bugün

kaldığım pansiyon kendimi raskolnikov gibi hissetmeme sebep olacak kadar sıradan ve o derece de zavallılık içeriyordu. odamın bir yanında sürekli, işeyip s*çan insanların inilti veya rahatlama sesleri geliyordu. sanırım bazıları, sadece boşaltım sisteminin sonucu değildi. bu lanet yere gelişimin, en mantıklı açıklamasını tebriz yapmıştı bir zamanlar:

“kalacak son bir oda ve çaresizliğini süsleyeceğin bir ip, hepsi bu. sonunda sana olacak olan bu!”

eski bir film sahnesinden alınmış gibi davranırdı daima. işte bu da onlardandı. atladığı pek çok noktadan biri, ipi kesinlikle sevmeyeceğim ve tercih etmeyeceğimdi. bilemeyecek olsa da favorim bir tren tarafından paramparça edilmekti. vazgeçene kadar öyleydi en azından.

“ımmgh… mm.. hhggh…”
şu lanet pansiyondan ayrılmazsam, bok-püsür uzmanı cinnet geçirdi diye başlık atacak gazetelere malzeme olacağım yeminle…

cebimde kalan on lirayla yapacaklarımı düşünmeye çalışıyorum.
tren bileti? -3 lira, kaldı 7. prenses için papatya? -5 lira, kaldı 2. gitmeden önce tanıyanlarıma elektronik posta bırakmak için internet? -2 lira, elde var 0(sıfır). belki gitmeden önce, sayısı yaşımı bulacak derece yarım bıraktığım öykülerimi tamamlayabilirim. her seferinde, düşlenebilecek en uç dünyaya yolculuk yapıp kendime saklamam fazla bencilceydi. bunu anlasam da bir faydası olur mu bilmiyorum. ayrıca şu pansiyonu terk etmek için acil bir plana da ihtiyacım var. tek derdim bu olursa bu sefer fazla sencilce davranmış bir geri zekalı olacaktım. nihayet sokağa çıktım. birkaç adım sonra, üç el silah ateşlendi.

nefesim daraldı. olduğum yere çöktüm. ne olmuştu? daha önemlisi nasıl olabilirdi? her nasılsa, biraz ötemde yatıyordu kardeşim. her zaman uykusuna düşkündü zaten. bu yüzden, yadırgamamalıydım belki de. gözüm güneşe bakmayı kestiğinde, yemyeşil ve aynı zamanda karanlık bir boşluk bastırdı zihnime. bugün 23 nisan, suikast doluyor insan! neden? kendime yıllarca bu soruyu, defalarca sorup yanıt alamayacağımı öğrendim şimdi. beynim halen anlamlandıramasa bile, fazla ötemde olmayan kürsüden düştüğünü idrak ettim nihayet. öyle nefret ederdim ki; bana saygı duymadığı ve beni sevmediği, daima asi genci oynadığı, daima çok sevildiği, kalemlerimin tepesindeki silgiyi her seferinde tüm ısrarıma rağmen kullanıp büyüsünü bozduğu için. başkasının değil, benim kardeşim olduğu için. ve sırf bu yüzden, tüm sevgimi vermeyi denediğim için... işte şimdi, bazen içimden geçen; onu öldürme isteğini bir başkası denemişken yani, olanca sevimli yüzüyle yatıyordu ötemde. belki öğretmenlik mesleğine özellikle yönelmeyişime bir sebep daha olurdu bu. çok ısrar etmiştim, sen de öğretmen olma! diye. bir kere olsun benim tavsiyelerime kulak asmadığı için, tersine davranmak cazip gelmişti. hoşuna gitmişti. salak! kanı, daha şimdiden merdivenlerin üzerinde koyuluğunu yitirerek parlıyordu.
günün anlam ve önemini belirtmek üzere... sayın hasan ilgen öğretmenimi davet ederek... sizleri saygıyla...

“...teşekkür ederim... hepimizin bildiği gibi... sadece ülkemiz çocuklarına ait olan bu bayramı... bizlere ulaştıran her güzel insana saygı ile... sözlerimi şu dizelerle...

yaşa çocuk/ ağaçlara takılıp yırtılan gömleğinle yaşa/ bize kalan umutlarsın sen/ dünyaya bıraktığımız gençliğimizle yaşa...”

odasının dağınık hali geliyor gözümün önüne. yatağı illa ki yeni terk edilmiş ve pek çok elbisesine ev sahipliği yapar halde. hemen başucunda duran sandalyenin dört ayrı, kavisli, bordo-pembe arası renginde demirine sarılmış ve onu bekleyen ... nasılsa bir şekilde pencerenin önünde, kaloriferin yanına tünemiş taburesi tüm beyazlığıyla üzerini boş tutmuştur. ayakucuna eski yatağının hemen bitiminde komodini ve üzerinde onlarca eşyası var. ayakkabı kutusundan yaptığı minik tezgahında, sırası kendince bilinen düzeniyle karmakarışık vaziyette onu bekliyorlar. çoğu, daha ilk sefer okunurken yarıda bırakılmış mizah dergileri ve kim bilir ne zaman önce aldığı kravatın kutusu gayri ihtiyari dostluk kurmuşlar. bir kravatın kutusu varsa gerçekten önemli, kaliteli ve pahalıdır. müthiş bir zıtlıkla yaratıldığımızı anlatan bunca şeyin altında, onun tutumlu ve parayı değerli bulması; benimse paraya inanmayan bir sefil oluşum yatıyordu. masasının üzerinde sonradan kütüphaneleştirilmiş; yarım vitrin ve rafları belirsiz bir açıya sahip çıkıntılarla sabitlenmişti. sınavların, araştırmaların, derslerin ve hatta her bir noktası itinayla bozulmuş dizüstü bilgisayarın olduğu rafların altında yirmi beş inç lcd ekran bile vardı. onunda altında, yani en alt katta; onlu priz daima açıktı. şimdi bile açıktır. deneme sınavları, cep kitapları, beş yüz ml. pet şişede su, yeraltı edebiyatından tanınmış birkaç yazara ait romanlar, büyükçe ve jakları bilgisayara yerleştirildiği ilk günden bu yana takılı olan kulaklık, dördüncü sınıfta hediye ettiğim ingilizce sözlük, bodrum katın anahtarı, kablosuz fare, bana ait kullanılmış selpaklar-takıntısından ötürü eline süremezdi ve ben almadan öylece dururdu tiksinse bile- masanın altındaki boşluğa düşmeyi dört gözle beklerdi. çünkü orası, temizliğe açık ve bu odadan kurtuluşun en yakın olduğu noktaydı. tüm bunlar, ben evine uğrayınca bu hali alıyordu açıkçası. kendisi, bana zıt yaşamayı hayat amacı olarak belirlediğinden; bunlar, bu etkilerin hiçbiri belki ona ait değildi. on altı saatlik uykunun oluşturduğu şeyler hariç. ki; bir insan neden on altı saat uykuyla beslenir? anlamış değilim, denedim üstelik. migren ağrılarımdan felç olmak üzere buldular beni sonunda. “kahrolsun faşizm!” yazarlardı kardeşim ve arkadaşları duvarlara. bense kahrolsun migren! yazmak isterdim. kahretmeyi seven bir milletiz vesselam.

sokağın, bu belirsiz biçimde gelişini önemsemediğim yerinde; çingenelerce, sahildeki parktan gecenin kör vakitlerinde, sırf ihtiyaçtan buraya getirilmiş olan banka çökmüşüm. bu mahallenin, çoğunlukla sakin havası, hududuna bir “poris” ne bileyim, bir “candayma” damladığında değişirdi. aradan geçen onca vakte rağmen, kalbim deli gibi atıyor şimdi. nasıl da yer etmiş içime, onunla küs ayrılışımız. üç el silah ateşlenmişti... bir zaman önce kardeşime, şimdiyse bana gelmişti sanki. oysa nasıl da hatırlıyorum. evimize geldiği günü bile. sapsarıydı, dersiniz ki boyaya bandırılmış. öyle salt sarıydı ki... büyüdü, konuşmaya başladı. kitap diyemedi, “pipap” dedi. abi diyemedi sıpa, abili dedi(nasıl becerdiyse). jandarma demek nereden icap etmişti? “candayma” dedi. yine polis diyemedi de poris dedi. onu böyle acayiplikleriyle sevmişim meğer.

çok sevdiği şarkıda diyordu ki; “you're still dancing/ in another state of mind (you're there)”, “sen hala dans ediyorsun/ aklı başka bir devlette (sen oradasın)”. işte bu, tüm olanları ve ikimizi çok iyi anlatıyordu. gittiğinden beri belki yüzlerce kez yaptığım gibi tekrar tekrar dinlemem bu yüzden. seni var edeceğine inancımla dinleyişim, yaşatıyor beni. sana olan onca borcumu unutabilmem için şart bu. günün birinde hayatıma kendi isteğimle son vereceğimi düşünüp, “ip” önerisinde bulunduğunda anlamalıydım. bu bir vasiyet miydi? evet, anlamalıydım. sana o zaman söylemedim, son trenim geldiğinde; elimde seni vuran silahla dikileceğim rayların üzerinde...

bayılmışım... bana yadigar kalan travmanın eseri olsa gerek, “şokun etkisi geçiyor, ayılmaya başladı herif” seslerini duymaya başladım. önceden hazırladığım nevaleleri almam gereken yere neredeyse varmışım. birkaç ev sonra tam karşımda olacak. zümrüt apt. no. 5. kat: 2. daire: 3. güzel, burası oldukça sakin. kimseye görünmem gerekmeyecek. içerisi parafin ve küf kokuyor. en keskin, en yaklaşılmaz kokunun avucunda olmalı benim nevale. evet! sevgilim, buradasın. beretta’m. sanırım, telefonda... işte burada! otuz dakika var. her an çalabilir telefon. ses gelene kadar etrafa bakmakta fayda var. buranın güvenliğini üç-beş çingeneye vermekle gerçekten hata ediyorum. onları çöp kovasındaki pislikten daha değerli görmediğimi biliyor olmalılar. hak ediyorlar da. benden kardeşimi alarak, çok daha beterlerini hak ettiler zaten! kahretsin! yumruğumu vurduğum ahşam masa, çatlamak için fazla gençti. ve bu çok garip. bunu ben yerleştirmedim. ya diğer odalar? yuh! rospik çocukları! dünya kadar soygun malı zulalamışlar. şaraptan-bilgisayara, özel yapım çantadan-parfüme... hele biraz sabredin, sıra size de gelecek lan! başıma dert açmak için dünyaya gelmişsiniz hiç kuruları!

“non je ne regrette rien...” telefon çalıyor nihayet.

evet?
-arat bey...
adımı söyleme salak! söyle nerede yiycez nevaleleri?
-pardon abi. lale istasyonunda. kimseler olmaz zaten bu vakit. bu mevsim.
iyi, iyi.

lanet adam. beklediğim gibi, önce ona “istasyona yürümem gerektiğini” söyleyen telefon gelmiş mert’ten. mert, silahları alacağım kişi. bunca bürokrasiyle aldığı parayı daha da hak ettiğini düşünmek kolay geliyor sanırım. ne kadar saçmalığı varsa da tüm intikamımı bir anda bana hediye edebilecek biri. “para hazır mı?” diyecek. işte hepsi burada, demeye kalmadan cebimdeki beretta’yla işini bitirecektim. ne tür bir insan, yağmurluk cebinde beretta taşır ki? cevap vereyim: havanın yağmurlu olacağını öğrenen, sahil kasabasına çok yakın bir mahallede oturan ve balıkçılık yapan bir insan taşır. yaşadığı çevrenin etkisiyle, bu kimse tarafından garipsenmiyordu üstelik. kendisi balıkçı olmasa bile aslında.

biz daha çok küçükken, bir oyun oynardık. evimizin, yegane eğlence kaynağı bir “büyük atlas” vardı. ne vakit sıkılsak, ülkeleri haritada bulmaya çalışırdık. bunu yaparken, birbirimize şehir isimleri verirdik. örneğin, benim o minnacık yaşlarımdaki çocukluk aşkım bizimle oynarken; beyrut’tu. kardeşim, tebriz; ben de st. marino(aslı san marino’ydu) olarak oynardım. ne zaman küssek birbirimize, savaşı bu şehirlerden birinde anlaşma yaparak sonlandırmak için; bu isimleri kullanarak yatışırdık.

not defterime, kirli sakallı silahlı bir adam çizdim. hemen karşısına dolar işareti kondurdum. alt tarafına da bir parmaklık temsili ekledim. bunu, adamın cebine bırakmak yeterli olacaktı. ve mesaj verilmiş, iş tamamlanmış sayılacaktı. kendi dünyamın hudutlarını böylece belirlemiş ve milli sınırlarımdan taviz vermeden gidecektim bu diyardan.
adam, istasyonun güneş almayan ve ışıkları bozuk yerinde soteye yatmış bekliyor. valiz görünmediğine göre burada değil, bu küçük çaplı bir tuzak. öyle olsun, tilki gibi dönüp dolaşıp benim dükkanıma geleceksiniz. iç cebimdeki, kaçakçı refik’ten aldığım ne idüğü belirsiz zehri tokalaşırken ona zerk etmem yeterli olacaktır. ya da bu gidişle refik te öte tarafı boylar.

merhaba koç!
-merhaba abi.
nevaleleri alayım.
-abi parayı görmem lazım biliyorsun.
peki, gel bakalım.

zehir etkisini göstermeden işi bitirmem lazım. önceden istasyonun veznedarına emanet ettiğim çantayı alıyorum. güzel, bu adamın yaşaması lazım. saçının ortasında bir las vegas kumarhanesi kurulmuş gibi sevinçli kel adam. başka bir açıklaması yok, o tüm mesaisi boyunca yüzüne yayılan gülümsemesinin.

işte hepsi burada!
-abi, buyur. (banklardan birine biz gelmeden on beş saniye önce konulmuş bavulu göstererek)
hadi, hayırlı olsun. dur ben sena arabana kadar refakat edeyim.
-gerek yok, görüşürüz.
(iyi yolculuklar, ebediyen)

adam, attığı on beşinci adımda cam kenarında dizilmiş yapay ağaççıklardan birine doğru düştü. hemen ters istikametime, yani ona doğru koştum. “kardeşim, fenalaştın mı? dur şöyle doğrultayım seni, bir şeyin yok”. neyse ki; kısa süren oyunculuk merakımın faydasını görebildim, etrafımda onlarca bakışı endişe sahibi etmeden onu kontrol altına aldım. evet, şimdi paramızı da alalım. hahahah!

=orada kal! ve kıpırdama yoksa namlunun ucundan çıkan şey seni delip geçecek. demek öylece çekip gidecektin ve biz buna engel olmayacaktık ha?
seni!
=hayatta neye tahammül etmem biliyor musun? beni kandırmaya çalışana ve ihanet edene. bana ihanet eden bir adamı öldürdün, teşekkür ederim. ve beni kandırdın, güle güle!
ben, demeye kalmadan silahı ateşledi. sağ kaşımın bitiminde, kemiğin hemen üstündeki boşluğuna konuşlanan namlu ağzından çıkan mermi beynimin en değerli hücrelerini parçalayarak diğer taraftan çıkarken artık düşünme yetisine ihtiyacım olmayacağını bilsem de acıttı bu.

önce soğuk namlunun izini düşündüm. sonra masamın üzerine vurup ağzıma değen “şat” bardaklarını. yavaş yavaş sıcak kanım beni terk ediyordu. tebriz gibi, beyrut gibi ölüyordum işte. annemiz, babamız gibi. sanıldığı gibi film şeridi falan yok şimdi. filmin bizzat kendisindeki son sahneyi görüyorum. seyirci biraz sonra hayal kırıklığı ve “yine mi ya?!” tepkileriyle esas çocuğun ölümünü yadırgayacaktı. hem, o olmazsa film olmazdı. babamın dediği gibi “o ölmez, o ölürse film biter”. evet, ben ölmezdim. ölürsem film biterdi. son bir defa gözlerimi açıyorum sanırım şimdi, tamamen kapanmak üzere... galiba film bitti.

üç el silah ateşlenmişti. ve çingene mahallesinde bir bank, hala etrafımı çevreleyen insanlarla doluydu.
amatör ama festival filmi olabilecek seviyede, biraz in yer face ve biraz dram-psikoloji türünde; insanı boğan, yutan, üzerine oturan, tansiyonunu düşüren bir filmin adı olabilir. gelecekte...
Direksiyonu tutmaya calisirken kirilan kemikleri hissedip lan daha 25 bile olmadan bitti galiba. demektir.

Edit: 7 yil gecti ustunden yasiyorum la yazmayin sacma sapan mesajlar. He cennetten yaziyorum amk.
ne yazsam diyorum
ne desem sana
seviyorum seni
oralı değilsin biliyorum
her gece ama her gece rüyamda
kah bir kadın
kah bir söz
kah bir fısıltı
kah bir pembe fincanda dudak izi
her gece rüyamdasın biliyor musun
biliyor musun günler haftalar belki aylardır
çölde susuz bir avuç toprağım
ne yazsam sana
ne desem sana
bana bir bakar mısın
bana bir tanem
hani bir kocaman adam
inan
değirmen taşında ezildi o adam
ne canı kaldı ne cananı
elinde üç satır
gecelerinde hayalin
bir insan böyle ölür hayatım
ben yaşıyor muyum
tencerede yemek gibi
demlikte çay kadar
ben yaşıyor muyum hayatım
hayatı özledim
hayatı
seni
yaşamayı özledim
hayallerim perde perde bir tanem
göz kapaklarım ağır
derin
en derin uykuya hazır
tek dileğim var sen gül
sen mutlu ol
canım benim
canım.

filim sarılı makara ağır aksak dönmekte
bir diğeri bak çıplak, yavaşladı
sahnede halâ anlamsız işaretler
paramparça anlamsız sessiz
ışıklar hafiften yandı
hadi evine artık
bu filimin devamı yok.