bugün

daha önce genel ağda üstünkörü biçimde yazdığım yazıyı alıntılayarak buraya atacağım. bu yazıyı ileride bilimlik(akademik) biçemde(tarz) , dipçeli(dipnot) ve kaynakçalı biçimiyle bir dergiye vereceğim. orada çıkınca burayı yeniden yukarı çekerim.

---alıntı---

ESKi TÜRKLERDE SOYLULUK ve KÖLELiK:

Tarihte her ulusta olduğu gibi Türkler arasında da kölelik ve soyluluk kavramlarının bir karşılığı var idi. Ancak bu kavramların diğer toplumlarla arasında ciddi ayrıklıklar ortaya çıkıyordu. Türkler için iktidar sahibi olacak ailenin soylu olması gerekliydi, aksi halde iktidarları meşru sayılmazdı. Bunun için soylu bir aileye mensup olmayan ancak yaşadığı yüzyılda dünyanın hakimi olan Timur; Han yahut Sultan unvanını alamamış ona ''Köregen(damat) yahut Emir'' unvanları verilmiştir.

Selçukluların soylarını Alp Er Tunga'ya, Osmanlıların Oğuz Kağan'a, Türkistan Hanlıklarının Cengiz Han'a, Şah ismail'in Hz. Ali'ye dayandırmasının en büyük nedeni halk nezdinde karşılık bulmak için soylu olduklarını gösterme çabalarıdır.
Devleti yöneten sınıf haricinde, soylu bir ailenin olması da çok nadir görülür olaylardan birisidir. Güçlü iktidar sahibi vezirler kimi zaman kuşaktan kuşağa soylarını devam ettirseler de bunlar birer istisna teşkil etmiş, daha sonrasında bozulan düzende beşik ulemalığı başladıysa da bunun soyluluk kavramıyla bir ilgisi bulunmamaktadır.

Bir memuriyette, devlette yükselebilmek için büyük ve soylu bir aileye mensup olmak gerekmiyor; devlet memurları için aranan yegane özellik liyakat oluyordu. Böylece aristokrat bir grup da devlet içerisinde oluşmuyordu. Eski Türklerde, bir demirci yahut çoban çocuğu, başarısına göre bir yüzbaşı; binbaşı olabilir, bey unvanını alabilirdi. Bunun gibi, 16. yüzyılda Türkiye'ye gelen Avrupalı Seyyah Busbecq, Türkiye'de kimsenin soylu olmadığını, bunun tek istisnasının Osmanlı hanedanı olduğunu ve burada verilecek görevlerin tamamıyla liyakat esaslı olduğunu söylüyordu.

Kölelik müessesesi ise her millette olduğu gibi Türklerde de vardı. Ancak bu köleler sonraları azat olabilir, hak arayabilir ve devlette önemli kademelere gelebilirlerdi. Türk tarihi boyunca hiçbir şekilde bir köle ayaklanması vuku bulmayışı da kölelere olan iyi muameleyi ve onların azlığını göstermektedir.

islamdan önce kölelikle ilgili bilgilere Uygur vesikalarında rastlıyoruz. Bu vesikalara göre kadın kölelere ''karabaş'' veya ''küng'', erkek köleye ise ''kul'' adı verilirdi. islami dönemde yeniçeriler müstesna, diğerlerinin evlenme hakları vardı. Mahkemeye çıkıp kendi haklarını arayabilirlerdi.

Uygur vesikalarında, köleler 'ming yıl tümen kün'' akdiyle satılırlardı yani ''bin yıl, on bin gün.'' Bunun nedeni de kişi ölünce, köleye ve çocuklarına sahiplik hakkı efendisinin çocuklarına da kalmasıyla alakalıydı. Ancak bu köleler islami dönemlerde olduğu gibi birtakım prosedürden sonra ''bert'' adı verilen bir mükellefiyetle azat olabiliyorlardı. Cariyenin efendisiyle olan münasebetinden ötürü doğan çocukar ise köle olmazlar, özgür sayılırlardı. Mirasta da hakları bulunmaktaydı.

Vesikalarda köle satışı için verilen ödenti de bizlere bu müessese hakkında bilgi vermektedir. Zira bir köle, 150 at parasına bazen de daha yüksek miktarlara karşılık olarak satılmıştır. Bu yüksek meblağ bize köleliğin yaygın olmadığını, bunun için de onun bir lüks olduğunu gösterir. Arz-talep meselesi fazla olursa köle fiyatları da Batı'daki gibi düşmeye başlayacaktır.

Hunlardaki kölelikle ilgili bilgilerde de, kölelere iyi muamele gösterildiğini görüyoruz. islami dönemde olduğu gibi köleler bu dönemde de devlet içerisinde yükselebiliyor, sosyal bir statüye erişebiliyorlardı. Grek Seyyah Priskos'un, Hun ülkesine göçü sırasında köle düşmüş bir Grekle konuşmasında; kölenin, halinden memnuniyeti ve Roma adaletiyle, Hun adaletini mukayese etmesi; bir Ordu komutanıyla aynı sofraya oturması Hunların kölelere karşı takındığı insani tutumun göstergesidir.
Selçuklu devrinde de köle ve esirlere yapılan iyi muamele Anadolu'daki tarihçilerin dikkatini çekmiş ve kitaplarında bu durumu zikretmişlerdir. Hristiyan halkı güvenlik ve zirai birtakım amaçlardan ötürü başka bir yurda süren I. Keyhüsrev, Roma tarihçisi Niketas tarafından şu sözlerin tarihe düşülmesine neden olmuştur: ''Bu kadar iyi muamele esirlere vatanlarını unutturdu. Birçok yerlerin halkı onun memleketine göç ettiler.''

Osmanlı döneminde fethedilen yerlerdeki küçük çocuklar, devlet tarafından ''penç-i yek'' usulüne göre köle yapılmışlardır. Bu çocuklardan bir kısmı enderuna, bir kısmı da ocağa gönderilmiştir. Gösterecekleri liyakat ile bu köleler zamanla halktan çok daha zengin olabilirler, köle olmalarına rağmen emrinde azat insanları bulundurabilirlerdi. Yalnızca yeniçerilerde, Platon'un devlet ütopyasında belirttiği savaşçı modelinde olduğu gibi bunların evlenme hakları yoktur. Enderun'da yetişenlerin ise padişahların kardeşleri yahut kızlarıyla dahi evlenmeye izinleri vardır.

Bu usule göre köle edilen insanlara daima iyi muamele gösterilmiş olup, savaş sırasında esir düşürülen insanlara aynı muamelenin gösterilmediği aşikardır. Zira bunlar islam askerine kılıç çekmiş, kan akıtmışlardır. Busbecq'in istanbul'da olduğu sırada, Cerbe Savaşından esir olarak getirilen askerlerle dalga geçildiği, zırhlarının ters giydirildiği ve açlıktan ölüme terk edildiği bu elçi tarafından yazılmıştır.

islamiyette köle azat etmek büyük sevap sayılıyordu. Bunun için köle ile efendisi kadıya başvurarak; mükatebe denilen bir usulle anlaşma yaparlar ve köle belli bir süre sonra özgürlüğüne kavuşurdu. Ayrıca kendisine iyi davranmayan efendisini, kölesinin şikayet etme hakkı da vardı. 18. yüzyılda Türkiye'ye Montague adlı sefir Türklerin kölelerine çok iyi davrandığını yazmıştır.

mert kılıç

---alıntı---