavut o.

Ben içine düştüğüm çıkmazdan kurtulmaya çalışırken babam kafamda yeni kara delikler açmayı başarmıştı. Madem adı Cevat neden prekazi yazıyordu her yerde? Veya benimkisi tam anlamıyla gerçek bir soru değil miydi? Hadi onu geçtim 5 yaşında kendi kendine okumayı sökmüş çocuğun bunu nasıl başardığını bir sor hele. Bugün ben o kafayı çözsem, evrenin sırrını da aynı yöntemle çözebilirdim belki de.

Mahalleye yeni bir okul yapılıyordu ve ebeveyn beni okula yazdırma kararı aldı. 5 buçuk yaşında okula başlayacaktım. Herkesin 7 yaşında yazıldığı okula 5 buçuk yaşında başlamak bazı sorunlar doğuracaktı. Milli eğitim bakanlığı benim okula başlamamı, siyah önlükten maviye geçerek kutlama kararı aldı. Kuzenle aynı sınıfta olmak tedirginliğimi dizginliyordu.

okula gittik, öğretmen yoktu. Müdür vardı tek. Biraz bizle ilgilendikten sonra ailelere geri teslim etti. Yolu öğrendiğimize göre ertesi gün kendimiz gidebilirdik okula kuzenle. Öyle de oldu. Okula girdik. Bizim olduğunu düşündüğümüz sınıfın kapısını açtık. Şaşırdık. Çünkü yanlış sınıfa gelmiştik ve geldiğimiz yerde sıra, tahta, öğretmen, öğrenci hiçbir şey yoktu. Boya kutuları vardı, fırça vardı. ilk gün sınıfta hiçbir şey yapmadığımız için okulda tam olarak ne yapıldığını bilmiyorduk. Belki de boya yapmak içindi okul. Bu da kuzenle bizim sınavımızdı?

Daha bir ay önce babam evde badana yapmıştı. Nasıl yapıldığını gayet tabii biliyordum. Ve bu sınıfta sanırım badana yapacak birini bulamamışlardı. O yüzden buraya sıra ve tahta koyamıyorlardı. “hadi boyayalım burayı zeki.” Zeki’yi ikna etmek kadar bu dünyada kolay bişey yok. Çantalarımızı kenara bırakıp boya kutularını açmaya başladık. ilk fırça darbesini vurduğumda kalbimin atış sekansı, ilk milli oluşumdakine benzer bir ritimdeydi.

Ortaya son derece sürreel bi çalışma çıkıyordu. Değişik renklerin birbirleri arasında hiçbir zaman yakalayamacakları bir ilişkiden bahsedebiliriz bu çalışmada. Fakat açtığım o son boya kutusundaki kırmızı o kadar canlıydı ki onu duvardaki renklere vererek heba edemezdim. Benim bi parçam olmalıydı o kırmızı. O kırmızıyla ayakkabılarımı boyamaya karar verdim. Soldakini boyadım, nefisti. Sağdakini boyamaya başladığımda kapı açıldı.

insan buz gibi soğuk suyun altında dayak yerken belli bir süre sonra acı çekmiyor arkadaşlar. Ben bunu tecrübe ettiğimde 5 buçuk yaşındaydım. Boyanması gereken bir yeri boyamaya çalıştığım için ağır bedel ödemiştim.

Ertesi gün okula gittiğimde kuzenle beni ayrı sıralara oturtma fikri, kofi annan’ın bile aklına gelmeyecek kadar dahiyane bir fikirdi. Öğretmen nihayet işbaşı yapmıştı. Adı asuman’dı. Tasvir etmem gerekirse, 1.70 boylarında, siyah saçlı, siyah gözlü, beyaz tenliydi. Tabii bunları etüt edebilecek yaşta olmadığından benim aklımda kalan, bana çok güzel baktığıydı.

Boya olayını öğrendikten sonra bir gün ödevime yıldız atarken “boyacılar gelmiş, yan sınıfı boyuyorlar şu anda” dedi ve gülümsedi. Çok heyecanlandım bunu duyunca. Tam olarak heyecanın sebebi neydi bilemiyorum ama hissettiğim şey güzeldi. Belki de ilk kez yaptığım şey için biri beni yargılamıyordu. Anlamaya çalışıyordu, anlıyordu belki de ve gülümsüyordu. Yerli malı haftasında onu çok sevdiğimi söyledim, bana sarıldı. Bana boyama kitabı hediye etti. velime benimle ilgili mektuplar yazıyordu ara sıra. bana kızdığını hiç hatırlamıyorum. bu özel ilişkimiz annemi bile kıskandırıyordu bazen. onun için bu kadar özel olmamı sağlayan şeyi herkes merak ediyordu...

- - - - -

Yıllar sonra prekazi’yle tanıştığımda ona “Cevat” diye hitap ettim. Asuman hoca’yı, mahalleden taşındığımız için o seneden sonra bir daha görmedim. Babam şu an yanımda, çay içiyor.