bugün

nickimin isim babası kitap.
Öyle okunup bitirilmez bu kitap belki ezlerlersiniz diyalogları acar acar okursunuz asla sıkılmazsınız kinyas olursunuz kayra olursunuz.
Okuduktan sonra dönüm noktanız niteliğinde olacak enfes kitaptır. Tadı damağımda resmen. Kinyasta kendini bul ister , istersen Kayra'da. Psikopat ya da deliliği benimseyen yazarlarımıza önerilir.
Okumadan önce yorumlara takılmayın derim zira önyargı olabilir. Okudum ancak kitap bir türlü işleyemedi bana. Elinden kitap düşmeyen biriyim ve kinyas ve kayranın ününü çok duydum haliyle büyük hevesle başladım ama ufak bi hayal kırıklığı oldu. Kesinlikle melankolik ve karamsar bir kitap ve olay akışından çok iç ses odaklı. Güzel bir anlatımı, içeriği var, kaliteli ama hayat felsefem ya da dönüm noktam olabilicek kadar etkili olmadı bende. Bir türlü samimi gelemedi, bazı noktaları ise aşırı yapmacık geldi. Yeraltı edebiyatı seven biri olarak bence bu kategoriye alınamayacak kadar ergen felsefesi düzeyinde.
-- spoiler --
Kitabı okumadan önce kitabın otomatik portakal özentisi olduğu doğrultusunda bir yorum okumuştum ve haliyle kitaba önyargılı yaklaştım ama eğer otomatik portakalı okuduysanız okudukça kinyas ve kayra'nın kurgusunun ve betimlemelerinin benzediğini fark edebilirsiniz.
sürekli kitap okuyan bir insanın bile yavaş yavaş okuduğu, okurken terlediği, bunaldığı görülmüştür. roman diye geçer ama aslına bakarsanız öyle değildir okuyanlar bilir, daha çok kişisel gelişim kitabı etkisi bırakır. kendini okuyormuş hissi verir, hakan günday'ın kalemine aşık eder.
yılbaşına kadar okuyacağıma söz vermiş olduğum, yazarak zihin ölümünü gerçekleştirebileceğini iddia eden adamların hikayesi imiş.
okuduğunuz yaş aralığı çok önemli. 21 yaşında çok büyüdüğünüzü zannederken okumakla, 35 yaşında okumak arasında dünyalar var.
kitabı ilk okuduğumda 25 yaşındaydım. 35 yaşımda okuduğumda yaz ile kış kadar farklı çerçeveden okudum bu kitabı. hayat bizi zaman içerisinde kayra ve kinyasa benzetiyor. hakan günday tarafından yazılmış en iyi kitap. sonradan yazdıklarında bu lezzete yaklaşsa bile henüz üzerine çıktığı kitabı bulunmamakta. belkide kendini fazla tekrar ediyor olmasından.
film olması durumunda en iyi açılışlardan birisine sahne olabilir. bir masa karşılıklı iki kişi, bir şişe votka ve karşısında oturana silahını doğrultmuş başka bir insan. yada bir zamanlar insandılar.
oğlum olursa yarak kızım olursa sinyak koyacam diyen malları duyduktan sonra soğuduğum kitap.
--spoiler--
bir kıza aşık olmuştum. onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. bir sabah, treni kaçırdım. aşık olmaktan vazgeçtim..
--spoiler--

kanımca kitabın en etkileyici sözlerinden biri de budur.
eve gidince okumaya başlayacağım kitaptır.

tabii zall'dan izin koparabilirsem.
yarida bitakildigi icin zerre kadar pisman olunmayan hakan gunday'in, kendini tekrardan ibaret olan kitabidir.
Az önce 30 lira verdiğim kitap. Teşekkürler türkiye.
Merak etmedim bilmediğim için bugun aldığım kitap.
Yazılmış belki de yazılabilecek en güzel kitaptır.
Hala bitiremediğim içimde bir güç bulursam tek nefeste tamamlayacağımdır.
okudukça, neredeyse her cümlenin çok iyi işlenmiş olduğunu gördüğüm hakan Günday romanı.

''artık konuşmanın zamanı gelmişti, çünkü Anita'nın hayallerinde kurguladığı ilişki mutlu sonla noktalanıyor bile olabilirdi ve ben o sondan çok uzaktaydım. daha anlayamamıştı sonunda ölüm olan bir hayatta mutlu son olmasının mantığa aykırı olduğunu. ölüm mutlu bir son olamazdı. kimse için. ama yine de insanlar, kendilerini kandırmak için hayatlarını dönemlere bölüyorlar ve ancak o dönemlere mutlu sonlar uydurabiliyorlardı. oysa hayat, her bölümünde ayrı bir hikâyenin döndüğü neşeli bir dizi değil, sonunda herkesin öldüğü ve katilin bulunamadığı sıkıcı bir filmdi...''

edit:

anita: ''ben hep mutsuz oldum. ama seninle hayatımın değişeceğini sandım. ama sen de herkes kadar kötüsün. erkeklerden nefret ediyorum!''

''ben de'' dedim içimden. işte bir ortak nokta daha! üstelik, ben nefretimde daha da cömerttim. kadınlardan da nefret ediyordum. anlıyordum anita'nın çocukça oyununu. her dakika daha da dalgalanan duygusal bir denizde yüzüyordu. bir yanda, bırakamayacağı kadar rahat bir hayat, diğer yandan da âşık olduğu ama kendisine karşı hiçbir duygu beslemeyen adamla ilgilenmek mecburiyeti. gururlu bir insanın yapması gereken kapıyı çekip gitmek olabilirdi. ama o da, ben de, uzun zaman önce gururumuzu bir şişeye koyup okyanusa bırakmıştık. ihtiyacı olan birine ulaşması ümidiyle. bizim gibi insanların işine yaramazdı gurur...
çok başka kafaların kitabı. bir rivayete göre, hakan günday bunları yazarken kendini güneş dahi görmeyen bir odaya kapatıyormuş ve kitap bitene kadar da odadan çıkmıyormuş (tuvalet, duş, yemek hariç). varın gerisini siz düşünün.
sağlıklı bi insanın uzak durması gereken bir baş yapıt.
Tekrar rafından alıp okumaya başladığım kitap. Unutmamak lazım böyle romanları. içinde yaşayabilmek lazım, orada olduğunu hayal edip okumak lazım..
Şimdiki zamanda kendime dair bulduğum birçok şeyde beni bana anlatan kitap.

"Hiç uykum yok.
Hiç uyuyamıyorum. Domuz gibi içiyorum.
Ama gözlerimi kapalı bile tutamıyorum. Sabaha beş saat var.

Annemi düşünüyorum. Nerededir şimdi? Aynada kendime bakıyorum bazen. Ve tek kelime etmesem bile vücudum yaşadıklarımı, hayattan ne anladığımı anlatmaya yetiyor. Sağ omzuma kendi çizdiğim kelebek, beğenmediğim için üzerine attığım çarğo işareti ve altında aynı kelebeğin bir Japon tarafından çok daha iyi işlenmişi. Sol dirseğimin iki parmak yukarısındaki kurşun yarası.

Bileklerimdeki otuz dört dikiş. Medeniyeti bir aralar, herkes gibi yaladığımı kanıtlayan apandisit ameliyatımın izi. Ve sırtımı kaplayan, Tanrı'nın yüzü.

Bilmiyorum... Hızlı yaşadım. Ama genç ölmekten çok, hızlı yaşadım! Ancak hayattayım."
sürekli kitap okurum, hep kitapçıya borcum olmuştur son 3-5 senedir. bazı obsesif bozukluğum yüzünden kitapları hep sıfır ve iyi yayınevlerinden tercih ederim. almış olduğum bu kitapları maksimum 4-5 günde okuyup kitapçıya yok pahasına geri veririm. borcumu da azaltmış olurum böylece.
bu kitabı çok duydum fakat denk gelmedi okuyamadım. sonra bir gün hususi olarak almaya karar verip gittim kitapçıya aldım. okurken çok beğenmedim de..
aradan belki 4 ay geçti. şimdi aynı kitabı, okuyup sattığım kitabı, tekrar alacağım.
öyle bir kitap.

süslü cümlelere gerek yok, takdire şayan.
hakan günday'ın ölümsüz eseridir.

edit: düzeltme.
Hakan Günday'ın mükemmel romanlarından biridir.
20 yaşındayken yazdığını düşününce daha da değerlenen hakan günday romanı. gerçekten kendi tarzını oluşturmuş bir yazardır. her kitabı okunası. ama kinyas kayranın yeri bambaşka.
çok enteresan bir kitap. yani içimi sıkıyor, normalde pesimist bir insanım ben, ama ben bile sıkılıyorum okurken, ama sıkıldıkça daha bir şevkle, zevkle okuyorum kitabı. anlamadım valla.

"tek spor sekstir. herkes kazanır. hepsi bu..."
baya bi' önce bitirdiğim ama ancak şimdi yazma fırsatı bulduğum, yer altı edebiyatının en iyilerinden bir hakan günday romanı. hakan günday bu kitap için ''her 15 sayfasında bir şarkı açıp öyle yazmıştım. çünkü her olay için kafamda bir müzik vardı.'' demişti. ben de yazar gibi bu kitap için benimsediğim, bu kitabın atmosferine en iyi gidecek parçalardan birini atarak yazmak istedim. kitabı okumayanlar aşağıdakileri okumasın. ya da okusun, fark etmez. çünkü sadece bu analizi okuyarak bu kitap anlaşılmış olmaz zaten.

https://www.youtube.com/watch?v=tqtaKkvCFaQ

öncelikle bu kitap kaybedenlerin öyküsü mü? alâkası yok. kayıp kuşak mı peki? hayır. boşluk? hiçlik? her şey? hiçbir şey? doğru cevap hiçbiri ya da hepsi. ne fark eder ki. hiçbir şey. sütle birayı karıştırıp içmek gibi bir şey bu kitap. her şeyden önce; ''kafamın içi il olma izni alabilecek kadar kalabalıktı'' diyen bir adamın romanı bu.

iki şahsiyet. birbirlerinin tamamen zıttı, birbirlerinin tamamen benzeri. birbirlerinin dengeleyicileri. biri uykucu, bir uyuyamıyor.

insanlıktan çıkmışlar ya da çıkmak üzereler. hayata inançsızlar. yaşama karşı hissettikleri öfkeden ya da nefretten de öte. hayat onlara daha fazla zarar vermeden onlar hayatın anasını bellemek istiyorlar, sonra da zihinsel yok oluş..
hayata, sokağa, yer altına, karanlığa dair her şeyi bilen, teoride sallanmakta ama pratikte zehir gibi iki şahsiyet. ürkütücü bir soğukkanlılık. cinayet, esrar, kaçakçılık, seks. bunları yaparken her zaman planları da hazır; "there ise no plan. that's the plan."

kitap 3 bölümden oluşuyor:
1 bölüm: kinyas, kayra ve hayat.
2. bölüm: kayra'nın yolu.
3. bölüm: kinyas'ın yolu.

iki şahsiyet var romanda. kinyas ve kayra çocukluk arkadaşı olan iki sıkı dost. birbirlerinin doğum günlerini bilmeyecek kadar ilgisizler, birbirlerinin ciğerini bilecek kadar da tanıyorlar birbirlerini.. ikisi de koskoca dünyada kendilerini anlayan kimsenin olmadığına inanıyorlar. sadece birbirleriyle arkadaş olabiliyorlar. diğer insanların zekâlarını, düşünce yapılarını, ahlâk anlayışlarını çok garip buluyorlar ve birbirlerinden başka kimseye kendilerini açmıyorlar. birbirlerine karşı da açık olmuyorlar aslında ama birbirlerinin varlıkları onları bir şekilde rahatlatıyor. ikisi için de yan yanayken kendileri olabildikleri tek insan ötekisi.

birbirlerine benzedikleri noktalar da var. ikisi de pizza manyağı. alkolden sonra cappucino ortak yanları. ikisi de yalan söylemekten zevk alıyorlar ve ailelerinden yıllar önce uzaklaşmışlar. kimseye bağlı bir hayat sürmek istemiyorlar. ve 'zihinsel ölüm' dedikleri olayı yaşamak istiyorlar. ama bu benzer yönlerinden daha çok zıtlıkları çekiyor dikkati.

kinyas ve kayra'nın herkesten uzak olma çabaları, hayatlarını hiç ama hiç önemsememeleri, ölüme karşı duyarsızlıkları onları bir gün birbiri ardına gelişecek maceralara sürükler. dünyanın en azılı uyuşturucu kaçakçılarıyla beraber iş yapmaktan, dünyanın en zengin kumarbazlarını dolandırmaya, fahişelerle yatıp onları sadece zevk için dövmekten, afrika sıcağına bir çok maceraya karışıyorsunuz kinyas'la ve kayra'yla beraber. ve tüm bu karmaşalardan sonra ikisi yollarını ayırıyorlar. daha doğrusu kinyas, kayra'yı bırakıp gidiyor. dostlar, fakat dostlukları ne kendilerine yarıyor ne de karşılarındakilere. bir daha görüşmemek üzere ayırdıklarında yollarını, ikisi için de zor olan kısım başlıyor. ve kitabın ilk bölümü burada bitip, ''kayra'nın yolu - kinyas'ın yolu'' başlıyor.

kayra, kendi yolunda intihara karar veriyor fakat bir eylemle gelen bildiğimiz intihar değil bu. insanın kendi kendini zihinsel olarak öldürüp öldüremeyeceğini deniyor. şu ana dek her şeyi unutup bi' nevi bitkisel hayata geçmek istiyor. ikisinin de 'zhinsel ölüm' dedikleri olay bu işte. amaçları buydu. kayra kendi yolunda bunu denerken, kinyas ise yıllardır kendisinden bir haber alamamış olan ailesinin yanına, Türkiye'ye dönüyor ve normal bir insan gibi normal bir hayat yaşamak için çabalamaya karar veriyor.

kinyas, üç bölümden oluşan kitabın birinci bölümünün sonunda, soygun sonrası kayra'yla çaldıkları paraların kendi payına düşenini alarak kaçıp gidiyor ve kayra'yı tak başına bırakıyor. bundan sonra ise biz okuyucu olarak 2. bölümde, yani kayra'nın yolu'nda, kayra'yı tüm hatlarıyla daha da çok tanıyoruz. onun nasıl bu duruma düştüğünü, ailesi ile olan bağlarını, geçtiği yolları, çocukluğunu ve acımasızlığı ile perçinlediği kararlılığını okudukça, aslında kinyas ile başta paralel ve aynı gözüken yanlarının ne kadar zıt olduğunu kavrıyoruz. kayra'nın tek amacı var, beyin ölümünü gerçekleştirmek. ama yalnızca düşüncelerini öldürmek. bedenini yaşatabildiği kadar yaşatmak, arınmak düşüncelerden, acılardan, acılara sebep olan görüntülerden.. bunu nasıl başaracağını düşünürken yine bir soygun sonrası para buluyor ve bir barda karşılaştığı 17 yaşındaki bir fahişe sayesinde hayatı değişiyor. kendisine aşık olduğunu söyleyen bu kadına değişik bir yakınlık hissediyor. beynini öldürdükten sonra yanında olacağına inanıyor ve anita da kayra'yı gerçekten seviyor. anita kızın adı bu arada. tüm bunlardan sonra yavaş yavaş kayra kendini bırakıyor. sevişmeyi, dünyevi zevkleri, eski kötü alışkanlıkları.. hepsini bırakıyor. ama dünyaya olan inancını da bir türlü kazanamıyor. ne yaşama, ne insanlara, ne de aşka. hiçbir şeye inanmıyor. o sadece beyin ölümünü gerçekleştirmeye kendini odaklıyor. anita ve kendisi için büyük bir ev ve kendisine baktığı sürece yaşamını en üst düzeyde sürdürebileceği kadar para sağlıyor anita'ya. ve her şeyi hazırlayıp geçmişinden kalan peşinde ne varsa ömrünün geri kalanına başlıyor. artık yavaş yavaş zihinsel ölümünü gerçekleştirdiğini anlıyor ve bu süreç başladıktan sonra en üst katta sadece kendisi için özel olarak yaptırdığı karanlık odaya gidip yatıyor oraya ve o cümleyi söylüyor yine;
''hiçbir şey yok! hiçbir şey yok! hiçbir şey yok!''

kitabın 3. bölümünde, kinyas'ın yolu'nda, kinyas'ın kayra'dan farklı olarak içinde kalan son 'insanlık kırıntısı'na tutunmaya çalışmasını ve ankara'ya, ailesini yanına dönmesini okuyoruz. ailesinin karşısına tam 8 yıl aradan sonra çıkmaya karar veriyor kinyas. yeniden insan olabileceğine inanıyor. geçmişin peşini bırakmayacağını biliyor ama gerçek ismiyle tolga, kinyas'dan farklı olarak içindeki kinyas'ı öldürmeye karar veriyor. tolga kinyas'tan nefret ediyor. içindeki kinyas'ı öldürüp yeniden gerçek ismiyle tolga olmak, insan olmak istiyor. ailesi tolga'yı hiçbir şey olmamış gibi kabul ediyor ve evlatlarını bağırlarına basıyorlar. kız kardeşi başlarda biraz yadırgasa da daha sonra abisini tekrar benimsiyor ve yavaş yavaş tolga'nın kinyas'la asıl mücadelesi başlıyor. eski bir aile dostunun yanında işe başlıyor. melis isminde, kız kardeşinin arkadaşı bir kızla sevgili oluyor. normal bir insana dönüşme yolunda kararlı adımlarla gitse de, öldürmeye çalıştığı içindeki kinyas'ın son armağanı, afrika'da bile bile aidsli bir fahişeden kaptığı hiv virüsü oluyor.. tolga, geceleri kabusları olan, gündüzleri de durmadan kulağına yaptıklarını fısıldayan kinyas'ı silmek için elinden geleni yapıyor. kayra'yı bırakıp gittiği için arada bir kayra'nın kulağına ''kinyassss'' diye hayali fısıldamasını duyuyor. ama tüm bunlara rağmen vücudundaki hiv virüsünü kontrol altında tutmayı başarıyor. küçük şeylerden mutlu olmayı, yararlı işler yapmayı öğreniyor ve içindeki kinyas yavaş yavaş yok olurken iş yerindeki patronun oğlu olan çocukluk arkadaşı salih'i eroinden kurtarmak için vereceği mücadele ile kendisinin kinyas'la yaptığı savaşın ruhuyla olan mücadelesinin benzer olduğunu fark ediyor ve bu onun için dönüm noktasını oluşturuyor. ve en sonunda salih'i eroin bağımlılığından kurtararak, kendi içindeki kinyas'ı da yok etmeyi başarıyor.

şimdi üçüncü bölüm ''kinyas'ın yolu''nda, kinyas'ın normal bir insana dönüşme çabası size sempatik gelebilir, ya da kayra'ya ihanet ettiği düşüncesi gelebilir aklınıza, döneklik ettiğini düşünebilrsiniz ama aslında şöyle bir dikkatle düşünecek olursanız bence o da davaya ihanet etmiyor. sadece farklı bir yoldan zihinsel ölüme gidiyor. kinyas ve kayra'nın yolları farklı, ama varış noktaları aynıdır. kayra, kendini içine hayat sızmayan bir odaya kapatarak ulaşırken zihinsel ölümüne, kinyas kendini yalanlar üzerine kurulmuş (aile, toplum, devlet...) yani "düzen"e hapsederek öldürdü aslında zihnini..

''gelecek saniyelerin üstüne binerek uçan olaylar bizi ayakta tutuyor. bütün hayatımız boyunca beklediğimiz ve nereden geleceğini bilemediğimiz huzuru arıyoruz. huzur arayışımız da bizi ayakta tutuyor.'' kinyas'ın bu sözlerinden hâlâ arayış içinde olması üçüncü bölümde tolga'yı doğurmuştur. en sonunda da kinyas yazdıklarını kayra'ya yollayarak okuması ve huzuru bulması ümidiyle son bir geri dön çağrısı yapmıştır. kayra, kinyas'ın yazdıklarını aldığında onu okuması için değil, yazdıklarını göndermenin manâsını arayarak kinyas'ın yazdıklarının farkına varamaz ve bunu kabul etmek istemez. aslında kayra türkiye'ye dönüşte kendi kurtuluşu için değil kinyas'ın kurtuluşu için zemin hazırlamıştır.

kayra asla evcilleştirilemez. kinyas evcilleştirilebilir. kayra yarı-doktor olduğu halde kimseyi kurtarmaya yanaşmaz.(kinyas hariç)
kinyas doktor olmadığı halde bir uyuşturucu bağımlısını kurtarmıştır.

evet, birinci bölüm "kinyas, kayra ve hayat" zımba gibi mıhlıyor sizi kitaba. onları yaşama hastalığına mıhladığı gibi.
ikinci bölüm "kayra' nin yolu"nda, siz de kayra gibi yavaş yavaş yatağa mıhlanıyorsunuz, sıkılıyorsunuz artık bu kaostan, belirsizlikten. kayra ''hiçbir şey yok! hiçbir şey yok! hiçbir şey yok!'' derken acıyorsunuz ona.
üçüncü bölüm ''kinyas'ın yolu''nda ise kinyas'ın yeniden normal bir insan olmak için çabaladığını, aslında zihnini farklı yollardan öldürdüğüne tanık oluyorsunuz.

bu kitap, kayra kadar sıradışı olmak istemenin ne kadar mantıklı olduğunu düşündürse de, kinyas annesine 'çay da olur' dediği anda, bir gün 'çay da olur' diyebileceğin biri kalmazsa hayatında diye düşündürdüğü de kesin.

aslında kitap kinyas'ın değil de kayra'nın yolu'yla bitseydi, kaç kişi intihar ederdi kim bilir. kitabı kinyas'ın yoluyla bitirdiği için bile tebrik edilir bu yazar.

şunu da söylemek de fayda var, kitabın unutulmaması gereken şahsiyetlerinden birisi de alp bence. çok kısa rol almasına rağmen kitaba damgasını vuran bir şahsiyettir.

bu arada filmi çekilmeli bu kitabın. fakat, her sahneden sonra karakterlerin tepesinde düşünce baloncuğu olmalı. ki, beyinlerindeki zehri aktarabilsinler. midelerini ve ruhlarını rahatsız eden her şeyi kusabilsinler. en çok da iki kan kardeş birbirine "orospu çocuğu" desin. ve, birbirlerinin doğum günlerini bilmedikleri için kendileriyle gurur duyan bu iki dost, bu iki adam, bu iki bedenli tek ruh, bu iki insan olmaya çalışıp da insan olmayı başaramayan yaratıklar, insan olmanın ne kadar zor olduğunu bizlere anlatsınlar. vahşetin, kaosun, kanın, afrika'nın, fahişelerin, eroinin, silahın, kurşunun, yazma eyleminin, dövmenin, uzun saçın, pizzanın, david bowie'nin, celine'nin 'gecenin sonuna yolculuk'un, efla'nın.. insanlık için neler ifade etmesi gerektiğini ispat edebilsinler. yalnız kalabilmenin ne kadar zor bir eylem olduğunun canlı ispatı olsunlar. insanlığın içine dalıp da kollarını iki yana açarak yürüyebilsinler. devirsinler önlerine çıkan her şeyi. zihinsel ölüm denen o muhteşem düşünceyi hayata geçirmek için, hayatı boykot etmek için, kendilerini düşünerek kendi beyinlerine gömmek için sokaklara çıksınlar. midelerini bulandıran o sokaklara. gece, sabaha "kaç, ben geliyorum" dediğinde, kinyas da kayra'yı bir otel odasında bırakıp gitsin. hiç ummadığımız anda. aklımızın ucundan geçmediğinde. neyin rüya neyin gerçek olduğunu anlaması için, insanlığın üzerine bir bidon benzin döküp yaksınlar beyaz perdede. uyusunlar geceler boyu. kinyas'ın kan çanağı gözleri, kayra'nın çirkin yüzü. bulandırsınlar durgun suları. bir afrika gecesinde, bir ankara gecesinde, kayra kinyas'ın kulağında bir fısıldama olsun. "kinyasss" diye. kinyas ise kayra'nın zihninde bulunup da gebertilmenin binbir türlü yöntemi arasında sıkışıp kalmış bir canlı. ve kayra'nın sırf kinyas'la iletişime geçmek için bulduğu yerde kinyas'ı tekmeleme arzusu..

bunlarda kitapta altını çizdiğim en beğendiğim yerlerden bazıları. gerçi kitabı baştan sona yazmak gerek ama olsun;

* çok şey gördüm. beni yüzüstü gömün..

* geçmişi ve geleceği bir saniyede toparlayabilirsem, uyuyabilirim. belki de basit bir matematik formülüdür, gelecekten geçmiş çıkarsa şimdiki zaman kalır.

* dünya boşuna dönüyordu. kaza yapıp ters dönmüş bir arabanın boşa dönen arka lastiği gibi..

* neye içeceğimizi bilemeyecek kadar insanlıktan çıkmıştık. sağlığa? şerefe? dostluğa? hayata? birkaç saniye daha kadehlerimizi havada tutup birbirimizi iskeletlerimize kadar soyduktan sonra acı acı tebessüm edip diktik kafamıza rakılarımızı, hiçbir şey söylemeden.

* onu kurtaracağımı düşünüyordu. ama kim kimi kurtarabilmişti şimdiye kadar? beni kim kurtaracaktı? “kurtuluş” dedim. “ankara’da bir mahalle”. fazlası değil. belki bir de bob marley’in en iyi şarkısı. daha fazla düşünmeye gerek yok. adı her yerde, kendisi yok. kurtulmaya gelmiyoruz bu dünyaya. daha da saplanmak için buradayız. dibine kadar.

* uyumadım. pişman olmadım. kendimden bile. ben gerçektim. dünyanın en gerçeği! bana ait bir gezegen bulana kadar insanlara ve kendime zarar vermeye devam edeceğim. biliyorum, beni linç edecekler. beni bütün dünya öldürecek. en derinde benim cesedim olacak ancak bedenimi toprak bile kusacak. aranızdayım her gece. dolaşıyorum sokaklarda, sol elimde şam’dan taşıyıp geldiğim yakutlu hançerimle..

* robinson'un bile yanına cuma'yı veren dünya, üzerinde yaşayan bütün insanları tanıştırma gibi hastalıklı bir saplantıya sahipken, uzak kalmamız çok zor olacak gündüzün ve gecenin seslerinden.

* on dakika sonra okyanusun bileklerimizi yıkadığı kumsalda su ile gökyüzünün birleştiği çizgiye bakıyorduk. aslında kamera burada yükselebilir ve fonda etkileyici bir şarkı eşliğinde film bitebilirdi. ama bitmedi..

* bir yerde okumuştum, her basamak dört saniye hayat uzatıyormuş. asansöre binerek intihar mı etseydim?

* sustu. garsonun çay ve capuccino'yu masaya koyup gitmesini bekledi. o an, garsonlar geldiği için bugüne kadar
yarıda kesilmiş bütün konuşmaları düşündüm. ne ölüm tehditleri, ne evlenme teklifleri beklemişti kim bilir?

* bir kıza âşık olmuştum. onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. bir sabah, treni kaçırdım. aşık olmaktan vazgeçtim.

* 'Yarın' düşüncesi, bugünü yaşanılabilir hale getiriyordu. kendimizi bir binanın tepesinden hep beraber boşluğa bırakmayışımızın tek nedeni, yarındı! Loto'nun çıkma ihtimalini, aşık olunacak insanla tanışma ihtimalini, sonsuz mutluluk ihtimalini içinde barındıran o sihirli sözcük: Yarın.. Gelecek iyi bir sermayeydi. yaşadığımız sürece bitmeyen bir ana para gibi. gelecek zamanda çekilmiş fiiller kulağa çok tatlı bir melodi yayıyordu. hele planların ayrıntılarına girmek..

* yaşayarak intihar etmeyi seçenlere yardım edilemez. bir stil meselesi. ya ağzına sıktığın bir otuzsekizlik ya da
ölene kadar oksijenle zehirlenmek. seçersin ölümü.

* bir fahişe ile bir rahibenin, bir cani ile bir polisin yan yana yattığı mezarlıklar bana, hayattaki tek gerçek, tek yalansız manzara olarak görünürdü. ama hoşuma gitmeyen şeyler, içinde yine karşıma çıkan o insanî kurnazlığı, ikiyüzlülüğü barındıran mezar taşı yazıları, dini sembollerdi. yine devreye insanın yarattığı o tiyatro sahnesinin plastik dekorları giriyor ve ölümü dahi kendi çıkarlarına göre biçimlendiriyordu.

* bağımlı insan atlı karıncaya binmiş gibidir. ne bir varış noktası, ne de bir ilerleme vardır hayatında. herkes ilk başladığı yerde, midesi kaldırana kadar döner durur.

* soyluluk sadece şatolarda yaşamak değildi. işte buydu! sormamak. sadece anlatılmak isteneni dinleyecek kadar meraka sahip olmak.

* güneşten kopup odama kadar gelen ışığın yüzünden uyanmak zorunda kaldım. sabah olunca uyanmak isteseydim kendime bir çalar saat alırdım. birden gözümün önüne kızgın güneşi, üzerine dev bir sürahiden döktüğüm suyla söndürdüğüm geldi, dünyaya dönüp 'haydi, herkes yatağına! uyuyoruz' demek için.

* ve nefesimi tuttum. en derine, en dibe inebilmek için. bıraktım kendimi hayat okyanusuna. beni dibe çeken zihnimin ağırlığıydı. ve dibe daha çok vardı. ama gidiyordum. yavaş yavaş. dünya yuvarlak. hayat da öyle. en derini aynı zamanda da en yükseğidir hayatın. nereden baktığına bağlı. nerede doğduğuna. doğduğun yerden ne kadar uzaklaştığına bağlı. elindeki şişede ne kadar hayat kaldığına bağlı.

* odama girdim. yatağa yattım. kapattım gözlerimi. uyumam gerek. bir şekilde uyumalıyım. az ya da çok. bugüne kadar yaptığım her şeyi, doğumumdan itibaren hatırladığım her şeyi sadece hayal etmiş olduğumu düşünerek endorfin salgılamaya çalıştım beynime. işe yaradı..

* ne doğru dürüst cümleler kurabiliyorum, ne de gerçeği böylesine anadan üryan anlatmak hoşuma gidiyor. seversin vazgeçmeyi. bu işten de vazgeç. mutluluğundan vazgeçtiğin gibi.

* düşün! bize matematik dünyasının kurgusal ve sonsuz olduğu öğretildi. bunu kabul ederim. 1’den sonra 2 gelir dendi. bunu da kabul ederim. ama sonra, 1 ile 2 arasındaki sonsuzluğu düşündüm. peki, o nereye gitti? irrasyonel sayılar varken bir sayıdan sonra diğer bir tam sayı nasıl gelebilir? eğer birden sonra virgül konursa ve bunun da kıçına sonsuz sayı konabiliyorsa 2 nasıl gelir? işte! soru bu! yanıtsız bir soru. ve işte matematiğin hatası! dolayısıyla matematik yok. onun üzerine kurulmuş dünya düzeni de yok.. ama ben anlayabilirim. anlayabilirim bu sorunu. ve o zaman ortaya yaklaşık sayılar çıkar. yani hiçbir sayı tam değildir. hepsi tama yaklaşır. ama varamaz. demektir ki, 1,999...9’u bize 2 diye yutturmaya çalışan bir dünyanın çocuklarıyız.

* eskiden beni gerçekten sevmiş bir kadının sözleri aklıma geldi. “daha çok erken! içme!” ve benim kendisine verdiğim yanıtı düşündüm. hep aynı yanıt. “şu an saat bir yerlerde gece yarısını geçti bile..''

* hiç kimseye çarpmadan yürümeye çalışmaktansa, kollarımı açıp herkesi devirmeyi seçtim.

* Sen, cehennemin üzerinde kurulduğu arsanın hissedarı olacak kadar kötüsün. Şeytan bu yüzden göz yumuyor yaptıklarına ve seni hayatta tutmaya çalışıyor, bütün oynadığın ölüm oyunlarına rağmen. Ölüp de onun yerine göz koymaman için.

* pollyanna benim yanımda eroinman bir orospu kadar umutsuz kalırdı.

* kinyas evine döner, tolga olur, iş bulur. ve efla'yla karşılaşır. belki oscar'lık değildi senaryo ama oscar heykelciğinden çok parlıyordu efla'nın dudakları.. "geçen yıl.." dedi. minik bir kızın şarkısını söylemesine benziyordu dudakları. dünyadaki son masum insanla konuşuyordum. "mayıs ayında evlendim". ve son masum da öldü..

* herkes bir kere 'kin'i de düşünmeli 'yas'ı da ve hatta kayrayı da..

* Hayat = zevk - acı. Sonuç pozitifse yaşamışsındır hayatı. Negatifse ölmüşsündür doğduğun gün. Tabii bir de sıfır ihtimali var. Bu durumda ise zamanın yetmemiştir hayatı anlamaya.

* ''nasıl bu hale geldim? nasıl bu kadar insanlıktan çıkabildim? seyrettiğim filmlerdeki kahramanların gerçek olabileceklerine nasıl inandım? romanların, tuvalette okumak için yazılmış olabileceklerini nasıl düşünemedim?'

* resmin sınırı fotoğraftı. müziğin sınırı da makinelerden çıkan sesler oldu. her uyuşturucu kendi tarzını yarattı. insanlar beyinlerini uyuşturma yöntemlerine göre sınıflara ayrıldılar. hepsi kendini kandırdı. benim kandıracak kimsem yoktu. çünkü kanmış olarak doğmuştum.

* anladım bir yangın merdiveni olmadığını. hayatın arka kapısı yoktu. gizlice sigara içilen karanlık bir boşluğu bile yoktu. her şeyi bilen, her şeyi bilmeye devam ediyor ve bana gülüyordu.

* "benim adım kinyas. gün ağarıyor. başım ağrıyor. ismimi kendime ben verdim. bitmeyen bir öfke ve mutsuzluğun ifadesi. bütün insanlara kızgınım. yaşadıkları için. hayattan midem bulanıyor.. ateşle oynarım. yeterince benzin ve karşımda oturan adamın ceketinin iç cebindeki çakmakla dünyayı yakabilirim.
benim adım neron. geceleri çaldığım arabalarla gezerim. tokyo'da doğdum. iki zenciye üç gram kokain karşılığında bileklerimi kestirdim. sabah uyandığımda okyanus beni yıkadı.
benim adım steve mcqueen. bütün bildiklerimi kusarak hayatta kalıyorum. david bowie'yi rüyamda gördüm. sabah bir gözüm yoktu. şiir yazdım. tam üç tane. birini rendeleyip makarna sosuma kattım. diğerini yakıp küllerini kum saatine koydum. zaman kazandım böylece. sonuncusunu ise şimdi yazdım. işte geliyor:

''sözlerimin sonunu duymadığın zaman.
cümlelerimin sonunu duymadığın zaman.
değiştiriyorum son kelimelerimi.
değiştiriyorum sonumu."

benim adım kaygusuz abdal. tanrıdan vazgeçtim. ölmekten vazgeçtim. çünkü ölürsem ve yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem gerekecekti. ölmek istemiyorum, çünkü tanrıyı da öldürürüm diye korkuyorum. ve böyle bir vefata benden başka kimse dayanamaz.
az yedim, çok içtim. hâlâ içiyorum. içki ayırmadım. alkolü kendime yakıştırdım. her türlü uyuşturucudan tattım. bağımlılıktan nefret ettim. gitmemi, terk etmemi engeller diye. ne bir maddeye, ne de bir insana bağlandım. sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, âşık oldum. ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. bugünü ise uyuyarak geçirdim.
benim adım houdini. dünyayı bir oyuncağa çevirdim. ayak basmadığım yer kalmadı. kalan varsa onları da amuda kalkar geçerim! duvarlara, bedenime resimler çizdim. bir gün öyle gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı.
benim adım hitler. kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumlarımı bıraktım.. şimdiyse ağlıyorum. hepimiz için. çünkü hiçbir işe yaramadı..
isteyene ruhumu kiraladım. vücudumdaki dikiş sayısını artık bilmiyorum. hayatımı diktiler. oysa yırtmak için ok uğraşmıştım..
benim adım deacn moriarty. 140'ı geçince direksiyonun üstüne yattım. bagajına ceset sığdırabileceğim arabayı seçtim. nargileyle sevişenleri izledim. beş bin film seyrettim. her şeyin farkına vardım. farkına varılacak bir şey kalmayınca 'sıradaki hayat gelsin!'' dedim. ne gelen var ne de giden, sadece kinyas ve ben.. kendimi tanıyamadım. zamanım olmadı. binlerce dilim pizza yedim. pepperonili ve siyah zeytinli.
benim adım miss piggy. bütün hayatım boyunca kaçtım. önüme okyanus çıktı. daha ileri gidemedim. içinde boğulmak istedim. gözlerimi sahilde açtım..
gittim, caz dinledim. duke ellington'ın plağıyla kendilerini kesen kadınlar gördüm. benim adım yok. çünkü ben yokum. delirdim. yetmedi. delirttim. iğrendirdim. dünya bendim. acıyı inceledim üniversitelerde. üç ayrı okulda, üç yıl. sonra acıttım akademik kariyerleri ve tabii ki kendiminkini. ne çalışmak, ne de bir işe yaramak. hiçbirine inanmadım. tespihle adam boğdum. ben doğdum. oysa güneş batıdaydı. ben geceye geldim. aya misafir oldum. bunları söylüyorum çünkü anlatılacak başka bir hikayem yok. zaten yazma işlerinde de hiç başarılı olamadım. ben daha çok fırça ve boyalarla ilgilendim. ve dünyaya bırakabileceğim bir miras yok. bütün değerleri bir pizzanın üstüne içtim.

* artık konuşmanın zamanı gelmişti, çünkü anita'nın hayallerinde kurguladığı ilişki mutlu sonla noktalanıyor bile olabilirdi ve ben o sondan çok uzaktaydım. daha anlayamamıştı sonunda ölüm olan bir hayatta mutlu son olmasının mantığa aykırı olduğunu. ölüm mutlu bir son olamazdı. kimse için. ama yine de insanlar, kendilerini kandırmak için hayatlarını dönemlere bölüyorlar ve ancak o dönemlere mutlu sonlar uydurabiliyorlardı. oysa hayat, her bölümünde ayrı bir hikâyenin döndüğü neşeli bir dizi değil, sonunda herkesin öldüğü ve katilin bulunamadığı sıkıcı bir filmdi.

* hiç uykum yok. hiç uyuyamıyorum. domuz gibi içiyorum. ama gözlerimi kapalı bile tutamıyorum. sabaha beş saat var. annemi düşünüyorum. nerededir şimdi? aynada kendime bakıyorum bazen. ve tek kelime etmesem bile vücudum yaşadıklarımı, hayattan ne anladığımı anlatmaya yetiyor. sağ omzuma kendi çizdiğim kelebek, beğenmediğim için üzerine attığım çarpı işareti ve altında aynı kelebeğin bir japon tarafından çok daha iyi işlenmişi. sol dirseğimin iki parmak yukarısındaki kurşun yarası. bileklerimdeki otuz dört dikiş. medeniyeti bir aralar, herkes gibi yaladığımı kanıtlayan apandisit ameliyatımın izi. ve sırtımı kaplayan, tanrı'nın yüzü.
bilmiyorum...
hızlı yaşadım. ama genç ölmekten çok, hızlı yaşlandım! ancak hayattayım.
kayra, bir gün bana 'mutsuzluğuna hiçbir çare aramıyorsun' demişti.

evet yaz yaz bitmez bu. kitaptaki bu aforizmalardan yeni bir kitap yazılabilir o derece.

son olarak iki şey daha yazmak gerekirse;

normal bir insan gibi yaşamak adına uğraşan Kinyas'ın, sevgilisiyle 'bulutsuzluk özlemi'nin konserine gitmesi, konserde söylenen parçanın sözleriyle ilgili kayra hakkında yaptığı yorum çok iyiydi. kinyas'ın bu söyledikleri biraz gülümsetse de, kayra'nın ne kadar negatif biri olduğunu en iyi anlatan cümle belki de;

kinyas: 'ne olursa olsun, yaşamaya mecbursun' diyordu şarkıda. kayra yazsaydı bu şarkıyı, şöyle söylerdi: 'ne olursa olsun, ölmeye mecbursun!' ve ben ona yanıt verirdim: 'ölmeye hepimiz mecburuz! kolaysa yaşamaya mecbur ol!'

ikinci yazmak istediğim ise, kinyas, ailesinin yanına döndükten bir süre sonra kız kardeşinin nişanı oluyor ve nişana kayra'nın anne, babası da geliyor. işte o diyaloglar;

''tek soru sordu babası. sadece bir tane. yanıma geldi. elini omzuma attı. kulağıma eğildi. beni öldürmesini istedim. hiçbir şey o yaşlı gözler kadar acı veremezdi ne bu hayatta ne de diğerinde. tek bir soru; "hayatta mı?"
jilet gibi keskindi sorusu.. ben, ben olmamayı istedim o an. yaşıyor muydu kayra? yaşıyor muydu, omzuma zayıf elini atmış adamın çocuğu?
''dört yıldır görmüyorum. bilmiyorum efendim'' diyebildim. yanımızdaki masada duran tatlı bıçağıyla karnımı delmesini istedim. ama o ''peki yavrum'' diyerek yanaklarımdan öptü. hiv'den daha ölümcül bir hastalığı vardı bu adamın. üzüntü.. çok üzgündü. hep öyle olacaktı. üzgün ölecekti. buraya döndüğümden beri kayra'ya duymaya başladığım nefret bugüne kadar birikmişlerin on katı daha da arttı o an. sırf onu öldürmek için afrika'ya bile gitmeyi düşündüm. emindim oralarda hâlâ tanımadığı çocuklara para dağıtarak karşımdaki adamın gözyaşlarını silebileceğini sandığına. oysa görünmez bir hat vardı aralarında çekilmiş olan. kayra'nın zihnini öldürmek isteyişinin en büyük nedenlerinden biriydi bu hat. anne ve babasının döktüğü her gözyaşını kayra içiyordu. gözyaşı hattı vardı buradan afrika'ya.''

yani anlayacağınız, kinyas ve kayra iki dipsiz kuyu. asla örnek alma, ama asla da unutma.

''hiçbir şey yok! hiçbir şey yok! hiçbir şey yok!''