bugün

Şu yorgun gözlerimin, pazartesi bezginliği ile uyandığı istanbul’da üç gündür olduğu gibi, yine yağmur yağıyordu. Pazartesi… Haftanın kalan diğer altı günü gibi tıraş olmak zorunda olduğum gün. ben tıraşlı olmayı severim, tıraş olmayı değil. Sonra, kitap almayı severim, okumayı değil. 5 Mart 2008 Pazartesi… Son altı senedeki her 5 mart gibi “zaman”la kavga ettiğim, gün bitene dek tırnaklarımı yeyip boyalara buladığım tarih. ben, sadece resim yapmayı severim. Ama bugün… Yağmur yağıyor, istanbul’da.

Ölü şemsiyeler vardı, kaldırımlarda. bugünü fırsat bilip gizlice yalnızlıklarına ağlıyorlardı. Çoktan beri hiç bu kadar geri getirmek istememiştim zamanı. Bu, artık hiçbir şey yolunda gitmiyor demektir. Çünkü zaman bir yola sokar bizleri. Çıkmak mı? Her yol gibi mümkün değildir. Geri döndüğün yol, giderken gördüklerini hiçbir zaman sunmaz sana.

Sıraların arasında dolanarak silgilerimizi toplarken "Silme olmaz resimde. Bir zamanı, bir de çizgileri geri getiremeyiz." Demişti tüm günümün anlam ve önemi olan kadın. Ve bir yandan da dolduruyordu avcuna öz güvenlerimizi. lise yıllarımın bu uçlarında kızıl çeşnili saçları, yüksek topuklu, güzel resim öğretmeni böyle lafları gençliğinin tecrübesizliğini ve sınıftaki gürültüyü biraz olsun dindirmek için yaptığını biliyordum. Ben, diğerlerinden farklıydım. Sessizdim, sessizliği severdim. Yine de ona karşı nedenini anlayamadığım bir çekingenlik sergilerdim. Aslında biliyordum, bildiğini. Aklımdaki gürültülü hisleri duyduğunu biliyordum. Arkamdan ağır ağır topuk sesleri yükseldikçe, anlardım ki yaklaşıyor, daha korkak çizmeye başlardım.

Yüzümde, takıntılı bir gülümseme ile o günleri düşünürken atölyenin kapılarını açtım. varlığının, yürekleri tertemiz bir suyla yıkarcasına ferahlattığı, yokluğunun güzel bir masalın ölümle sonlanması kadar acı verdiği zamanlardı. Şimdiyse, ömrünü tamamlamış hayaller gibi kırılıyordu renkler. yavaş, ve kararlı. Renkler… bıraktığım halde, öylece beni bekliyorlardı. Ben mi? kimseyi beklemiyorum artık. Beklenen lakin gelmeyenleri çizerek mutluluğu arıyorum sadece.

Etrafta bir göz gezdirdim. Duvardaki koca saatten başka her şey varlığının ayrımında değil gibiydi sanki. içime hapsedercesine boya kokusunu çektim derin derin… Ve bir tanesini kavradım. Tik, tak… Tik, tak… Yalnızlığımı çizdim önce, o da bir şeyler bekliyordu. Yağmur yağıyordu. Sonra bir nehir: taşkın ve bol tuzlu… kıpırdıyordu düşen damlalarla. Yanıbaşında yatan şemsiye ölülerini teselli ediyorlardı. tik taklar acımasızca kulağıma vururken ben, bütün bekleyişlerimi, özgüvenimi, cesaretimi attım avuç avuç umutsuzluğun kızılına. Taştı nehir, ellerime kadar sıçradı. Karıştı renkli atıklar birbirine, kapılıp gittiler…

"Resme baktığınızda insan çizdiğiniz anlaşılıyorsa, resim yapabiliyorsunuz demektir." Tak taklar tahta zeminle hemen arkamda bir yerlerde çarpışıyor olmalıydı. Terliyordum. Çizmeyi bıraktım, başka bir şeyler yapmak adına çakımla kalemin ucunu sivriltmeye başladım. "iyi bak." Dedi. "iyi bak ki, yoğunlaş." Kafamı bile kaldıramıyordum. Çakı, küçük kırmızı bir havuza dönen avuçlarımda kayarak dönüşler yapıyordu. Kulağıma kadar eğildi, boya kokuyordu. "iyi bak!" içime çektim derin derin… Gözlerimi kapadım, dişlerim sımsıkı. Avcumu kilitledim adeta. Olduğu yerde topuğunu tahta zemine vurmaya başladı. Tak, tak… tak, tak…

Binlerce kez çiçeklendi nehir. Birini koparıp kokladım, bütün çiçekler soldu. Ben de her adımda attım yaprak yaprak nehre… Tik taklar kulaklarımı ağrıtıyorlardı. Yürüdükçe sesler yükseliyordu. Anladım ki yaklaşıyordum. Ama yolun sonu uçurumdu. Kıyıda tik taklar, kıvrak figürler sergileyerek dans ediyordu. Etekleri kızıl çeşnili bir elbise giymişti.. Attığı her adımda, ince bileklerinden ayaklarına kızıl damlalar akıtarak izler bırakıyordu. Yaklaştı, etrafımda dolandı. Dokundum, kanlar fışkırdı. Ellerime kadar sıçradı. Yükseldi, süzüldü boşlukta. Eteklerinden kızıl yağmurlar yağdırdı. Yer kızıl, gök kızıl, uçuruma doğru giderek dans ediyorduk. dans etmeyi sevmem. Ama inceydi beli, yüksekti ökçeleri. Ayartıyordu işte beni ayarı bozuk tik taklar. Geri çeviremediğim gibi adımlarımla, duruşumla mükemmel bir uyum sağlamıştım. Yokluğuma doğru giden bu ölümcül ritme boyun eğiyordum.

Başım öne eğik; gözlerim o küçük ayaklarına takılıp kalmış. Kıvrıldı sonra ince beli, eğildi. Elime dokununca kanlar fışkırdı. Çiçekli bir mendil verdi. Bastım yarama, mendilin bütün çiçekleri soldu. O savurdu saçlarını, koridorda akıp giden insan nehrine karıştı. Sonra tüm nehir kızıla boyandı, taştı. Ellerime kadar sıçradı. Çiçekler, yaprak yaprak döküldü. Yer kızıl, gök kızıl. Şıp şıp…

O kadar uzun süredir dans ediyorduk ki kendimi kaybetmişim. Sonumdan habersiz, mutlulukla dönüyordum. sonra benim ayaklarımın altından da kan aktığını gördüğümde canımın acıdığını ve yorulduğumu fark ettim. Ne zaman başladığını bile bilmediğim müzik de tam o anda durdu. biz durmuyorduk, o susmuyordu. Tik, tak… Tik, tak… Dayanamadım. Gözlerimi kapadım, ağzım sımsıkı. Ellerim kulaklarımda, atladım aşağı.

Ve işte o! Bembeyaz çiçeklerin arasından bakıyordu bana. Yaklaştım, döndüm etrafında. Dokundu ya, yüreğimden şimdi yıllar fışkırıverdi. Bir resim gibiydi saçları, ama canlanıp yaralarımı sardılar. Tanelenip düştüm toprağa. Yeşerdim çevresinde, çiçeklendim. Dolandım her bir telinin kızıl kıvrımına.

Şimdi Ses yok. Huzurluyum.
anlara göre değişir aslında beyaz bi sayfanın üzerine sürülmüş renklerdir.
Kahverengi, sepya tonları ve kırmızı.
karanlık bir odada masa lambasının açık olmasıyla yaratılan ambiyans havasındadır benim için.
öyle ki hatırlar silik hepsi unutulmaya yüz tutumuş zavallılar ve git gide kararıyorlar.
kesinlikle bordo.
(bkz: siyah beyaz)
turuncudur.
koyu yeşil.
sepyadır.
Tabiki kırmızı.
siyah.
entry yukarıda.
Toz pembedir.
Pembesi gider tozu kalır.
Ben demiyorum demet akalın diyor.