bugün

birçok defa, rüyasında gördüklerini gerçekle karıştırdığı zamanlar olmuştu. ama ilk defa canı acıyordu. tıpkı gerçek gibi.

- biliyorum, canın acıyor.

kadın, piknik alanlarında görebileceğiniz türden bir umumi tuvaletteydi. tavana ve duvarlara yapışmış sinek ölüleriyle beraber kurumuş ve kararmış bok parçaları vardı. hele o pis koku... tansiyonu düşmüştü. küçükken tansiyonu düştüğünde elleri uyuşurdu. işte, şimdi de uyuşmuştu. hızla nefes alıp verirken içine çektiği bu kötü kokuya rağmen nasıl kusamıyor şaşırdı.

vücut sıcaklığının bir hayli üstünde midesinde duran her kütleyi çıkarmak, kusup rahatlamaktı tek istediği. ağzında garip bir tabaka hissetti. dişlerini, yanak içlerini, dilini damağını kaplamış yeşil, sümüksü örtü tanıdık br kötü tada sahipti. küçükken, annesinin şu tozuna su katıp hazırladığı öksürük şurubunun tadıydı bu. içmemek için saatlerce ağlardı. ama içmek zorundaydı, annesi burnunu koparırcasına sıkmak zorunda kalırdı. tükürdü genç kadın şurup tadını. gitmedi ağzından. tükürdü, bitmek bilmiyordu. tükürdü, hızla kuruyordu.

-yapmak zorundasın.

yarısı çatlamış su kabından aldı doluca bir yudum. kan kokuyordu, hafif ılık... ne zaman burnu kanasa küçükken, hep bu kokuyu alırdı. elini ağzına daldırıverdi, tırnakları dilinin bittiği yerdeydi. yavaş yavaş kazıdı. damağını kanattı, dilini kopardı. sonra hırsla bir kenara fırlattı.

birden ağzı kanla doldu. sonra kusmukla. küçük turuncu parçalarla sarı bir sıvı görüyordu. çığlıklar, gözyaşları kusuyor, döküyordu ağzına geleni. küçükken ne zaman kussa, annesi koşup beline sarılır, başını sırtına yaslardı. işte, şimdi de gelmişti. yine sarılmıştı. kadın daha çok kustu. anne daha sıkı sarıldı. daha büyük, daha yumuşak ve çok sıcak parçalar...

gözlerini açtığında gri tüylerinin arasında, yakına yakına bakmaktan şaşı olmuş bir çift gözle karşı karşıyaydı. o iki, kalın bıyığını zavallı kadının yüzüne doğru oynatıyordu farecik.

-uyan artık.

farelere özgü olduğunu düşündüğü anlaşılmaz sözler söyleyen fare, bir iki adım geri çekilip ellerine, o küçücük ellerine tükürdü. ve bu arsız kadın bacaklarından kalbine kadar acıyla kuşandı. tükürdü büyücü fare. yıllardır arsız bir yalnızlıkla sevişmiş bu yalnız kadın yüzlerce fare doğurdu. acılar, gözyaşları ve kan çıkardı. tükürdü adi büyücü. ve minik yavrular, hırçın bir sevgiyle, bin yıllık bir açlıkla annelerini kemirdiler. parmak uçlarından burnuna, gözbebeklerinden meme uçlarına kadar.

kendisi de bir türlü inanamadı ama, nasıl olduysa bunca yıldan sonra ilk defa sevildiğini hissetti. kahkahalarla izledi eksilişini. sevgi bedenini acıtırken, acı ruhunu arındırmıştı.

kimsenin yemediği tek bir kırıntı kaldı. sadece ruhunun sığabileceği bir yaşam parçası, avuçlarında koca farenin. ovaladı, çevirdi tükürdüğü ellerinde. gerçekliğe, zamanın kalbine gömmeden önce, sımsıkı tutuyordu.

"geçmişinden kaçma. bugün ile dün arasında ne varsa, olduğu kadarını tamamıyla sahiplen. o sensin. hepsi senin. çünkü geçmiş seni 'sen' yapan şeydir. düşle gerçeği, gerçekle yalanı ayırandır geçmiş." bu, bilge büyücünün söylediği son sözlerdi.