bugün

“anestezi, aklın ve kalbin unutulduğu yerde; uyutulmayı hak etmek olur. yaşamak, yanılsamadır. sevildiğini sanmak, hayatın başında aldığın narkozu unutmaktır.”

*

“senii ben, -rım tım tım- elleriin ol-suun diyee mi seev-dim? rata-tatata tam- diyee mi seev-dim…” böyle başlayan ve sonunu alamadığı daha bir çok şarkıyla devam eden hüznü vardı elinde sadece. sabah; ne güzeldi, ne mutlu bir insandı halbuki. tahminlerinin ötesinde bir zam alacağını söylemişti arkadaşları. ve düşünüyordu “önümüz on dört şubat, çok güzel bir hediye alırım. harika bir gün olur”, üstelik bir sevgilisi de yoktu şimdi. işten çıkarıldığını öğrenince onu terk etmesi daha çok üzmüştü. bu kadar kötü ve umutsuz anlarda, daha çok hayallerine sarılan bir insandı. yine öyle yaptı.

“şimdi, şafaktan önceki karanlıksa bu, mutlaka karşıma birisi çıkacak. mutlaka çok iyi şeyler olacak, birden…” ve aniden kapı çalar. gelen, o mucize değildir. aidat veya kira istemek için çalınmıştır kapı ya da halı saha maçı için kaleci arayan, işleri düşmese hatır sormayacak sözde arkadaşları…

*

düşündü. sırf işsiz diye, insan terk edilir miydi? veya sırf zam istediği için işsiz edilir miydi? saate baktı. henüz, ismini belirtmeyen yazarın; gecenin bu vaktinde ne yaptığını merak etti. bu kadar şeyin üstüne bir de bunu çekemezdi. “ismim ne lan benim?” dedi.

sabahın, işe gidenleri ayırdığı saatinde uyandı. geceyi, nedensiz olmasa da bilmediği bir nedenden uykusuz geçirmişti. bu, erken kalkma alışkanlığına engel olamamıştı. aynaya yöneldi, kendine küfürler etmeyi planlıyordu. vazgeçti. yüzünü yıkadı. bir, iki, üç, dört… bir türlü karar veremiyordu. gerçekten böyle sudan sebeplerle… hayır, hayır…

*

gözünü araladı. kapı hala çalıyordu. “hayret, nasıl dalmışsam. jülide gelmiş. ne? jülide? allah allah…” merdivene yönelecekken içerideki sesi duydu jülide. “etrafın sarıldı, aç kapıyı canım!” dedi, gülüp kırıttı boş koridorunda apartmanın; sadece kendi sesi yankılandı.

“ne var? ne diye geldin böyle vakitsiz, bir sürü işim gücüm var. seninle mi uğraşacağım? diyemem bu sefer... en iyisi, yeni uyanmış gibi yapayım”. kapı açılınca, kırmızı saten elbisesiyle, sabahın köründe hiç dikkat çekmeyeceğini düşünmeden gelen bir kadına; nasıl “hayır” deneceğini düşündü.

“jülide, şu an olmaz. gerçekten olmaz. moralim çok bozuk. neden bu saatte evde olduğumu düşündün mü hiç?”. baktı… düşünmüştü evet.

“ah şaşkın çocuk, bilmesem gelir miyim? biraz morale ihtiyacın vardır diye geçti içimden.” anlaşılmaz dudak hareketleriyle tamamladı bu repliği. gözleriyle, bir yanıt bekleyerek süzdü. “e hadi! kıpırda biraz! böyle kapıda mı bekleteceksin beni sabaha kadar”.

“tabi geçebilirsin, geç yani…” zoraki gülümsemeler…

#

jülide yirmi altı yaşında.

#

“bugün yirmi ikinci yaş günüm, erken bir kutlama yapıyoruz. ve sen de geleceksin!” dedi jülide. kendini koltuğa bırakıp, gülümsemeye devam etti. bir kez daha…

“gülümseyen insanlardan nefret edebilirim her an…” diye düşündü. yerinden kalkıp kapıyı açtı.
“hadi çıkalım, uğramam gereken bir yer var”. merdivene çıkıp yürüdü önden. jülide yetişti hemen, uzun boyu ve uzun bacaklarıyla insanlara tepeden baktığı kadar severdi de aslında insanları. olmadık anlarda kurtarırdı insanların hayatlarını, onlar fark etmese de. hatta kendisine kızıp, küsüp, sövseler bile…

buna rağmen, ondan kaçmak istediğinizde kaçamazdınız. acayip çelişkiler, güzel ve hoş bir kadının irite edecek şekilde davranması; zamanın sıkıcı ve yorucu olduğu anlarından derlediği bir emniyet sübabıydı olsa olsa. nedenini bilmese de ona karşı olan düşünceleri bu şekilde süzgecinden geçtiğinde aklının, birden sevgiye ve hak vermeye yol açıyordu.

*

bir keresinde hatırlayamadığı insanlarla, kendilerini ait hissettikleri şehirleri; bileklerine kazımışlardı. jülide'nin dışındaki insanları anımsayamadı, kendini ne kadar zorlasa da. jülide, birden bu fikri ortaya atmıştı. alkolün bir etkisi miydi? can sıkıntısı mı? belki de jülide’nin dominant karakteri, bunu yapmaya iten tek sebepti.

*

koşup uzaklaştı evinden. arkasına bakmaya ihtiyacı olmadan, fark etti. yaklaşık 10 dakikadır ormanın avucuna koşmuştu. sonrasında gördüğü yemyeşil manzaranın tedavi edici, yapmak istediği şeyden uzaklaştırıcı oluşu sinir bozucuydu. çocuk seslerini duyduğu tarafa yöneldi yürüyerek. böyle, sevinç ve saf ruh dolu insanları görmek hoş gelmiyordu ona. kendinde olmayan bu şeyleri görmek ona nefret duygusunun en güçlü halini edindiriyordu.
önünde uzanan yolun sonunda bir çocuk parkı vardı. ve öyle sanıyordu ki sinirinden arınmak için, aslında pek çok şeyden hatta hayattan bile arınmak için oraya gidecekti. yol üzerindeki tekel bayiinden aldığı kısa camel(ki kemıl demesi pek zevkliydi, gülümseyebildiği eski zamanlarda) paketinden çok ismiyle mutlu ediyordu onu. kahretsin! bu kısacık mutluluk…

*

dışarıda, güneşin ısıttığı kaldırımlardan birine oturup; çoğu küle dönüş ve izmaritini elinde tuttuğu sigarasıyla, gülümser halde dinlediğini fark etti jülide’yi. insanları anlatıyordu. zavallı olanlarını ki; milyarlarca insanı kapsayan bir güruhtu bu. o ise iyi bir dinleyiciydi. durakladı jülide.

"biliyor musun? sanki sadece ikimiz varmışız gibi hissediyorum şu an, bu koca dünyada. ama senin bu halin, bu karmakarışık olduğundan habersizliğin, pek çok şeyi çözmeye koşturman da çok acınası. ben böyleyim. alınamazsın bana. hahahah" sonuna kendine özgü gülüşünü ekleyip bitirdi sözlerini, yine.

"jülide, nereye gidiyoruz? akşamın bu vaktinde, yaşlı ve kilolu teyzeler için yapılmış spor aletlerine mi? yoksa şu çocuk parkında sallanacak mısın? bak gülüyorum ama sinir de oluyorum." bu çıkışına kendisi de şaşırdı. yine de "doğum günüm falan diyordun..." diye ekledi.

"salaksın. farkında değilsin ve ben söylemezsem olmayacaksın. sana bunu anlatmak için getirdim buraya seni. ne yaptığını sanıyorsun?" dedi j.

"nasıl yani?"

"insanları dinleyip anlamaya çalışarak, onlara karşılıksız yardım etmeye çalışarak sadece kendine zarar verirsin. unutma" diyip uzaklaştı j oradan. birden öylece kalakaldı. bir yarısı kararmış aya baktı, bir salıncaklara.

"bu nasıl park a..."

*

not defterinden:

/evvel 2
"migren ağrısı nedir? migren atağı neler yaşatabilir, bilir misiniz? sanırım pek çok yanıt hayır. bir koku, bir ışık, herhangi yüksek bir ses veya sigara dumanı... bir anda başlar döngü. bir anda krizin geleceğini anlarsınız. görüntü bozulur, parlar yer yer. anlaşılmaz olmasa da tümüyle. baksanız da sanki göremezsiniz. hemen ardından şiddetli ağrı başlar. kahretsin! nasıl habersiz olabilirsiniz bundan?"

/evvel 1
"üzgünüm. pek çok şey için. özellikle de kendimi dinlemediğim onca zaman için. dün ağrım gecenin ortasına kadar sürdü. şimdi iyiyim. lanet olsun! neden yerime bayan eleman alındığı için işten çıkarıldım? erkek olsa fark eder miydi? diye sordum kendime. sanırım, yine de söverdim kamyon dolusu."

/an
"bu yazımı okuyorsanız eğer, bilmelisiniz ki; her şeyi isteyerek yaptık. yaptırdım... kimseyi suçlamayın.
imza: t"

*

saat gecenin bir yarısı olmuştu. etrafında nedendir bilinmez, bir ayyaş bile kalmamıştı. arkasından gitmediğine pişman olmuştu j'nin. "aman be. tek bilen o. tek derdi insanı düzeltmek. nazi! kahrolası nazi! beni bari yahudi sanmasa ne olurdu?" düşüncelerinden sıyrılamadı. "peki ya, b. ?", "onu aramalıyım...".

"alo? b. ? niye müsait değilsin? meşgul? off... dur tamam, kapatma!" bir kaç lanet daha savurdu. belki de jülide haklıydı, "insan kardeşine aşık olur mu oha?! bak ben, gerçekten dar kafalı değilim. tamam da. bu olmaz yani. sen, olamazsın..." diye belirtirken.

"beni anlayabilecek kimsem yok... aslında, kimsem yok... lanet olsun! insanlara, tanrıya. varsa... tabii ki var. mı acaba? kendime de lanet olsun! milyarlarca kadın ve erkek doğmuş olan canlıya aşık olmak varken, seçemeyecek de olsa. nasıl? nasıl! olabiliyordu işte."

tekel bayiine doğru yürüdü bu sefer. "havanın ılımaktan çok kuru ayazını meze ettiği bir vakitte ne içilir" diye düşündü. vazgeçti. vazgeçmişti...

*

/an
"soğuk öyle işliyor ki içime. kendimi ona teslim edip, kumların arasında kaybolayım istiyorum"

*

uyandı. sırtının ağrısından, parktaki banklardan birine uzanıp sızdığını anladı. halbuki eve gitmeye karar vermişti. dün akşam... evet yine telefon suratına kapatılmıştı. yine, yeni, yeniden... bu kalıptan nefret etmenin de faydası olmadan diğerlerinin yanına ayrıldığını biliyordu kafasında. "ne vardı jülide'yi dinleyecek? her zaman ukala, her zaman büyük burunlu! bana değer veriyormuş, peh! niye? ne diye? hiç işte. laf." diye düşünüp girdi apartmandan içeri. beyrut'a ulaşmalıydı. "her şey"ine. telefonla arasa olmazdı. konuşmaz kapatırdı. üstelik sevgilisi de çıkabilirdi, "ne gerek varsa". çıldırmaya ramak vardı onun için; bu düşünceler beyninin ve vücudunun her noktasına, her bir sinir ucuna nüfuz ederken. eve girerken, anahtarını içeride unuttuğunu anladı. "ah jülide! kafa bırakmadın, kafa!" derken fark etti ki kapı açıktı.

"L. ?" diyebildi.

sadece ismini telaffuz etmesi yeterliydi. "efendim canım, söyle ablasının bir tanesi."

"sende anahtarım olduğunu bilmiyordum abla. şaşırdım."

"ben de senin anahtarsız olmana şaşırdım kardeşim. biliyor musun? bu uzun ve siyah, kadın saçıyla bir ilgisi vardır diye düşündüm. hahah" gülümsedi nihayet. dolaptan kaptığı limonlu fıçılardan birini ona uzattı. dışarıdaki sararmış gün doğumuna hayretle baktı. şefkatle baktı. baktı...

*

/an
"L. geldi. bana yardım edebileceğini söylüyor. ben inanmıyorum. diğer kişiliğim buna izin vermez diye düşünüyorum."

*

tek yudumda yarısına gelince şişenin, gözleri yaşarıp ağzında hafif acıtan tadı alınca konuşmaya başladı. "günleri, saatleri ve hatta dakikaları karıştırıyorum. kendimi bile karıştırıyorum. korkuyorum."

"deliye bak. ne oluyor kuzum? benden neler saklıyorsun?" demesiyle "hiç..." cevabını aldı lodos. "ismim neden lodos ve bana uyan bir elbise biliyor musun? sert mizacımın altında güçlü sezgilerimin ve mutlaka ulaşmak istediğimi edinebildiğim, gerekiyorsa pek çok şeyi yerle bir edebildiğim için".

"hiçbir şey yok(sana anlatabileceğim)" dedi. düşünceli halinden daha çabuk sıyrılmalıydı. "jülide kafamı bozdu. iyi diyor, doğru söylüyor da üslubu sinir bozucu."

"bana bak, sen bu karıya aşık mısın yoksa? ondan mı bu ezilip büzülmelerin? reddedildin falan da utana sıkıla onu mu gizliyorsun?" dedi. demesiyle de bu fikri beğenip, acaba böyleymiş gibi yapsam ne olur? diye düşündü.

"ablacım, ne diy(ey)im. ne kadar saklasam da ve saçma da olsa anlamışsın. bana tamamen zıt ve farklı yapıda bir insan. üstelik nefret ediyorum ondan. kendimi bir "hiç" gibi hissettiriyor bazen..." olmuştu. inandırabilmişti. inanmasa da fark etmezdi. ne yapacaktı ki? söyleyemezdi. jülide'ye nasıl söylemişti? hayret doğrusu, hiç hatırlamıyordu şimdi, bu konuda ne zaman konuştuklarını... ve düşüncelerinden uyanıp tekrar dolaba yöneldi. hay aksi! dolap, alkol sayesinde rahatlayan bilinçaltına katlanabilecek sohbetlere engel olacak kadar boştu.

"abla ben markete çıkıyorum, stoğumuz bitmiş. ne ara içtik bunları?" dedi, odanın koltukları arasında göze hoş gelen bir düzenle sıralanmış şişelere bakıp.

"çok dalgınsın çook." öylece başını kaldırmadan kitabına dalmıştı. halbuki kitabını da görmemişti bile.

"tuhaf doğrusu!" diye geçirdi içinden. dışarı çıktı. kaç gün ve gece böyle böyle geçip tekrarlıyordu birbirini anlayamıyordu. binanın hemen karşısındaki markete gidecekken ayakları onu hemen sol taraflarındaki yokuştan aşağı inmeye zorladı. diretmedi o da, aşağı doğru koşar adım yürüdü. telefonunu yanına almadığını fark edince geri dönmeye yeltense de ayakları onu dinlemediler. "böyle bir şey okumuştum. bir hastayı kendisi uykudayken elleri boğmak üzereymiş. kurtarmışlar falan. şimdi aynı ona benzedim ha..." derken hemen orada; jülide'nin bir apartman çıkışında olduğunu görünce, koşar adımdan süratli bir koşuya geçti. nihayet parka vardı. burası da ne olup bitiyorsa eninde sonunda vardığı yer oluyordu.

"enteresan..." dedi.

"merhaba kaçak!" gelen ses jülide'ye aitti.

"kaçak? ben mi? sen mi?" sitem ederken, içine doğan cesarete şaşırdı. hemen arkasından, apartmandan çıkan birine takıldı gözleri. "ama..."

zarif bir dişi aslan tüm safarinin ortasına doğan güneş gibi çıkıyordu. “b.”, beyrut. işte oradaydı...

göğsüne inen binlerce çekiç darbesini bertaraf ederek, nefesinin ve kalp atışlarının geri geldiğini hissetti...

*
/an
o gece artık; migren ağrılarına ve insanlara, özellikle terk eden sevgilisine ve kardeşine olan mesafelerine dayanamayacağına karar verdi. apartmanlarının terasından; o hep düşlediği, soğukluğuyla ferah bulacağı betona doğru atladı. kaç birayı ve saatlerce sohbeti ardında bıraktı kimbilir...

*

“hastanın kalbi tekrar çalışmaya başladı hocam...” dedi bir asistan doktor.

kırılmış kapının yamacında bekleyen Jülide, beyrut ve lodos şaşkınlığın pençesinde bir sevinçle sarıldılar birbirlerine. “nihayet” dediler, “nihayet bir kez olsun mutlu bir sonumuz var". tebriz'in bileğindeki karartıda, aynı adı taşıyan tebriz kenti ve haritasından bir parça göründü. ameliyat masasının ışıkları, uyuşmuş kalplere umut pompaladı. herkes, derilerine işlenmiş şehirleri okşadı. new jersey, beyrut, los angeles ve tebriz...