bugün

en popüler hobi.
sinema dünyasının şaheserleri :

-esaretin bedeli
-inception
-matrix
''otomatik portakal'' filmi sinema çağının en darbeli sistem eleştirisi olarak görülmesi gereken sinema eseri.
iran sineması da güzeldir, izlenesi filmler barındırır.
önce senaryo gelir yapımcıya, yapımcı beğenirse bir yönetmene teklif götürür,
yönetmen kabul ederse, yapımcıyla beraber set ekibini seçerler, oyuncular bulunur,
müzisyenle anlaşılır, besteler yaptırılır ve sonucunda ortaya the matrix de çıkabilir
dünyayı kurtaran adamın oğlu da, ne ilginç.
anlatının en emprimiş, kırılmış halinin bile en etkili şekilde yansıtan platform/dal.
Hayatımda En fazla 4 defa anca gitmişimdir.

Kapalı alanda o kalabalıkta daralıyorum sıkılıyorum, filmi alırım ışıkları kapatırım patlamış mısırımı kucağıma alırım kalabalık halde arkadas kuzen vs evde izlerim daha iyi.
Sinemada film hakkında yorum yapıp diğer koltuktan diğer koltuğa konuşana kadar evde yorum yaparız daha iyi.
En zevk verici kısımlarından biri de filmlerin başında film prodüksiyon şirketlerinin logolarının çıkıp jinglelarının çalmasıdır. Misal : http://youtu.be/GjN7x90Jmvc
Bir çok amaca hizmet edebilen bir sanattır. Mükemmel bir yönlendiricidir aynı zamanda. Uzun uzun anlatmam gerektiğini sanmıyorum çünkü bu cümleler oldukça tanımlayıcıdır. Reklam amacıda güdebilir. Ve "sanat için sanat" sözü sinema için geçerli değildir. ilk cümlemde belirttiğim gibi.
Fotoğraf gerçektir, sinema ise saniyede 24 kere gerçektir diye bir tanımda bulunmuştur Jean-luc godard. Haklıdır icabında.
(bkz: 2 milyar 550 milyon 965 bin 200 usd kar yapan film)
Kurosawa ve Fellini;

görsel
beni en çok kendine çeken, sinemadır. roman'ı bu kadar sevmedim hiçbir zaman. kendi çapımda sinemada son dönemde gözlemlediğim birkaç noktaya değinmek isterim.

son dönem amerikan sinemasında, özellikle indie drama'da biraz daha doğal tonlara, daha az edit'lenmiş anlatı şekline kayış hissediyorum. bunu özellikle gözümüze gözümüze sokulan hollywood yıldızlarının görkemli görünüşlerinden sıyrılıp, daha sade ve makyajsız rolleri benimsemelerinden de sezinleyebiliriz. izlediğim son filmlerde, amerikan filmlerinde görmeye alışık olduğumuz abartılı ögelerdense, tam da hayatın içinden olmasıyla bizi yakalayan adeta belgeseli andıran tarzı görmeye başladım. bu konuyla da alakalı bir şey, elbette. bu değişim bana aslında sinemada görmek istediğim yönetmenlik ve oyunculuk ögelerini hatırlatıyor. yani, insana ayna tutmaya çalışırken, kasıntı bir motivasyonla , çözülmeyi bekleyen bir problemin doruk noktasında çözülüp, hayatın ritminin normale döndüğü bir dizi olayı aktarmaya çalışan filmlerin seyirciyi gerçek hayat ve sinemadaki hayat ayrımına ittiğini söylemek gerek. halbuki gerçek hayattır sinemaya yol açan. uyandığında, dakikalarca kendine gelemeden duvara bakmandır gerçek hayat. hayat, filmlerde giriş-gelişme-sonuç şeklinde anlatılan ve "başımıza gelen" şeylerden bazen fazla, bazense daha azdır. hangi konu temele alınırsa alınsın, kahramanların serüvenlerini hayatın ellenmemiş o ham resmi içerisinde aktarmalı.

örneğin, bi karakter var, bu karakterin çok duygulu biri olduğunu anlatmak istiyor senarist ve yönetmen. bunu tutup da başka bir karaktere " ben çok duyguluyum, şu romanda şu kadar ağladım" dedirterek anlattığı an, kusasım geliyor. ama mavi en sıcak renktir filminde karakterin ne olduğunu siz eylemlerinden çıkarmaya çalışıyorsunuz, gözünüze sokmuyor, tıpkı gerçek hayatta olduğu doğallıkla bize sunuluyor. adele'in tam olarak nasıl biri olduğunu aslında bilemiyoruz, ama bakışlarından, cevaplarındaki o masum, kendinden-emin olamayışından hayatı çözmeye çalışan biri olduğunu anlıyoruz. bu filmde nasıl hissetmemiz gerektiğini anlatan abartılı müzik de yok. doğa sesleri var, araba var, trafik var, sümük var, ağızdan akan salçalar var. ağızdan salça akacak, çünkü o kız filmin bir parçası olduğunu bize hissettirmemeli. hani bazı amerikan filmlerinde kadınla adam sevişmiştir, kadın o eylemden sonra çarşafı memelerini kapatmak için yukarı çeker. sözleşmesinde meme gösterme yok büyük ihtimalle. ya arkadaş onu öyle bir yap ki biz seyirci olduğumuzu unutalım.

bunlar yüzündendir ki amerikan romantik komedilerinden nefret ederim. çerezlik bile izlemeye değmeyen film türü. bu tarz filmlerin tercih edilişindeki artış ve insanların günlük hayatlarında, konuşmalarında yer eden öge olması aslında onların hakkında birçok şeyi ele veriyor. insanların rom-com'larda aradığı, tatlı tanışma sonrası insanın içini ısıtan ve özellikle erkeğin kadının peşinden koşması üzerine kurulu olayların iğrenç bir yapaylıkla anlatıldığı şey. şimdi endüstri kültürü ve postmodern özne'ye girmek istemiyorum aslında ama burada seyirci geçici bir mutluluk satın alma peşindedir ve sinemada satın alırken çekinmediği şey onun rom-com'da gördüğü şeyleri doğallıkla kabul etmesi, kendi hayatındaki aşk anlayışını da bu kabul üzerine kurmasına yol açar.
bahsedilen seyirci sinemaya gider ve hepsinin hemen hemen birbirinin kopyası olduğu romantik komedilerden birkaç saatliğine iyi hissettirecek olanını, oyuncunun yakışıklılık ve güzellik kriterlerine göre değerlendirerek seçtikten sonra parasını öder ve sevgilisiyle gerçek hayatta gerçekleşmeyecek olduğunu düşündüğü romantik birkaç olayın anlatıldığı bu filme girer. film boyunca erkeğin kadını elde etmeye çalıştığı, başroldeki kadının seyirciler arasındaki kadınların hepsini "the one" hissettirdiği, kadının ulaşılacak bir hedef ,erkeğin sadece romantik şeyler sunduğu bir obje olarak resmedildiği filmde gördüğü aşk, onun için "ideal" dir. gerçek değildir, gerçek olsa'dır. aşk tasavvuru işte tamamen bundan ibarettir. bunu da zevk nesnesi olarak sinemada izler. kendi hayatında ise, aşkı yaşamak yerine, aşka sürekli gönderme yaparak, onu göğe çıkarır. erkek ve kadın mükemmel olmalıdır, ama olamaz'dır. sinemadaki erkek ve kadın mükemmel/ideal/tam olan aşığın göstergesi olarak zihninde konumlandırılır. o yüzden bu insan kendi hayatında özgün bir ilişki yaşayamaz. evet tecrübeler biriciktir; ancak kadının da erkeğin de ilişkideki rolü, birbirlerine hissettikleri hakiki duygular üzerine kurulu değil; olması gerektiğini düşündükleri bir dizi altı boş söz ve eylemlerle karakterize olur. bu yüzden ne olur iyi filmler izleyelim.*
ilgili olduğum az sayıda şeyden biri beni içinde bulunduğum yerden alıp bambaşka yerlere götüren sanat.
Sinema küresel boyutta esnek iletişim dilinin en başarılısıdır ve insan kanaatinin kendine has bilinçdışı işleyişin ana örneğidir.
izlediğim filmler hakkında ne zamandır birşeyler karalamak istiyordum, kendi penceremden sinemaya bir bakış atmak ama bir türlü yer veremedim sinemaya sözlükte.

sinema benim için olmazsa olmaz, sinema Küçük mutlulukların... Büyük sevdaların, yitik aşkların, yaşlı gözlerin, özlem ve saadet öykülerinin, yaşanmış hayatlardan devşirilip çıkagelmiş ve gözlerimize yansıyıp beynimiz de tango yapmasıdır.
ve O an ne yalnızlığınız kalır ne hiçliğiniz, ne varlığınız...
sinema kocaman bir gösteri sanatıdır.
görüntülerin ışıkla bir perdeye düşürülerek, hareketli görüntüler elde edilmesine dayanan sanat dalıdır.
Lütfen artık sinemaya girenlere zeka testi yapılsın, ardından sözleşme imzalatılsın, telefonlar emanet olarak bırakılsın ve tıkınılmasın abi.

Geçen gün çok trajik bir şekilde Can Feda isimli türk yapımı filme gittim.Salonun yarısı doluydu güzel iyi dedim.Ama maalesef filmin vasat olmasından mı bilmiyorum ki vasattı evet mısırını hapur şupur yiyenler ve yaydığı koku.Zaten salon ortalama büyüklükte herkes kokuyor kimi ter kimi aşırı parfüm birde mısır kokusu yani anlatamam.

ikincisi telefonların kapatılması şart abi şart.Hani sonuçta ben para verip izlemeye giriyorum ve senin kafan kadar telefonun açıp ekran parlaklığıyla salonu aydınlatman yada sırf benim dikkatimi dağıtmaya hakkın yok.Birde 3-4 dakikada bir kapatıp kapatıp açıyorlar.Sonrasında görüşme yapanlarıda var istediği kadar kısık sesle konuşsun bu kabul edilemez.

Son olarak evet para veriyorsun izliyorsun ama bu sana saçma sapan kol hareketleri ve arkadaş çevrenle gittiysen kendi aranızda film devam ederken hönkürerek gülüp, eleştirme yetkiside vermez.Bunu film sonrasında yapın.

Neyse özet olarak türkiye de hala sinema izleme kültürü gelişmemiş utanıyorum böyleleriyle film izlemekten.
Türk komedi sinemasıyla karşılaştırılacak çok az sinema vardır.

-mine'yi düşün, gocaman gıçı vardı. Aynur'u düşün, aynur'un beyaz donunu düşün!
Istanbul'da bir biletin 25-40 liraya satıldığı sanat dalı.
adı üstünde popüler sinema üzerine bi dergi olmasına rağmen faydalı bilgileri bazende görselliği içinde barındıran takip edilesi bir dergidir.
Artık Gereksiz pahalı ve gürültülüdür. (bkz: büyülüfener)
dünya sinemasında en çok üzüldüğüm şey oyunculuklardan çok grafiklerin yarışması. o 1994 yılından sonra sinema zirve yaptı ama daha sonra bu hale geldi.
En çok koltukların sallandigi 2 veya 4 kişilik aksiyonlu 3d olanini seviyorum. Kisa ama güzel oluyo. Adını bilmiyorum tabi.
beyaz perde ; yeşil çam ; 7. sanat ;
eğitim , eğlence ve de bilim alanlarında kullanıla bilen sesli ve görüntülü sanat dalıdır. kullanım alanına göre eğitici de olabilir felakette. Her sanat dalında olduğu gibi sinema yı da da eğitici öğretici ve gerçekten yararlı alanlarda kullanabilmek huzur sağlama yollarından biridir.