bugün

Kendi hayatıma sığmıyor, başka hayatlara da sıçrıyor, kendi hayatımla birlikte, başka hayatları da aç bir pars gibi paralıyordu korkum. Uzun, çok uzun yıllar bu korkuyla koştum ben.

Bir dağ gölünün suları gibi durgun ve koyu bir akşamüstü, tepelerindeki yaprakları sararmaya başlamış sık ağaçların arasından uzayıp giden ıssız tren yolunu, birbirinin içinden çıkan parçalı çatılarıyla olduğundan büyük görünmeye çalışan istasyon binasını, sessiz taş peronu, perondaki bankta birbirlerine sokularak oturmuş üç yaşlı kadını, huzurlu sükunetinde huzursuz bir hüznü barındıran şeffaf gölgesiyle koynuna almış.

Çekilirken son ışıkları yüksek binaların tepelerindeki pencerelere kızıl yansımalarla çarpan güneşin solgun parlaklığı artık buraya düşmüyor.

Gün bitiyor.

Yalnızların ve kimsesizlerin saati.

Yatılı okulların pencerelerinden başımı cama dayayıp, arada bir pas kırmızısı şileplerin geçtiği boş bir denize evimi özleyerek baktığım saatler.

Böyle bir akşam vakti, zift kokan yolcusuz bir vapurun arada bir çalan titrek kampanasını dinleyerek vardığım Kadıköy'den bindiğim tramvayın arka sahanlığında, "nasıl bir hayatım olacak" diye kederle düşündüğümü hatırlıyorum.

On bir yaşındaydım.

Yalnızlık, keskin demir ağzıyla bir giyotin gibi çocukluğuma inmiş, beni yaşadığım andan kopartıp mutlu hayaller ve endişeli belirsizliklerle dolu bir gelecek tahayyülüne savurmuştu.

Bir kalabalığın içinde yalnızlıklarıyla yaşamak zorunda olan bütün yatılı çocuklar gibi bir ev özlerdim.

Hayallerimde, o evin pembeye çalan turuncu ışıkları ve sağlam parkelerinin üstünde çıplak ayaklarıyla yürüyen güzel bir kadın vardı.

Öyle evlerim oldu.

Güzel kadınlarım da.

Ama yalnızlığın soğuk demirden keskin ağzının hayatına indiğini hisseden bir çocuğun, ömrü boyunca yalnızlık korkusundan kurtulamayacağını bilmiyordum.

Yalnızlık korkusunun insanı yalnızlaştırdığını da.

Beni daha sonra öldürecek olan birçok kadını ben daha önce kendi yalnızlığım ve yalnızlıktan duyduğum korkuyla yaralamıştım.

Ölümden çok korkanların, bu korkuya dayanamayarak ölüme doğru koşmaları gibi yalnızlıktan çok korkanlar da yalnızlığın gelmesini bekleyemeyerek yalnızlığa doğru koşuyorlardı.

Ne yaşarlarsa yaşasınlar bir yanları hep yalnız, ketum ve "başkalarına" kapalı kalıyordu.

Yatakhane pencerelerinden seyrettiğim gibi geniş bir boşluğu içinde taşıyordun, en şefkatli öpüşler, en sevgi dolu sarılışlar bile o "boşluğa" ulaşamıyor, her zaman yalnız bir yanın oluyordu, varolan her duyguyu zehirleyen, bozan, sakatlayan bir eksiklik yaşıyordun.

Çok uzun yıllar, hissettiğim eksikliğin benim içimde olduğunu kavrayamadım.

Bana duyulan sevginin eksikliğinden kuşkulandım.

Bu kuşku beni haşinleştirdi, bencilleştirdi.

Bütün gençliğim, beni benim istediğim gibi hiçbir "boşluk" bırakmadan sevecek bir kadını aramakla geçti, ne beyhude bir arayış.

Hiçbir sevgi o boşluğu doldurmaya muktedir değildi, ben güneşe bakan bir kör gibi sabahın olmasını, binlerce defa sabah olsa bile onu fark etmeyeceğimi bilemeden bekliyordum.

Ben hayatımı korkularla mahvettim.

Kendiminkiyle birlikte birçok hayatı da.

Kimsesiz akşam vakitleri gördüğüm bu ıssız ve günün ışığını her yerden önce kaybetmiş şeffaf gölgeli istasyonlar, bu sükunetinde huzursuz ruhların kıpırdadığı sessizlik, kara gözlü yalnız bir çocuğu, o çocuğun yaralarından kurtulamamış haşin bir genci, canı yanmış güzel gözlü, kendi gözyaşlarıyla berraklaşmış ince çizgili kadınlar getirir bana.

Bir banliyö istasyonuna iner gibi bir alacakaranlık iner içime.

Trenin gelmeyeceğini bile bile bekleyen bir yolcu gibi kendi istasyonumun peronlarında çaresizce dolaşırım.

Hep aynı anlamsız cümle yankılanır istasyonumda, "ah, sandığınız gibi değil, hiç sandığınız gibi değil."

Onlara, bir tramvayın arka sahanlığında "nasıl bir hayatım olacak" diye düşünen, korkan, endişeli, yalnız çocuğu göstermek isterim.

Onlara, "ben ölümü de yalnızlığı öğrendiğim yıllarda öğrendim" demek isterim.

Annemle babamın geçirdiği kazayı duyduğumda ruhumun bir yanına kezzap gibi dökülen korkuyu, ölümü, ölümün her an gelebileceğini keşfetmenin etime kazınan dehşetini göstermek isterim.

Gençliğimi yalnızlık ve ölüm korkularıyla geçirdim demek isterim.

Yalnızlıktan korkup yalnızlığa koşmak gibi ölümden korkup ölüme koşmak istediğim yıllar.

Ölüm tarafından aşağılandığımı hissetmenin, kendi iradem dışında gerçekleşecek bir başka iradenin hayatımın sonuna karar vereceğini öğrenmenin, beni nasıl parmaklıklarını kıramadığım bir çılgınlık kafesine hapsettiğini anlatmak isterim.

Zamanı, geçen dakikaları, hayatın bizzat kendisini bile düşman gördüğüm yıllar.

içimdeki "boşluğu" aşkıyla, sevgisiyle, şefkatiyle dolduracak bir kadın bulabildiğimde bütün korkularımdan kurtulacağımı sanarak çıktığım o delice koşuyu, en çok sevdiğimde bile içimdeki "boşluk" yüzünden kendi aşkımdan da karşımdakinin aşkından da kuşkulanarak yaşadığım azaplı kıvranışları.

"Seviyordum ama korkuyordum," demek isterim, "korkum, senden de, benden de, hayatımızdan da daha büyüktü."

Kendi hayatıma sığmıyor, başka hayatlara da sıçrıyor, kendi hayatımla birlikte, başka hayatları da aç bir pars gibi paralıyordu korkum.

Uzun, çok uzun yıllar bu korkuyla koştum ben.

O çok derine yerleşmiş sessizlikten, o sessizlikte yankılanan boğuk ve anlaşılmaz seslerden kaçmaya çalıştım.

O sessizliğin gürültüsünü bastıracağını umut ettiğim her sesin peşinden gittim.

Durmam gerektiğinde bile duramadıysam bundandır.

Kendi içindeki gürültülü bir sessizlikten, hiç dolmayan boşluktan kaçmaya çalışan biri nasıl durabilir, kurtulması gerekenin kendi yarası olduğunu bilmeyen biri nerede durması gerektiğini nasıl bilir?

Ağır bir yüktü korkularım bana.

Çok uzun taşıdım, çok yoruldum.

Hep beni seven bir kadının beni o korkulardan, o ağır yükten kurtaracağını, kurtarabileceğini umdum, kurtarmadıklarında, kurtarmak istemedikleri için kurtarmadıklarını düşündüm.

Onların yapabileceği hiçbir şey olmadığını bilmiyordum.

Yapabilirler ama yapmıyorlar sanıyordum.

Sırf bu yüzden nice sevgi sözcüğünü bir düşmanlık gibi algıladım.

Öfkelendim.

Kırıldım, kırdım; parçalandım, parçaladım.

Olmayan bir savaşta ölmüş bir savaşçının hayaleti gibi dolaştım kendi hayatımın içinde, atımın ayakları kendi mutluluğumu çiğnedi, kalkanım beni kendi sevinçlerimden korudu, kılıcımın kestiği kendi sevdiklerimdi.

Yalnız bir çocuk, bütün intikamını benden ve benim sevdiklerimden aldı.

O çocuğun korkularıyla korktum ben.

Mavi ışıklarla aydınlanmış bir yaz sabahı deniz kenarında yürürken, garip bir tedirginlik hissettim, ne olduğunu anlayamadığım, tuhaf, hiç bilmediğim, hiç alışkın olmadığım bir duygu zihnimde ve ruhumda kendine yer arıyordu.

Yavaşladım.

Niye huzursuzlandığımı anlamaya çalıştım.

Ve, birden fark ettim.

Korkularım gitmişti.

Hayatımda belki de hiç hissetmediğim bir hafiflik, bir rahatlık hissediyordum ve yıllardır yaşadığı o korkunç baskıya, o kahredici ağırlığa alışkın ruhum şaşırmıştı.

Öylesine uzun zaman korkularla, endişelerle yaşamıştım ki artık varlığım hayatın ve varolmanın böyle bir şey olduğuna inanmıştı.

Bir yaz sabahı aniden kurtuldum korkularımdan.

Ölümden ve yalnızlıktan korkan çocuk ölmüştü, ıstıraplarla dolu çaresiz bir hastalıktan ancak ölerek kurtulmuş, sakalları çoktan beyazlamış bir adamı kendi kederinden azat etmişti.

Artık ölümden korkmuyorum.

Yalnızlıktan da.

Belki de korkacak bir şeyim kalmadığından.

Hayatı eski bir evlilik gibi huzurla seviyorum ama "çocuğun" gittiği yere gitmekten de ürkmüyorum.

"Hadi" dediklerinde ayak sürümem. Gittiğim yerde huzura ermiş bir çocukla buluşacağımı umuyorum çünkü.

Ve, bazen o çocuğun huzurlu halini görmeyi özlüyorum.

Telaşsız bir özlem bu, acelesiz, sakin.

Hayatımın büyük bir kısmını kendimle dövüşerek geçirdim, bu savaştan geriye yalnız bir çocuk, yaralı bir genç ve birkaç satır yazı kaldı.

Bana bütün yaşattıklarına, mutluluğuma mani olmalarına, sevinçlerimi kırmalarına rağmen o birkaç satırı ben o çocukla, o gence borçluyum, bugün sahip olabildiğim iç huzurunu bana sağlayan o birkaç satırı onlarsız yazamazdım.

Artık korkularım yok.

Yalnızlığı seviyorum bile.

Ama dağ göllerinin suları gibi durgun ve koyu bir akşam vakti, ıssız bir tren istasyonu gördüğümde, o sessizlik gölgeli kara bir mızrak gibi içime saplanıp, unutulması gerekenleri saklandıkları derin yerlerden çıkarıyor.

Yalnızlıktan korkan bir çocuk, pencereleri kapatılmış bir tren gibi geçiyor.

Kimseyi görmüyorum.

Ama o trende ıstırap çeken birileri olduğunu hatırlıyorum.

Anlıyorum ki hálá "sessizliğini" koruyan bir yer sızlıyor içimde zaman zaman.

Bir daha öyle ıssız istasyonlar görmek istemiyorum.

Ta ki o çocuğu taşıyan penceresiz trene nihayet tam bir huzura ermiş olarak binene kadar.

ahmet altan