bugün

Bir zamanlar Anadolu’da filmindeki muhtar sahnesinde oyunculuk dersi vermiştir.
--spoiler--

Cannes’da, çoğunluğunu Fransız entelektüellerin doldurduğu Grand Lumierre Sinemasında, “Bir Zamanlar Anadolu’da” gösteriliyordu. Filmin ortalarında Neşet Ertaş, Hacı Taşan’ın Allı Turnam’ını söylerken, eşime dönerek fısıldadım: “Bakar mısın dünyanın işine, Hacı Emmi Keskin’den gelmiş de, Fransızlara bozlak dinletiyor.”
Sinema, sadece bu anı yaşamak için bile yapılır bazen.

--spoiler--

Kaynak (son paragraf)

Dipnot: Ercan kesal 1984-1990 yolları arasında keskin'de sağlık ocağı doktorluğu yaptı. O zaman keskin ankara'ya bağlıydı. iç Anadolu kültürünü ve rahmetli hacı taşan'ı da iyi bilir.
ekranda her gördüğümde "allah allah ben bu adamı nereden tanıyorum" diyordum sonunda hatırladım ercan hoca doktor ve özel okmeydanı hastanesi baş hekimi ben de 90 lı yıllarda orada nöbet tutardım çok zaman oturup sohbet etmişliğimiz vardır çok dolu adamdır.
kelebekler filminin sonlarında kısa , ama bombastik bir rol oynamıştır.
70'li yıllarda tıp fakültesini bitirir ve görev icabi kırıkkale'nin keskin ilçesine atanır. Görevinin altıncı ayında ilçede bir cinayet olur, 3 araba dolusu insan, bir gece boyunca cesedi ararlar.

nuri bilge ceylan'ın bir zamanlar anadolu'da filmine konu olan olaydır ercan kesal'ın başından geçenler.

kendisinin aslında adında bir kitabi vardır ve bir zamanlar anadolu'da filmi hakkında şunları yazmıştır; 'cannes film festivali'ne gidiyorsunuz. film gösteriliyor. dev bir salon, grand theatre lumiere diye... en sıkı adamlar, entelektüeller ve sinemacılar orada. ve onlara hacı taşan'ın 'allı turnam'ını dinletiyorsunuz. sadece bunun için bile film çekilir.'

Ne vakit okusam, sinema'nın ne denli büyülü olduğunu anlarım bu cümlelerde, inanılmazdır.
aslında adlı kitabında senaristi olduğu bir zamanlar anadolu'da filmi için şunları yazmış:

--spoiler--
'Cannes Film Festivali'ne gidiyorsunuz. Film gösteriliyor. Dev bir salon, Grand Theatre Lumiere diye... En sıkı adamlar, entelektüeller ve sinemacılar orada. Ve onlara Hacı Taşan'ın "Allı Turnam"ını dinletiyorsunuz. Sadece bunun için bile film çekilir.'
--spoiler--
kendisini aşırı boş tespitinde bulunan yazar arkadaşı tebrik ederim, hakikaten boşmuş, çukur dizisini izlemiyorum, izlemem ekibinden değilim vakit yok uzun dizi izlemeye, çatışma sahnesini izledim, ercan abi sen o sahnede ne yapıyorum ben sokarım parasına da dizisine de demediysen hakkaten boş adamsın, o kadar yazdığın senaryo, entellektüel birikimin, oynadığın filmler nerede bu sahne nerede. oyuncu ama sanatçı değildir, sorgulamamıştır.
Doktor yazar senarist oyuncu.

Boşluk sizin kafada var beyin olması gerek ama yok.
''Girişteki diyorum müştemilatı yıkalım'' diyen kişi.
Nuri bilge ceylanın sinema dünyamıza kattığı yetenekli oyuncu. Lakin karakter de sıkıntı olsa gerek ki oyunculuga doymaması, büyük yazar olma hırsına şimdilerde de yönetmenlik sevdasi eklenmiş. Bir zamanlar anadolu cambazı hesabı.
evvel zaman adlı yeni kitabı raflarda yer almakta olan başarılı oyuncu ve yazar.
https://youtu.be/x71bQikOG_o

Muazzam bir kütüphanesi var.

Adam yazar, doktor ve oyuncu.

Başarılı biri . Var olsun.
Kendisi doktordur.Oynadığı dizide şu sahneyi kendi mi ekletti senaryoya bilmiyorum ama ne yaptıysa çok güzel yapmış.Diziyi bilmem etmem ama çok güzel bir sahne çıkmış ortaya.
#38363329ek olarak, insan deneyimlerinden başka nedir ki? Hepimiz, tırtılın dut yaprağıyla beslenip büyümesi gibi, üzerine tünediğimiz belleğimizi yiyerek büyüyoruz demiş güzel insan.
bana kuzu etini sevdiren adam.
Evvel Zaman adlı kitabında bir zamanlar Anadolu'da filminin öyküsünü anlatan yazar, yönetmen.
Ercan kesal. Cumhuriyet döneminde yetişmiş muhteşem insan. Senaristliği, oyunculuğu bir tarafa kocaman yüreğe sahip, baba adam. Şimdi bu çukur dizisinde neden oynadı diye eleştiriler geliyor. O bölgeyi en iyi tanıyan insanlardan biri. Dizinin geçtiği yer olan kağıthane, okmeydanı güzergahında çukur diye bi yer vardır. Dizinin adı da ordan gelmekte. Ercan kesal, oraların babasıdır. Kurucusu oldugu özel okmeydanı hastanesinde bölgenin tüm fakirlerine, hastahanesinde birebir ilgilenmekte ve ücretsiz muayne etmektedir. Gerekirse ameliyatını, gerekirse tüm sağlık işlemlerini ücretsiz üstlenmektedir. Böyle bir baba adamdır ercan kesal. Çukur bölgeleri ondan sorulmaktadır. Çok yaşa güzel insan.
Adam gözleriyle ateş ediyor.
çukur adlı yeni yerli dizide de rol alan başarılı oyuncu.
şöyle de bir kütüphanesi olan doktor/senarist/yazar/oyuncu.

http://www.youtube.com/watch?v=x71bQikOG_o
http://www.youtube.com/watch?v=ZeN36eegoLU
"1971 yılı yazıydı galiba. O gün Cumartesiydi ve öğleden sonra, okul çıkışında abime yakalanmıştım. ‘’Bir sürü iş varmış, kimse yokmuş şişeleri yıkayacak, zaten hep kaçıyormuşum gazozhaneden, işim gücüm kitapmış,’’ falan filan… Madem öyle, hızla girdim havuza. Deli gibi yıkıyorum kirli şişeleri. Radyodaki ‘’Çocuk Saati’’ programı saat beşte başlar. Taş köprüden koşsam yetişirim. Abim şişeler bittikçe yeni kasalar koyuyor önüme. Göndermeyecek belli ki!

Az sonra babam geldi, her zamanki dalgın yürüyüşüyle. Koruyucu meleğim. Yan komşumuz Hacı Osman Amca’yla kapının önünde bir şeyler konuşuyor. Şişeleri bırakıp gittim, bacağına sarıldım. Kafamı koltuğunun altına sokuyorum durmadan. O da başımı okşuyor farkında değilmiş gibi. Bir şeyler anlatıyor Hacı Osman Amca’ya:
“Zelve’ye giden yolun hemen başında, karakolun önünde gençten bir oğlan. Nevşehir otobüsünden mi indi, yoksa Ürgüp tarafından mı geldi bilmiyom… Beni görünce yaklaştı yanıma. Sırtında çanta. Ayağında kot pantolon. Hafif sakallı, temiz yüzlü bir delikanlı. “Merhaba amca” dedi. ‘’Merhaba’’ dedim ben de. “Buralarda mağaralar varmış, oraya gideceğim. Nereden giderim?” “Göreme’yi mi soruyorsun, kiliseleri falan” dedim. “Hı” dedi. ‘’Öyleyse şurdan gideceksin, Zelve yolundan.’’ Öyle, yüzüme bakıyor. ‘’Yürüyerek mi gideceksin?’’ dedim. “Evet” dedi, “Yürüyeceğim.” Dedim, ‘’Bayağı bi yürümen lazım, minibüsleri bekleseydin.’’ “Sağol amca” dedi, “Ben yürürüm…” Döndü gitti…” Bir süre sustu babam ve ardından mırıldanır gibi konuştu: ‘’Deniz Gezmiş’in arkadaşlarından biriydi sanki!’’
Gördüğü, duyduğu, rastladığı her şeyin az sonra dünyayı alt üst edeceği zannıyla yaşayan Hacı Osman Amca, “Allah esirgeye, Allah esirgeye” nidalarıyla döndü gitti dükkana.
Babamla bir süre buğday pazarının beton zeminine hışırtıyla buğday boşaltan traktörleri izledik. Aklı yol tarif ettiği delikanlıda kalmıştı besbelli. Abim dükkanın penceresinden eliyle şişeleri işaret ediyor. Biraz daha sokuldum babamın koltuğunun altına.
‘’Nerden anladın baba, Deniz Gezmiş’in arkadaşı olduğunu’’ dedim.
‘’Temiz yüzlü, iyi bir çocuğa benziyordu oğlum. Mutlaka Deniz’in arkadaşlarından biridir.’’

Babamla yan yana durup, bozkıra karışan buğday kokusunu içime çektiğim o günlerden yaklaşık bir yıl sonra Denizleri bir Hıdrellez sabahı astılar. Babası Cemil Gezmiş, oğlunun cenazesini toprağa verip geldiğinde, Mukaddes Hanım oğlunu görüp görmediğini sorar:
‘’Gördün mü çocuğumu?’’
‘’Gördüm, sarıldım’’ der, Cemil bey.
‘’Nasıldı?’’
‘’Yoktu bir şeyi. Boynunda bir morarmışlık vardı, ipin izi herhalde, o kadar!’’

Marquez, ‘’Yüz Yıllık Yalnızlık’’ kitabını büyükannesinin hikaye anlatma yöntemiyle yazdığını söyler. Büyükannesi en acımasız şeyleri bile kılını kıpırdatmadan, sanki her zaman gördüğü şeylermiş gibi anlatırmış. Anlattıklarını bu kadar değerli kılan, onun bu olağan, duygusuzmuş gibi gözüken tavrıymış. Bunu okuduğumda, ‘’Tevekkeli değil!’’ diye mırıldanmıştım. Demek, bu yüzden içimi bu kadar acıtmıştı Ali Kaypakkaya’nın anlattıkları. Oğlu ibrahim’in işkenceyle tüketilmiş bedenini Diyarbakır’dan Çorum’a götüren Ali Amca, onun ölümünden daha çok, tabutu kaça aldığını, tabutun içini niye alüminyumla kaplattığını falan anlatıyordu sakince. En çok da ibo’nun tabutunu taşıyan hamalın, onun işkenceyle öldürülen bir öğrenci olduğunu öğrendiğinde ağlayıp, taşıma için para almamasıydı Ali Amca’yı gururlandıran.

ibo’nun ölümünden yıllar sonra bir başka baba, Orhan Keskin’in babası, oğlunun elli günlük ölüm orucundan artakalan cansız bedenini almak için yine Diyarbakır zindanının kapısındadır. Baba alır cenazeyi ve döner memlekete. O gece mezarlığa götürmez oğlunu.‘’Beş yıldır eve gelmedi, bu gece de bizimle evde kalsın’’ der.
Oğlunun ölümünden sonraki 26 yıl boyunca, her sabah onun büyük boy resminin önüne geçip, ‘’Seni nasıl kurtaramadım, seni nasıl kurtaramadım?’’ diye yanan bir babadır o.

28 Ekim 2014’de Ermenek’deki maden ocağında ölen Tezcan’ın babası Recep Amca’nın insanın canını yakan bir saflıkla sorduğu soruya bakın: ‘’Bizim oğlan gitti mi şimdi? Saklamayın benden!’’

Ya da faili meçhul oğlu için ömrünü tüketen Fatma Morsümbül’ün, ‘’Kemiklerini verseniz yeter. Kemiklerini bulsam oğlumun, omzuma torba yapıp gezeceğim, kokusunu çok özledim onun’’ demesi gibi.

19 Ocak 2007’de katledilen Hrant da, kendi halkının yaşadığı acıyı ve o felaket yıllarını böyle anlatıyordu. Marguez’in büyükannesi gibi. Soylu ve ağırbaşlı bir dille.

19 Ocak 2007 Cuma günü bu ülkenin ‘’Kırmızı Pazartesi’’sidir. ‘’Kırmızı Pazartesi’’, sadece bir cinayeti ve onun arka yüzünü değil, bir kasabanın ortak davranış biçimlerini de analiz eder. Hrant’ın ölümünden sonra yaşananlar ise, muktedirlerin davranış biçimlerini anlamaya yeter de artar zaten.

Kutsal kitaplarda ilk öldürme hikayesi Habil ile Kabil’in hikayesidir. ‘’Öldüren tektir, lakin tüm kolektifi temsil eder.’’(S.Tuğrul)
Hrant da, adeta kurucu bir cinayetin öznesi olarak seçilmiş bir kurbandır. Onu öldürenlerin işledikleri ortak cinayet, aslında onları biraraya getiren birleştirici bir güç gibidir.

Hrant Dink, ‘’Ben Malatyalıyım, Anadoluluyum, acımı onurla taşırım’’ diyen haysiyetli bir insandı. ‘’Hiç kimsenin toprağında gözüm yok, bütün Türkiye benim, her yer benim vatanım’’ diyen bir yurtseverdi. ‘’Dünyadaki en büyük suç ırkçılıktır’’ diyen bir aydındı. ‘’Biz Ermenilerle Türkler birbirimizin hastası ve birbirimizin doktoruyuz’’ diyebilecek kadar da yüce gönüllüydü. Kendi ifadesiyle, ‘’iyi bir Ermeni ve iyi bir solcuydu.’’

Marguez, ‘’Kırmızı Pazartesi’’ romanında, iki kardeş tarafından bıçaklanan Santiago Nasar’ın son anlarını şöyle anlatır:
‘’Halam Wenefrida, ırmağın öte yanındaki evinin avlusunda bir tirsi balığının pullarını temizlemekle uğraşıyordu. Santiago Nasar’ın eski rıhtımın merdivenlerini inip, kendinden emin adımlarla evine doğru yürüdüğünü görmüştü.
‘’Santiago, yavrum!’’ diye bağırmıştı. ‘’Neyin var?’’
Santiago Nasar onu tanımıştı.
‘’Beni öldürdüler, Wene Hala!’’ demişti.
Son basamakta tökezlemiş, ama kendini toparlamıştı. Hatta bağırsaklarına bulaşan toprağı eliyle sikelemek titizliğini bile gösterdi’’ dedi bana Wene Halam. Sonra açık olan arka kapıdan evine gitmiş, mutfağın içine yüzükoyun yığılıp kalmıştı…’’
Burada, beni ve okuyucuyu da en çok etkileyen şey kuşkusuz, ölmek üzere olan Santiago’nun, hala hayatta olmasına rağmen kendisinden, ‘’Beni öldürdüler!’’ diye söz etmesidir.
19 Ocak 2007 Cuma günü, bir halkın en soylu evlatlarından biri; Hrant Dink kalleşçe öldürüldü.
Hrant o gün Agos’un önündeki kaldırımda kurşunlandıktan sonra kalkıp yürüyebilseydi eğer, mutlaka gazetedeki odasına gitmek için merdivenlere yönelirdi. Basamakta tökezlese de kendini toparlardı. Hatta eliyle kafasının arkasındaki kanı siler ve odasına doğru yürürdü. Onu gören arkadaşlarından biri mutlaka sorardı:
‘’Hrant abi, neyin var?’’
Hrant, arkadaşına dönerek her zamanki mahcup gülümseyişiyle,
‘’Beni öldürdüler kardeşim!’’ der ve kalbimizin üzerine düşerdi.

Kalbimiz Hrant’a mezar yeridir…"
iyi bir oyuncu ve yazar olan doktor.

böyle insanlara hep hayranlık duymuşumdur, hem kalbi işgörüyor hem beyni.
(#34810974)
konuk oyuncu olarak rol aldığı içerde dizisinde yine oyunculuğunu ve karizmayı konuşturmuş olan başarılı oyuncu.