bugün

film aslında uyuşturucu üzerine bir yapım fakat ben gece tek başıma izlediğimde bambaşka şeyler hissetmiştim ve bu yazıyı yazdırmıştı bana:

Uykunuz kaçtığında bir çok şey yapabilirsiniz. Ama ben size yapmamanız gereken bir şey söyleyeyim. Asla ama asla requiem for a dream'i izlemeyin ama olurda en kötü seçimi yapıp izlemeye karar verirseniz film bittiğinde yanınızda sarılabileceğiniz bir dostunuz olsun bari ya da sevgiliniz.

2000 yapımı bir Hollywood filminden bahsediyorum. Kaybolan hayatların öyküsünü anlatan bir film ama benzerlerinden biraz farklı ve daha ilk sahnelerdeki kamera açılarından anlıyorsunuz ki garip ve gerçekten farklı bir film var önünüzde. Ama asıl farklılık filmin ortalarına doğru gösteriyor kendini. Lafını esirgemeyen, izleyiciye asla acımayan, onu adeta döven o sert dili. Bu zaman kadar izlediğim en sert film belki de. Öyle yaralar açtı ki bende kapanması için sarılmam gerek bir dosta, sevgiliye ya da anneme.

Ne için yaşadığınızla ilgili bir liste yapsanız, sanırım hiçbiriniz o listeye bir yarışma programının adını yazmazsınız. Bu filmdeki ana karakterlerden birinin ise tek bir şey için yaşıyor: bir yarışma programına katılacağı gün için. Ama film bunun üzerine kurulu değil bu sadece bir metafor elbette. Filmdeki karakterlerle birlikte siz de sürekli kendinizi sorguluyorsunuz. Film o kadar acımasız ki bir yerden sonra siz de acımasız oluyorsunuz. Bazen nefret ediyorsunuz kendinizden; bazen ise kendinizi acımasızca eleştiriyorsunuz.

Yitik zamanları anlatıyor film, kaçırdığınız anları, söyleyemediğiniz cümleleri hatırlıyorsunuz ve kendinizi acımasızca suçlayıp hırpalıyorsunuz. Kaybeden karakterlerden biri filmin ortalarında şu basit repliği söylüyor ve siz ertelediğiniz her şey için kendinize lanet ediyorsunuz ''geçen yazın üzerinden sanki bin yıl geçti.'' Her şey 3-4 ayda bin yıllık bir değişime uğrayabileceği korkusuyla titriyorsunuz. Söylemeyi ertelediğiniz cümleler yankılanıyor kulaklarınızda. Ona aşık olduğunuzu söylemeyi 1 gün sonraya ertelediğiniz bir insanın, 1 gün sonra orada olmama, olamama ihtimali geliyor aklınıza; sarılmadığınız annenize bir daha sarılamama ihtimali ya da. Ve soruyorsunuz kendinize ben gerçekte ne için yaşıyorum hayatta?

Ertelediğimiz her olay, her an bir anlamda zamanı ertelemek değil mi aslında? Sahip olduğumuz imkanı henüz gelmemiş ve belki de gelmeyecek bir zamana bırakmak, sonsuzluğa atmak.

Başka bir filmden duyduğum kısa bir hikayeyi anlatayım size: Çok eskiden uzak bir ülkede bir nehir varmış ve insanlar bir şey kaybettiklerinde o nehre giderlermiş. Çünkü kaybedilen her şey eninde sonunda o nehre ulaşırmış. Kayıp anahtarlar, kayıp insanlar hatta kayıp zamanlar... Bazıları ise nehre ulaştıklarında kaybettiklerini bulamayıp şaşırırlarmış ve o an anlarlarmış: Aslında onları hiç kaybetmemişler.

Sabaha karşı izlediğim bu film bunları hatırlattı bana hayatın ertelen(e)meyecek bir şey olduğunu anlattı. Gerçi bunu oldukça sert bir şekilde yaptı. Ama hoşuma gitti bu. Sert, acı bir kahvenin damağımda bıraktığı o çok sevdiğim buruk tada benzer bir tat bıraktı ruhumda.

jason becker'in yağmuruyla yıkıyorum ruhumu şuan ve son cümlelerimle birlikte Jason da son damlaları bırakıyor gitarından. rain ruhumun yaralarını temizliyor belki ama kapatamayacak biliyorum. O yaraları kimin kapatacağını da biliyorum. Filmde bir sevgili derinleştirdi ruhumdaki yarayı, o yüzden önce sevgilim kapatacak, sıcak bir gülümseme ile yaramı; sonrasında ise yaraların tüm izlerini yok edecek sarılarak annem, ruhuma ilk yarayı açan filmdeki bir anne olduğundan dolayı.